Perşembe Bölüm 7
Bölüm sona erdiği halde bir sonrakine geçememişti Selen. Aklına takılan satırı bulana kadar yukarı kaydırdı yazıları.
Ben sadece gözlere bakardım. O gözlerde kendimi bulursam, kalanının bir anlamı olurdu.
Bu günlüğün her kelimesinde tanımadığı bir Yiğit vardı ve yazdıklarıyla kendi ilişkilerinin gerçek anlamı da ortaya çıkıyordu.
“Benim de gözlerime bakmıştın Yiğit. Kendini bulabilmiş miydin bende?”
Bunu sorarken Yiğit’e bakıyordu ama zihninde onu ilk gördüğü an masasının önündeki duraklayışı vardı. Yiğit bakmıştı Selen’e. O bakışın özel olduğunu biliyordu.
“Zavallı ezik. Bir bakıştan kendine pay mı çıkarıyorsun? Karısısın ve hala bir bakışa anlam yükleyebilmek için neredeyse dileniyorsun.”
İçinde filizlenmiş olan umut yavaşça pörsüdü ve geriye daha da büyük bir sızı bırakarak yok olup gitti.
“Hiçbir kadın kendisini benim şu an hissettiğim kadar aşağılanmış hissetmemeli.
Bu çok onur kırıcı biliyor musun? Senden nefret etmem gerekiyor. Edemiyorum ama edebilmeliydim. Belki o zaman gururumun bir kısmını kurtarabilirdim.
Kendimi bir dilenci gibi hissetmeme yol açtığın ve ben buna ses çıkarmadığım için ne seni ne de kendimi affedebileceğimi sanmıyorum.”
Tekrar döndü ekrana. Alay eder gibi o satır tam gözünün önünde duruyordu. Sinirle bölümü aşağı kaydırıp diğerine geçti. Şu an tek istediği, o satırın içinde kanattığı yeri onarabilecek bir şeyler okuyabilmekti.
Devam etmeden önce bir kez daha baktı kocasına. “Eğer bu işin sonunda sağ kalmayı başarırsam, sanırım bundan böyle dünya üzerinde benden daha güçlü bir kadın olmayacak.”
Sonraki günler, Zeyra’nın benim için ne anlam taşıdığını anlamaya çalışmakla geçti.
Aslında o bir kadında aradığım ruha sahip değildi. Ben hayatımın merkezine oturacak kadını hayal ediyordum. İlk gördüğüm an tanıyacaktım onu. Birbirimizi anlamak için çaba harcamayacaktık. Konuşmasak da bilecektik birbirimizden başka yolumuz olmadığını. Biz huzur olacaktık ve yaşam ikimizin etrafında ne kadar çalkalanırsa çalkalansın hissetmeyecektik.
Zeyra o değildi. Ben Zeyra’nın hayatının bırak merkezini, herhangi bir noktasında bile değildim. Yanına gittiğim anda var oluyordum, uzaklaştığımda unutuluyordum. Parkta gözleri beni yakaladığında bunu orada görmüştüm.
Onun öncelikleri farklıydı. Kaybolmuş da bulunmak istiyormuş gibiydi. Bulan ben de olabilirdim, bir başkası da. Yiğit Ünsal’ın bir önemi yoktu. Özel olmayacağım bir ilişkide ben de yoktum.
Yine de beni Zeyra’ya çeken bir şey vardı. Tanımlayıp sınıflandırmadan rahat edemediğim içindi belki. Ya da koruma içgüdümü harekete geçirdiği için…
Bilmiyordum. Adını koyamadığım bu dürtü, onun kadınsı cazibesinin çok ötesinde cezbediyordu beni.
Üç haftanın sonunda onu yeniden görebilmek için bir hafta daha beklemem gerektiğini anlamıştım. Neden sadece ayda bir kez Perşembe günü geliyordu? Diğer günlerde nereye gidiyordu? Nerede yaşıyordu? Babası ile neden yaşadığı yerde buluşmuyordu?
Günlerce beynimi yiyen sorulardan bunalmıştım. Yaşadıklarımı bir mantığa oturtamamak beni deli ediyordu.
Perşembe günü erken kalkıp parka gitmeyi planladım. Bu kez beni orada bulan o olsun istemiştim. Ama parka girdiğim anda geç kaldığımı anladım. Gelmişti.
Yanına gidip hiç konuşmadan elimi uzattım. Tuttu. Birlikte eve yürüdük.
Konuşmaya gerek mi yoktu yoksa konuşacak bir şeyimiz mi yoktu, bilmiyordum. Ama yanımda olması bana yetiyordu. Bir doğruluk hissi sardı içimi. Zeyra bana aitti.
Nazik insan olmak adına zorlama davranışlardan vazgeçmiştim. İçimden ne geçiyorsa onu yapıyordum. Onu öpüyor, inip kahvaltı hazırlıyor, gidip elinden tutarak mutfağa indiriyordum.
Zeyra’nın bunların hiçbirine itirazı yoktu. Konuşmuyor olmaktan hiç şikâyetçi görünmüyordu. Terasa çıkıp parkı görebilmesi için gerekli düzenlemeleri yaptım. Tüm çabalarımı asil bir gülümsemeyle kabulleniyor, bu da beni mutlu ediyordu.
Akşama doğru, “Baban bugün de gelmeyecek herhalde,” dedim.
“Güneşin batışıyla döngü tamamlandı. Artık gelemez.”
Kelimelerini garipsiyordum. Ama eleştirecek ya da soracak konumda değildim.
“Şimdi bir ay daha beklemen mi gerekecek?”
“Artı eksi 4 sapma ile otuz bir güneş doğuşu ve batışı. Sonra babam gelebilir.”
Kızın eğitiminden ve sosyal ilişkilerinden ciddi anlamda şüphelenmeye başlıyordum. Ya ailece astronomiyle çok ilgileniyorlardı ya da kız sadece belgesel izliyordu.
“Ailenle mi kalıyorsun?”
Başını iki yana salladı.
“Babandan başka kimse var mı ailenden?”
Gülümsedi. “Annem ve erkek kardeşim var ama onlar da burada değiller.”
“Yalnız mı yaşıyorsun?”
Başını salladı. “Yapının işlerliğini sürdüren birimler var ama yalnızım.”
Yapının işlerliğini sağlamak ne demekti ki?
“Okula gidiyor musun?”
Sorularımın beni tek bir yere götürdüğünü içgüdüsel olarak biliyordum. Sadece üzerine düşünmüyordum.
“Okula gidilmez. Okul senin içindedir.”
Öğrenmek hayat boyu devam eden bir süreçtir demek gibi bir cümle miydi şimdi bu?
“Anladığım kadarıyla çalışmıyorsun. Okula gitmiyorsun. Ailen burada değil ve babanın gelmesini bekliyorsun. Doğru mu?”
Komik bir şey söylemişim gibi gözlerinin içine kahkahalar doldu.
“Durum raporu mu hazırlıyorsun?”
“Saha araştırması yapıyorum diyebiliriz,” diyerek oyununa katıldım. İçimde muzip bir heyecan vardı.
“Erkek arkadaşın var mı?”
“Hiç arkadaşım yok.”
Diyalogumuz sanki farklı düzlemlerde gerçekleşiyordu. Ben duyduğum kelimelere kendi sorumun yanıtını yüklüyordum ama aslında o benim sormadığım bir sorunun yanıtını veriyordu.
Onun dilinden konuşup oynadığı oyunu anladığımı göstermeye çalıştım. Yalandı tabii. Hiçbir şeyi anladığım yoktu.
“Buraya gelmediğin günlerde başka tenlerle de uyum yakaladın mı?”
Sanki iki tane boynuzum çıkmış gibi baktı bana.
“Tek eşli bir yaşam formunda bu nasıl olabilir?”
Bir dakika. O eş bendim, öyle mi? Bunu duyuyordum şu an Zeyra’nın dudaklarından. Benim nasıl olup da aksini düşünebildiğimi anlamaya çalışıyordu sanki.
Yanına gidip sarıldım, dudaklarına yumuşak bir öpücük kondurdum. Gözlerindeki sıcaklıkta mutluluk vardı.
“O zaman gitmeni istemiyorum. Benimle kal.”
Nasıl olup da bunu sesli söylediğimi anlayamamıştım. Ama bu istek içimde o kadar birikmişti ki, kendime engel olamamıştım. Konuşmanın başından beri bu cümleye koştuğumu biliyordum artık. İçimdeki ihtiyaç Zeyra’ya olan duygularımı benden bağımsız olarak itiraf etmiş gibiydi.
Baktı bana. Söylediğimin anlamını kavramaya çalışıyordu.
“Burada beklersin babanı. Gelene kadar her gün ve gece birlikte oluruz. İstersen o geldikten sonra da benimle kalmaya devam edersin.”
Bakışları gökyüzüne kaydı bir an. Karar vermeye çalışır gibiydi.
“Beni yanında mı istiyorsun?”
“Evet. Seni görmek için bir ay daha beklemek istemiyorum. Her gün bu evde benimle olacağını bilmek istiyorum.”
O sessiz kaldıkça kendimi daha da ısrar ederken buldum.
“İlişkimizin nasıl gittiğine bakarız. Sen de bilmek istemez miydin birlikte nasıl olacağımızı?”
Doğrudan gözlerimin içindeydi şimdi. Mutlu değildi. Mutsuz değildi. Kararsızdı. Bir kızın bu gibi durumlarda heyecanlı olması gerekirdi, değildi. Ama kayıtsız da değildi. Düşünüyordu.
İçindeki öfkenin patlamasına engel olamayan Selen bilgisayarı hırsla kapatıp yatağın üzerine attı. Gözleri çakmak çakmak olmuştu ve bütün bedeni sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu.
“Lanet olsun sana! Lanet olsun!”
Yanıt verebilecekmiş gibi Yiğit’e baktı ve ellerini onun yüzünün iki yanında yatağa koyarak hortumun izin verdiği kadarıyla burnunun dibine kadar yaklaştı.
“Tanımıyorsun bile kızı! Evinde kalmasını istiyorsun! Birlikte yaşamayı istiyorsun! Lanet olsun sana!”
Nefes almakta zorlanıyor, Yiğit’e vurma dürtüsünün önüne geçmeye çalışıyordu.
“Bana teklif bile etmedin. Teklifi bırak, ima bile etmedin!”
Adamı görmeye dayanamıyormuş gibi yataktan uzaklaşıp dolaba doğru gitti ve başını kapağına yasladı.
“Beni hiç istememiş. Onu sadece iki kez görerek birlikte yaşamayı düşünmüş ama bana… bana…”
Tamamlayamadığı o cümle kelimeler yerine gözyaşı olup gözlerinden yuvarlandı.
Dakikalar sonra Yiğit’in babası odaya girdiğinde, gözüne çarpan ilk görüntü dolaba yaslanmış ağlayan geliniydi. Gözleri ve burnu kızarmış, nefes alabilmek için hıçkırıklarla boğuşurken neredeyse tıkanmıştı.
Adam yüreğine oturan sancıyla uzun bir süre hareket bile edemedi. Yatağa dönüp bakamıyordu. Kabloların sökülmüş, serumların çıkarılmış, makinelerin durdurulmuş ve oğlunun üzerinin beyaz bir örtüyle örtülmüş olduğunu görmeye hazır değildi.
Korkuyla çevirdiği bakışları yatakta alışık olduğu görüntüyü yakalayınca bir süre anlayamadan oğluna baktı. Yaşıyordu.
Yaşıyordu!
Derin bir nefes alarak elini kalbinin üzerine koydu.
Selen’i en az Yiğit’in ölümü kadar yıkacak şey ne olabilirdi? Gözleri yeniden bilgisayara takıldı.
‘Ah kızım, ne yaptım ben?’
Dengeleriyle oynamıştı Selen’in. Kendi sınırları içinde belli bir düzen tutturmuşken, onu bir adım öteye geçmeye zorlamıştı. Yiğit’in bilgisayarına bakması için yüreklendirmişti.
Ne olabilirdi onu bu kadar yıkan? Başka bir kadın? Fotoğraflar? Yazışmalar? İçin için oğluna öfkelense de Yiğit’in bunu Selen’e yapmayacağından emindi. Nasıl bir lanetti bu?
Yanına gidip kendisine çekti kızı. Sımsıkı sarıldı. İçindeki şeytan azabından nasıl kurtarabileceğini bilmiyordu ama hiç olmazsa biraz sıcaklık sunabilirdi acı çeken o bedene.
Selen ağladı… Ahmet’in kolları arasında dakikalarca ağlayıp içindeki kırıklığı gözyaşlarıyla onarmaya çalıştı. Geriye sadece hıçkırıkları kaldığında, başını kaldırıp minnetle kayınpederine baktı.
“Teşekkür ederim.”
Kızın yanaklarındaki yaşları elleriyle kurulayan Ahmet, “Hadi çık biraz hava al, ben buradayım,” diyerek onu odanın kapısına doğru itekledi.
Dışarı çıkan kızın ardından odaya dönen adam yatağın üzerindeki bilgisayara bakıp oğlunun yanına oturdu.
“Uyanman gerek oğlum, karını kaybediyorsun.”
Selen ise okuduklarını hazmetmeye çalışarak saatlerce yürümüştü. Acı hep olacaktı. Bunu kabul etmek zorundaydı. Okumaya devam etmese bile, artık gerçeklerden kaçamayışının ağırlığını seneler bile kaldıramayacaktı.
“Kendine bu kadar yüklenme. Aşk kendinden vazgeçmektir.”
İç sesi kendisi kadar acımasız değildi. Onun bile bir bahanesi vardı. Selen’in yoktu. İçine biriken öfkeye öyle yabancıydı ki başa çıkamamaktan korktu.
‘Değişiyorum. Katılaşıyorum. İçimdeki güzellikleri kaybediyorum. Alaycı, umursamaz, duyarsız bir insana dönüşeceğim ve kendimi hiç sevmeyeceğim.’
Bir an olduğu yerde durdu. ‘Yiğit’e benzemek istemiyorum! Tanrım lütfen bunun olmasına izin verme!’
Ona da böyle mi olmuştu? Yaşadığı her neyse, yazdıklarından tanıdığı o duyarlı, sıcak insanı donuk, amaçsız bir insana mı dönüştürmüştü?
Yürümeye devam ettiğinde, ayakları onu yeniden hastaneye götürdü. Şimdi biraz daha sakinleşmiş, kabullenmişti. Sevilmemeyi sindirmek zor olsa da bununla eninde sonunda başa çıkacaktı. Yiğit’e dönüşmemek için elinden ne geliyorsa yapacaktı.
Kayınpederi gece eve gitmesi için ısrar etse de kabul etmedi. Okumaya devam edecekti ve bunu Yiğit’in yanında yapmak istiyordu.
Akşam saatlerinin keşmekeşi durulduğunda hastane sadece makinelerden gelen seslerin dışında tamamen sessizliğe büründü. Selen, daha fazla oyalanamayacağını bilerek bilgisayarı eline aldı ve sandalyeye oturdu.
Kapağa bir yılana dokunur gibi tiksintiyle uzandığını fark ettiğinde, bir şeyleri yanlış yapmakta olduğunu yüreğinin en derininde hissetti.
Tiksinti… Neden?
Yirmi üç yaşında genç bir adamın duygularından mı tiksiniyordu? Yoksa yirmi yaşındaki bir kızın kendisinden hoşlanan bir erkeğe verdiği tepkileri okumaktan mı?
Tiksinti bugüne aitti, Günlük ise bundan tam dokuz yıl öncesine…
Dokuz yıl önce Selen on yedi yaşındaydı, Yiğit’ten haberi bile yoktu. Ortada bir düşman ya da tehlike yoktu. Oysa Selen her satırın kendisine zarar vereceğinden emin, okuyacaklarından korkuyordu…
Bu önyargı demekti. Onaylamadan okuyacaktı, o yüzden de okudukları Yiğit’in değil, kendi düşünceleri olacaktı. Onu görmeyi başaramayacaktı.
“Hata yapıyorum değil mi?” Parmakları kapağın etrafında, bir şarap kadehine sunacağı zarafetle dolaştı.
“Kocamın değil, henüz kırılmamış bir çocuğun yazdıklarını okuyorum oysaki ben. Elimde bir cevher var. Senin özün ve gençliğin var. Duyguların, hayata bakışın, beklentilerin var. Onları görmeliyim.”
Bir kadından beklentisinin ne olduğunu söylemişti mesela Yiğit. Diğer satırlar arasında kaynamadan önce…
Kaşları çatık, satırları hatırlamaya çalıştı. Sonra o cümleyi yeniden okumak için bilgisayarı açtı. Bu kez tiksinti değil, merakla…
Bir kadında güzelliktense onun gözlerinde kendini aramak… “Buradaki romantizmi kaçırmışım ben.”
Ekranı biraz daha yukarı kaydırdı. İşte… Hayatının merkezine oturacak bir kadını hayal ediyordu. İlk gördüğü an tanıyacaktı onu ve birbirlerini anlamak için çaba harcamaları gerekmeyecekti. Özel olmayacağı bir ilişkide yer almayı da kabullenmeyecekti.
“Senin birisi için özel olman yeterli mi yoksa o kadın da senin için özel olacak mı? Ben senin için özel olduğumu hiç hissetmediğime göre… Altını kaldırsam bulacağım şey sadece bencillik mi?”
Sanki cevap verebilirmiş gibi baktı yataktaki adama… “Eğer öyleyse, canım çok acır. Ama biliyor musun? Öyle olmasını tercih ederim. Çünkü o zaman senden çok daha kolay kurtulurum.”