Perşembe Bölüm 6

Perşembe Bölüm 6

Bilgisayarın kapağını kapatıp yatağın üzerine koydu Selen.

“Çok acıtıyor.”

Ellerini gözlerine bastırırken beyninde Yiğit’in siyah uzun saçlı bir kıza dokunduğu o görüntüleri geriye itmeye çalışıyordu.

“Yapabileceğimi sanmıyorum. Bunu daha fazla okuyamam.”

Derin nefeslerle dengesini kazanmaya uğraşırken nasıl bir çıkmaza battığını yeni fark ediyordu. Artık Zeyra’nın o kız olduğunu biliyordu. Yiğit’in her Perşembe o kıza gittiğini de tahmin edebiliyordu.

Şu ana kadar sadece onun kıza dokunuşunu okumuştu ve canı parça parça kopup bedeninden uzaklaşmıştı. Ya ona olan aşkını anlatmaya başladığında nasıl dayanacaktı?

“Benden neleri esirgediğinin bu kadar canlı tanığı olacağım hesapta yoktu. Duygularını o kadar net algılayabiliyorum ki. Çok güzel yazmışsın. Kendimi parkta senin yanında sandım bir an. Korkunu algıladım. Kızgınlığını yüreğimde hissettim.

Ama en çok, kayıtsızlığın derin çukurunda kaybolmamış o Yiğit’le tanışmanın sancısı var içimde.”

Sandalyeden kalkıp pencereye gitti ve dış dünyayla tüm bağı kopartan perdeleri kenara çekti. Bir ağacın dalları yemyeşil bir kucaklamayla karşıladı Selen’i. Üç beş daldı belki sadece. Ama dışarıda hala bir hayat olduğunu hatırlatıyordu.

Ağacın ardından mavi gökyüzü ve biraz ilerideki gri taş binalar algısına süzüldü.

Yalnızlığı canını yakıyordu. Başını koyup ağlayacağı bir omuza, kendisine sarılacak kollara ihtiyacı vardı. Ailesine ihtiyacı vardı. Ama onlara gidemezdi.

Selen Yiğit’le evlendiğinde onların da büyük şehirde yaşamak için bir nedenleri kalmamıştı. Dikili’deki yazlığı kalıcı evleri olarak düzenlemiş ve Selen’in mükemmel evlilik oyununa gönülden inanarak onu arkalarında bırakmışlardı.

Yiğit’le boşandıklarında onlara gerçeği anlatmak çok ağır gelecekti. Hayran oldukları kızlarının kendisine dört senedir layık gördüğü ezikliği anlayamayacaklardı. Hayal kırıklığına uğrayacaklardı.

Ama kendisini seviyorlardı. Onu bağışlarlardı, değil mi? Selen yapamasa da onlar bağışlarlardı.

Okuduğu satırlar yeniden beynine süzülüp onu rahat bırakmadığında gözlerini kapattı.

Annesiyle babasının gülümseyen yüzlerinin arasına siyah saçlı bir kız girdi. Minyon yüzlü. Kara gözlü.

Zeyra Yiğit’i bu kadar değiştirecek ne yapmıştı? Ne olmuştu da Yiğit’in o kızla bağı kopmuştu? O evden neden taşınmıştı? Kendisiyle neden evlenmişti? Neden hala ayda bir Perşembe ona gidiyordu?

Soru işaretleri hücrelerini istila ederek içini huzursuzluğa boğdu. Bunların yanıtlarını bilmek zorunda oluğunu biliyordu. Günlüğü okumaya devam edeceğini de biliyordu.

Sadece biraz nefes almaya ihtiyacı vardı.

İçeri giren hemşirenin üzerine düşünülmeyecek kadar otomatikleşmiş hareketlerle Yiğit’in ateşini, tansiyonunu, serumunu, makinalardaki göstergeleri kontrol edişini, bunları dosyaya kaydedişini, çok önemli bir iş yapmış gibi kendisine gülümseyip gidişini dalgın gözlerle izledi.

İlgisini yitirmişti. Dışarıda ne olduğu, insanların neler yaptığı, nasıl yaşadığı umurunda değildi.

Zeyra’nın Yiğit’e ne yaptığını bilmek istiyordu. Sevdiği adamın neden bir enkaza dönüştüğünü ve kendisinin bu acıyı neden yaşamak zorunda kaldığını bilmek istiyordu. Belki yanıtlarını bilirse, kayıp hanesine yazılan o dört yılı bağışlatacak bir nedene sahip olabilirdi.

