Perşembe Bölüm 38

Perşembe Bölüm 38

Daha restorana girmeden, yolda bitti Selen’in kelimeleri. Yiğit’in yüzüğü geri takmadığını gördüğünde… Ne yaptığı, ne yapmakta olduğu o zaman yerleşti yüreğine.

Eller nereye konuyordu? Masanın üzerine? Altına? Saçını kaç kere kulağının arkasına atabilirdi bir insan?

Sakin olmalıydı. Sakin. Hiç yapmadığı bir şey değildi sonuçta. Bir restoranda aynı masada karşılıklı oturup yemek yiyeceklerdi.

Garson geldi gitti. Bir şeyler söylemişti. Şu güzel… Hanımefendiye öneririm… Tamam, hanımefendi de kabul etmişti o her neyse.

Yiğit kibardı. Çok kibar. Özenli. Hep olduğu gibi. Restorana girdiklerinde masalarına kadar elini sırtına koyarak yürümüştü. ‘Benim kadınım.’

Sandalyesini çekmişti. Garsona bırakmazdı asla. ‘Değer veriyorum. Bunu da herkesin bilmesini istiyorum.’

Yiğit konuşmadan çok şey söyleyebilen insanlardandı. Ve Selen onun kullandığı bu sessiz dili biliyordu.

Belki dudakları gülümsemiyordu ama gözleri sıcak ve yumuşaktı. Selen’i okşuyordu. Onu sakinleştiriyor, ortama ait kılıyordu. ‘Ben buradayım. Seninle.’

Ve Selen bunların hepsinin karşılığını gözleriyle veriyordu. ‘Teşekkür ederim.’

Peki, kelimelerle nasıl özür dileniyordu? Söze nasıl giriliyordu? Evde olsa, sarılırdı boynuna, dudaklarıyla okşardı onun dudaklarını, dilini hafifçe gezdirirdi Yiğit’inkilerde, sıcacık nefesini ağzına verir, özür dilediğini söylerdi. Gözleri o sırada onunkilere dalıp gitmiş olurdu. Yiğit de onu öpmeye devam ederek bu özrü kabul ederdi. Sonraki saatlere yatakta devam eder, ardından da uyurlardı.

Şimdi? Bir restoranda… Bütün masalarda insanlar oturmuşken… Çatal bıçak sesleri kenardaki piyanodan hafifçe yayılan ezgiyi rahatsız etmekten ürkerken… Nasıl denirdi?

“Özür dilerim.”

Yiğit hiç hareket etmeden kendisine bakınca anladı bunu yüksek sesle dile getirdiğini.

“Neden?”

Temkinliydi. Bu iki kelime ardında her zaman güzel cümleleri barındırmazdı. O yüzden, devamını duymadan önce beklemekle yetindi Yiğit.

“Sen hastanedeyken gittiğim için.”

Önce masada dolaştı bal gözler. Sonra yanlarına gelen garsonda. Ne yerlerdi? Ne içerlerdi? Selen duymadı, Yiğit ikisi için de bir şeyler söyledi ve garsonu gönderdi. Selen sadece onu seyretti.

Konuşmadan önce Selen’e o kadar uzun süre baktı ki, kadın bir an onun konuşup konuşmayacağına emin olamadı.

“Sen benden kazadan çok önce gitmiştin Selen.”

Duymayı beklediği son şeydi bu. İtiraz etmeyi geçirdi içinden, sonra hastanedeki ilk günler geldi aklına. