Perşembe Bölüm 8

Perşembe Bölüm 8

Selen kendisini sahne dışına almayı başardığı an, Zeyra’yı fark etti. Kendisi için ‘her şey’ demek olan, onun ayaklarının altına serilmişti ve bu, kızın umurunda bile değildi.

Oysa Yiğit onun da birlikte olduğu ilk erkekti. Âşık olduğu adamı elinden tutup yatak odasına götüren kendisi olmasına rağmen, Selen korkmuştu. Ya Zeyra? O da yatakta çıplak kaldığı o ilk an, dizlerinin üzerine oturup derin nefeslerle sakin olmaya çalışmış mıydı? Utancından gözlerini nereye dikeceğini şaşırıp yummuş muydu? Erkeklerin, o hiç görmediği özeli açığa çıktığında, korkudan aklı çıkmış mıydı?  Selen Yiğit’in gözlerinde korkularını gidermişken, Zeyra adını bile bilmediği adama sığınmayı başarabilmiş miydi?

Kıza sempati duymayı başaramadığında derin nefesler aldı. Kıskanıyordu, evet. Ama sorun sadece o değildi. Kızdan duygu algılayamıyordu. Tepkileri donuk, cümleleri garipti. Ama yalnız bir insandı. Ya da yalnız olduğunu bilmeyen bir insan…

Yanıtı bulmak için ekranda kaldığı yeri buldu.

“İlişkimizin nasıl gittiğine bakarız…

…Bir kızın bu gibi durumlarda heyecanlı olması gerekirdi, değildi. Ama kayıtsız da değildi. Düşünüyordu.

“Saatlik bir düzende başlamak benim de hoşuma gider. Uyum sürecimize uygun hızı ilk sonuçlara göre yeniden düzenleyebiliriz.”

Kendimi deney faresi gibi hissettim. Güzel bir duygu değildi. Ama sabah onun gideceğinden korkmadan uykuya dalabilmek için buna razı olmam gerekiyorsa katlanacaktım. Tabii bu, paralel çözümler üretemeyeceğim anlamına da gelmiyordu.

“Kaldığın yer buraya uzak mı?”

“Bin iki yüz yetmiş sekiz adım.”

Ne demekti ki bu? Yürürken adımlarını mı sayıyordu?

Monk diye bir dizi vardı; adam obsesif kompulsif bir dedektifti ve yürürken ya kaldırımları ya taşları ya da tekrarlayan ne varsa onları, bulamazsa adımlarını sayardı. Onu seyrederken çok eğlendiğimden, Zeyra’nın bin iki yüz yetmiş sekiz adımı da bana aynı derecede sevimli gelmişti.

Aklımdan bir hesap yapmaya çalıştım, beceremedim ama adım dediğine göre yürüyerek gidip geliyordu. İlk iş evinin yerini öğrenecektim.

“O zaman benimle kal. Babanın gelişini burada bekleyebilirsin. Gitmek istersen, sadece bin iki yüz yetmiş sekiz adım atman yeterli nasıl olsa.” Heyecanlanmıştım. “Seninle tatile gideriz. Deniz kenarına. Birkaç gün sonra döneriz. Ne dersin?”

Gözleri dalgınlaştı. “Denizi görmek isterim. Mavi renge dokunmak isterim.”

Benimle olmak istediğini söylemesini tercih ederdim ama kendimi piyangodan ikramiye çıkmış kadar mutlu hissediyordum.

“Yine de saatlik düzenden günlük düzene bu kadar çabuk geçmek sapmaya neden olabilir. Programa, her günün en az dört saatini kendimize ayıracağımız şekilde başlayabiliriz.”

Her cevap başka bir soruyu beraberinde getiriyordu. Kendisine ayırdığı saatin sonunda geri gelecek miydi? Öyleyse sorun yoktu. Şimdilik.

O gece rahat bir uyku uyuyacağıma emindim ama olmadı. Beni yine bir bilinmezlikte bırakmıştı. Ertesi gün uyandığımda yanımda olmaması riskini göze alamadığımdan, saat başı uyanıp yanımdaki varlığını kontrol ettim.

Son uyanışımda yoktu. Söylene söylene duşa girip bir ayı nasıl geçireceğimin hesabına giriştim. İlişki dediğin böyle olmazdı. Çiftler hiç değilse birbirinin telefonunu bilirdi. Ama Zeyra telefon taşımadığı gibi, birkaç saat sonrasını bilerek yaşamanın huzurunu bile benden esirgiyordu.

Öğlene doğru çalan telefonda Batu’nun adını görünce sevindim.

“Berfin ile sahile gideceğiz. Seni de alalım, diye geldik ama bil bakalım kapında kim oturuyor.”

Alt kata kaç saniyede inip kapıyı açtığımı bilmiyorum. Zeyra orada, merdivenlere oturmuş gökyüzünü seyrediyordu. Yanına çömelince bana bakıp gülümsedi.