Yatağın yanına gidip elektrikli sandalyesine oturdu. İnfazını bilgisayardan seyredecekti. Kucağına alıp açtı. Uyku modundan uyanan bilgisayarda Yiğit’in son satırları kendisi için hazırlanmış bir tuzağın üzerindeki yeme benziyordu.

Sabah uyandığımda gitmişti. Ne adını sormuştum, ne kendiminkini söylemiştim. Ve onun gidişiyle sanki içimde bir şeyleri kaybetmiştim.

Kızın gitmiş olmasına seviniyordum aslında. Ne konuşacaktık? İlk sevgilisi olmam onu hayatımın sonuna kadar yükleneceğim anlamına mı gelecekti? Üzerime yapışıp kalabilirdi rahatlıkla.

Onu tanımıyordum. Hoşlanıp hoşlanmadığımı bile bilmiyordum. Tek bir kez beraber olmuştuk, hepsi buydu işte. Evet evet, kızın gitmesi iyi olmuştu.

O günü kapının her an çalınacağı tedirginliğiyle geçirdim. “Aşkım ben geldim,” diye içeri girerse ne yapacaktım? Bir ilişki aramıyordum. Bir ilişki istemiyordum. Kızın benim için bir sıkıntıya dönüşmesinden deli gibi korkuyordum.

Ertesi gün daha rahatlamıştım. Belki onun için de sadece tek gecelik bir ilişkiydi. İlkini adını bilmediği bir adamla yaşamayı seçtiyse bu onun sorunuydu. Ben korunmuştum. İçim rahattı. Hayatıma devam edebilirdim.

Bir hafta sonra içimin o kadar da rahat olmadığını fark ettim. Durmadan aklıma geliyor, terasa çıkıp bankı kontrol ediyordum. Kullanıldığımı düşünmem komikti ama böyle hissediyordum.

Neredeydi? Yeniden gelecek miydi? Geldiğinde parka mı gelecekti yoksa bana mı? Onunla yeniden sevişecek miydim? Acaba uzak mı durmalıydım?

Yanıtlarını bilmediğim sorular içinde kaybolmuşken gözüm artık hep karşıdaki banktaydı. İlk haftadan sonra çocuklarla takılmayı da kesmiştim. Özellikle Eren ve Ümit’i görmeye tahammül edemiyordum.

İkisi de o geceki davranışları için benden ve Batuhan’dan özür dilemişlerdi. Batu da benim gibi uzaklaşmıştı çünkü. Olgun fikir belirtmeden ortada kalmayı tercih etmişti. Batu’nun abisinden daha sağlam bir kişiliği olduğunu da böylece anlamıştım.

Olgun’un hepimizi yeniden bir araya toplama çabası sonuç verdi ve dördü bir gece habersizce benim eve geldiler. Sabaha kadar terasta günah çıkardık. İyi çocuklardı, biliyordum. Eleştirildiklerinde yani ipleri çekildiğinde doğru yola gidebiliyorlardı. Ama ipi çeken olmazsa yanlışa kaymalarının imkânsız olmadığını da anlıyordum.

Benim çevremde ayağını yere sağlam basan, ip nereye çekerse çeksin doğru yönün hangisi olduğunu bilip ondan şaşmayan adamlar olmalıydı. Batuhan gibi adamlar.

Olgunlaşma sürecimin temeli o gün atıldı sanırım. Gelecekteki hayatıma yönelik seçim yapmamla, diğerlerini eleyip hayatıma sadece Batu’yu almaya karar vermemle…

Parktaki kız benim yaşamımda bir şeyleri değiştirmişti. Bense bunun bir başlangıç olduğunu bilmiyordum.

Sonraki haftalarda artık neredeyse evden hiç çıkmadan terasta yaşamaya başlamıştım. Gelir de göremezsem diye uykuya bile zaman ayırmaya korkuyordum.

Bir gün gözlerim bankın üzerinde onu yakaladığında, heyecandan bir süre hareket edemedim. Tam dört hafta olmuştu. Biliyordum çünkü o gün perşembeydi. Bir ay sonra, bugün de perşembeydi.

Uzun süre uzaktan seyrettim onu. Akşamüstüydü. Parkta insanlar vardı. Çocuklar, köpeklerini gezdirenler, parkın etrafında koşu yapanlar… Kız hiç hareket etmiyordu. Etrafındaki koşuşturma dikkatini çekmiyor gibiydi. O gökyüzünü seyrediyordu.

Evimin olduğu tarafa hiç bakmaması canımı sıkmıştı. Bana gelmemişti. İlk seviştiği adamı merak bile etmemişti. Benden sonra başkalarıyla da olduysa benim bir anlamımın kalmadığını düşünecektim neredeyse. Sonra ten uyumunu hatırladım. Beş kişiden sadece benimle uyduğuna göre, önüne çıkanla yatmış olması pek mantıklı değildi. Tabi parkın birinde başka sarhoşlarla ten uyumu sohbetleri yapmadıysa…

Bu kızın başı kesinlikle derde girecekti. Huzursuzluğumun önüne geçemeyince aceleyle evden çıkıp parka koştum. Adımlarım ona yaklaştığımda yavaşladı ve önemsemiyormuş gibi ağır adımlarla gittim yanına.

Beni gördüğünde gülümsedi, sonra yeniden gökyüzüne çevirdi bakışlarını. Kendimi önemsiz, değersiz, kullanılmış hissettirdi bana. Çatık kaşlarla bir süre seyrettim onu. Neden konuşmadığını anlamaya çalışıyordum. Ben mi selam vermeliydim? Ne diyecektim? Merhaba mı?

“Neyi bekliyorsun?”

“Babamı.”

Hassiktir. Bir de baba mı çıktı başıma? Tedirgin gözlerle etrafa bakıp üzerime hışımla gelecek bir adam olup olmadığını kontrol ettim.

“Burada mı buluşacaksınız?”

“Evet. Buluşma koordinatımız bu park.”

Yine garip garip konuşuyordu ama ben buna dikkat edemeyecek kadar kendi derdimdeydim. Kıza hayret ediyordum. İlk seviştiği erkek yanındaydı ve o gökyüzünü seyrederek babasını bekliyordu.

Tamam, yakışıklı bir adam değildim. Ama çekiciydim. Kadınların bana bakmasına alışıktım. Benimle olmayı severlerdi. Bu kız da yatmak için beni seçmişti üstelik. O zaman neden sanki aramızdakiler hiç yaşanmamış gibi davranıyordu?

Hiç konuşmadan seyrettim onu. Saçları yüzünü o kadar örtüyordu ki sadece burnu, dudakları ve çenesi tamamen görünüyordu. Gözleri bile kısmen saçlarla örtülüydü.

Yukarı kaldırdığı yüzünde algıladığım duygu huzurdu. Sevildiğinden emin olan bir insanın yüzünü yumuşatan o huzur… Babasının kendisini sevdiğinden emin olmalıydı. Ve geleceğinden…

“Kaçta gelecek? Vakit varsa terasta da bekleyebilirsin. İçecek soğuk bir şey verebilirim sana.”

Dönmedi bana.

“Ne zaman gelebileceğini bilmiyorum.”

“Ara sor istersen. O zaman kadar bundan daha rahat bir koltukta oturmuş olursun en azından.”

Neden ısrar ediyordum ki? Kız yüzüme bile bakmıyordu işte. Belki de benim kadar keyif almamıştı ilk ilişkisinden.

“Erişimim yok babama. Ama buraya geleceğini biliyorum.”

Telefonu mu yoktu?

“Benim telefonumu kullanabilirsin. Numarası aklında mı?”

İlk kez dönüp bana baktı. Cebimdeki telefonu çıkarıp ona uzattım. Bakışları kısa bir süre telefonuma kayıp yeniden bana döndü. Gözlerinin içinde inanılmaz güzel bir kahkaha vardı. Çok komik bir şey söyleyen beş yaşında bir çocuk gibi hissettim kendimi. Uzanıp kafamın tepesindeki saçlarımı okşasa şaşırmayacaktım.

“Sen gerçek iyilerdensin,” dedi. O gerçeğin ne olduğunu anlamamıştım ama iyi bir insan olduğumu biliyordum. Yine de bu söylediği babasını aramakla ilgili bir yanıt değildi.

Telefonu kararsızca cebime geri koydum. Ret mi edilmiştim, gitmeli miydim, kestiremiyordum.

“Neyse ben gidiyorum. Gelmek istersen yolu biliyorsun.”