“Giriş koduna sahip değildim.”

Sadece salak bir gülümsemeyle kıza baktığımı hatırlıyorum. Gelmişti. Gerisi umurumda değildi.

“Sana bir anahtar yaptıralım bugün.”

Başını salladı. O kadar güzeldi ki şaşırdım. Sanki dünden daha güzeldi. Belki ben dünden daha âşıktım. O yerinden kalkmayınca ben yanına oturup onu kollarımın arasına çektim. Sokuldu ve beni o an dünya üzerindeki en mutlu erkeğe dönüştürdü.

Şaşkın bir Batu’nun ağzı açık bizi seyrettiğini fark ettiğimde telefonun hala açık olduğu aklıma ancak geldi. Sevgilisiyle birlikte bahçeye girdiler ve ben Zeyra’nın Batu’yu tanıdığını yüzündeki gülümsemeden anladım.

“Demek ten uyumunu yakaladığın eşini buldun,” şeklinde bir karşılama Batu ve benim için çok normal olsa da Berfin gözlerini kocaman açarak olduğu yerde kaldı.

“Pardon?”

Batuhan şakayla karışık bunun aramızda bir espri olduğunu söyleyerek anı geçiştirdi.

“Berfin, bu güzellik benim kız arkadaşım Zeyra.”

Kulağa ne kadar hoş gelmişti. Kız arkadaşım Zeyra… Suratımdaki aptal gülümsemenin hala orada olmamasını umut ederek tanıştırma faslına döndüm.

“Zeyra, Batuhan ile önceden tanışmıştın, Berfin de onun kız arkadaşı.”

Bunu özellikle vurgulayarak söylemiştim çünkü Berfin, sınırları şiddetle çekmemi gerektirecek kadar benimle ilgiliydi.

Benim arkadaşım Batu idi. Kız arkadaşının sıkıntısını fark etmek ve bunun çözümünü üretmek onun sorumluluğuydu.

Zeyra da benim sorumluluğumdu. Batuhan’ın gözlerinde, parktaki akşam ile ilgili soru işaretlerini görebiliyordum. Ama ona ait bir bilgiyi bile kimseyle paylaşmaya niyetim yoktu.

“Berfin ve Batu sahile gidiyorlarmış. Biz de katılıp maviye dokunalım ister misin?”

Yüzüne yerleşen mutluluğa afalladım. Sanki bir çocuğa dondurma vermiştim. Ya da balon… Ya da lunapark sözü… Ya da her neyse, çocuklar ne ile mutlu oluyorlarsa ondan.

Bir kadını böyle mutlu edemezdiniz. Onlarla mutluluk daha ölçülü olurdu. Neye ne kadar sevineceklerini, bunu nasıl göstereceklerini düşünmeleri gerekirdi. Çünkü her gülümseme onların dilinde bir mesajdı. ‘Bu hoşuma gitti, yine yap. Sık sık yap. Her gün yap.’

Zeyra ise ona dünyayı vermişim gibi baktı bana. Çok derinde, konunun sahile gidip denizi görmek olmadığını hissettim. Başka bir dilde konuşuyorduk biz.

‘Söylediklerimi dinlemişsin. Arzularımı sahiplenmişsin. Ben sana mı aitim?’

‘Evet, ben de sana aitim ki geri geldin. Beni duymuşsun, arzularıma karşılık vermişsin.’

Berfin ve Batu bize ‘aşk’ diye baktı, bense farklı bir boyutta iletişim kurmayı beceren iki insan olduğumuzun farkındalığıyla aşkı yeniden tanımladım.

Onlar da bunu görebiliyorlar mıydı? Sadece bize özel bir şey miydi yaşadığımız? Herkes mi aynı hissediyordu? Aşk bu ise neden gelip geçiyordu? İletişim neden bir süre sonra bitiyordu?

Elbette cevapları yoktu ve onları umursadığım da yoktu. Bu hissettiğim aşksa aşktı. Gittiği yere kadar bununla mutlu olurdum. Gitmesi için elimden gelen her çabayı gösterirdim. Ama götüremezsem de yoluma devam ederdim.

Arabada Zeyra manzarayı, biz de çaktırmadan onu seyrederek yüz kilometre ötede sakin bir bahçeye geldik.

Baharın içinde kaybolmuş bir kız çocuğu mutluluğu ile gördüğü her şeyi incelemesi nedense beni değil, Batu’yu da değil ama Berfin’i rahatsız etmişti. Zeyra’ya bakarken gözlerinde beliren o alaycı ifade de beni rahatsız etti.

Batuhan akıllıydı. Berfin’in ve benim tepkilerimizin farkındaydı. Zeki bir manevra ile denizin kıyısına Zeyra ile yalnız gitmemizi sağladı.