Kuyruğu dik tutarak yanından ayrılabildiğim için mutluydum. Gezintiye çıkmışım gibi rahat adımlarla eve kadar yürüdüm. Kapıyı açarken onun da arkamda olduğunu anladığımda yüzüme afallamış bir sırıtış yerleşmemesi için üstün bir performans göstermem gerekti.

Tanıdığı bir mekânda olmanı verdiği rahatlıkla merdivenlerden terasa kadar çıktı. Bankı göreceği konumdaki şezlonga oturup bana baktı. Sonra bakışlarını gökyüzüne çevirdi.

Hayatımda hiç bu kadar ne yapacağını bilemez durumda hissetmemiştim kendimi. Oturayım mı, onu yalnız mı bırakayım, kola soda gibi bir içecek mi getireyim bilemiyordum. En sonunda onun yanından biraz uzaklaşabilmek için mutfağa indim. Yeniyetme ergenlere dönmüştüm ve bunun için kendime küfredip duruyordum.

Alt tarafı yattığım bir kızdı. Güzeldi tamam ama güzellik benim başımı döndürmezdi. Ben sadece gözlere bakardım. O gözlerde kendimi bulursam, kalanının bir anlamı olurdu. Aksi halde boş bir çuvaldan fazla anlamı olmazdı güzelliğin.

İyi de neden bocalıyordum bu kızın yanında? Bütünüyle yabancı bir duygu sarıyordu tüm benliğimi ve ben ne yapmam gerektiğini bulamıyordum.

İki bardağa soda koyup birer dilim de limon ekledim ve yukarı çıktım. Bardağı uzatırken sıradan bir sohbet açabilmek için “Adın ne?” diye sordum.

“Zeyra.”

Çok güzeldi. Hiç duymamıştım bu ismi. Ona da çok yakışmıştı.

“Ben de Yiğit.”

Yanındaki şezlonga oturup kendi sodamı yudumladım. Bana baktığını biliyor ama gözlerimi özellikle bardağımdan ayırmamaya çalışıyordum. Dikkatle limonu inceledim. Sarıydı. Yarısı bıçakla ayrılmış bir çekirdek vardı kenarında. Hala bana baktığını bilmenin tedirginliğiyle ellerim titredi. Neden bana hâkim olan o gibi geliyordu? Kız olan ben miydim, o muydu? Sinirle başımı kaldırıp gözlerine diktim bakışlarımı. Gülümsüyordu.

“Burası babamı beklemek için çok uygun. Yolu bile görebiliyorum.”

Gözlerini yeniden yukarı çevirdiğinde ben anlamsızca aşağı bakıyordum. Yol görünmüyordu buradan. Ama o görünüyor diyorsa itiraz edecek değildim. Zaten güç bela buraya kadar getirmişken yol görünmüyor deyip kızı kaçırmanın anlamı yoktu.

Hiç konuşmadan saatlerce oturduk. İçime garip bir huzur yerleşmişti. Olmak istediğim yerdeydim ve bunu bana hissettiren Zeyra idi.

Zeyra.

Çok sevmiştim ismini. Ne demekti acaba?

“Adının anlamı ne?”

“Parçalarını arayan ruh demek Zeyra. Farklı yerlere dağılmış, bir araya gelmeyi başaramamış tek bir ruh. Her bir parçanın ayrı ayrı diğerlerini aradığı ve birleşemediği için acı çektiği söylenir.”

Güzel değildi, hayır. Bu ismin anlamı kanımı dondurmuştu. Nasıl bir insan kızına böyle bir isim koyardı ki? Sevmemiştim.

“Sen seviyor musun adını?”

Gözleri hala gökyüzündeyken gülümsedi. “Seviyorum. Üstelik anlamını tam olarak kavrıyorum da.”

Sonra gözlerini gözlerimin ta içine dikti. Öyle derin bir bakıştı ki hareket yeteneğimi sonsuza kadar yitirdiğimi düşündüm.

“Deneyimlediğim kadarıyla ten uyumumuzu tekrarlamak isterim.”

Elimde bir şey olmadığı için memnundum. Çünkü o an ne olsa yere düşeceğinden emindim. Bunun yerine ona uzatıp elimi tutmasını bekledim.

Birlikte yatak odasına gidip ten uyumumuzu defalarca tekrarladık. Bu kez acıtma korkusu olmadığından ona daha fazla şey öğretme şansına sahiptim ve Zeyra da iyi bir öğrenciydi. Sabah uyandığımda gitmişti ve benim içim yine kayıp duygusuna yenik düşmüştü.