Sonraki birkaç saat, çocukluğumdan bu yana geçirdiğim en tasasız zaman dilimiydi. Kumların arasında yengeç peşinde koşmanın, denizin suyunu koklayıp tatmanın verdiği özgürlük inanılmazdı.

Zeyra ile yaşamın sınırı yoktu. ‘Ay orası kum, gelemem,’ yoktu. ‘Ay ben benden küçük canlılardan deli gibi korkarım, çığlık çığlığa kaçarım,’ yoktu. ‘Ay ojelerim bozulacak, saçım nemlenecek, makyajım ıslanacak, elbisem buruşacak…’

Her yanımız kumla kaplı ve neredeyse sırılsıklam ama yaşayan birer kahkaha olarak geri döndüğümüzde, masadaki kasvet Batu’ya acımama neden oldu.

“… Yiğit harika bir insan ama kız çok yapay. İlgi çekmek için ne yapacağını şaşırmış. Üzerinde bir mallık var, ne yapsa atamaz onu. Artık cahilliğinden midir, zekâ seviyesinden mi, bilemem. Ama benim anlaşabileceğim bir insan sınıfına dâhil olamaz.”

Batu, Berfin’i uyaracak zamanı bile bulamadan, kelimeler masanın üzerinde yükseldi, bir süre dans etti, sonra salınarak uzaklaştı. Zeyra’nın yüzündeki gülümsemenin soluşunu gördüğüm an o yılanı öldürmek istedim. Bir makine gibi çalışan beynim iki saniyede eve onlarsız dönmenin yollarını üretirken, Zeyra sakin bir tavırla masaya oturunca tüm planlarım da altüst oldu.

“Senin için bir tehdit olmalıyım.”

Ah, işte bu güzeldi. Zeyra bana medeni tavrımı sürdürme şansını tanımıştı çünkü şu an kibar geçiştirmeler, riyakâr sabredişler tahammül edemeyeceğim şeylerdi. Sadece gerçeklerden bahsedilecekse sakin kalabilirdim.

Zeyra’ya baktım. Üzüntü yoktu. Cevap beklemiyordu. Bütün dikkatini Berfin’e vermiş, gözlerini yağmalıyordu. Kızın kendisini çırılçıplak hissettiğine bahse girebilirdim.

“Çok istediğin bir şeyle aranda duruyor olmalıyım.”

Berfin’in renginin soluşunu zevkle izledim. Zeyra öyle sustu ki, sessizlik sanki onun yerine konuştu. Önce Berfin dönüp bana baktı, ardından Batuhan. Batu ile renklerimizin aynı anda uçtuğuna bahse girebilirdim.

“Tehdidi yanlış yerde aramak, insanoğlunun en büyük zayıflığı… Olmayan düşmanla savaşır, bütün enerji ve cephanenizi harcarsınız. Bunun yerine beyin hücrelerinizin küçücük bir kısmını çalıştırsanız, onlarca savaşı önleyebilir, tarihi değiştirebilirdiniz.”

Bunları kendi kendine konuşur gibi sıralamıştı. Sonra Zeyra bir anda çocuğuna anlamamakta direndiği bir gerçeği açıklayan anne ifadesine büründü.

“İsteğinle aranda duruyorsam, beni oraya ‘O’ koymuştur.”

Genç kadın, önündeki ekranı nasıl kapattığını bilemedi. Okuduğu o satır gerçekten çok acıtmıştı.

Bir süre sessizce Yiğit’i seyredip bilgisayarı dolaba kaldırdı. Bu gece bundan fazlasını kaldıramayacaktı.

Dışarı çıkıp bahçenin en kuytu köşesinde kendisine bir yer buldu. Eskiden Yiğit’in yanındayken almayı başarabildiği nefesi için, şimdi kendisiyle yalnız kalmaya ihtiyacı vardı.

O günlükle sadece dünyası değil, algıları da sarsılıyordu. Hiç tanımadığı bir kadın, yılları aşıp ruhuna dokunmayı başarıyordu. Zeyra haklıydı. İnsanlar, sorunu kendisinde aramayı asla düşünmüyordu. Kendisi de bundan farklı bir şey yapmıyordu.

‘Bize sorsalar biz hep veren tarafız. Biz seven tarafız. Biz bir insanın isteyebileceği her şeyi sevdiğimize sunanız. İşler yolunda gitmediğinde suçlu olan ya öteki kadındır ya da kader. Biz mükemmel olanız.‘

Oysa şimdi her şey ne kadar basitti. Eğer her ayın üçüncü Perşembesi Zeyra hala varsa, bu Yiğit’in tercihiydi. Selen kendini tercih ettirememişse, o da Selen’in yetersizliğiydi. Zeyra haklıydı. Ama kim böyle bir sonuca ulaşmayı göze alacak kadar cesur olabilirdi ki?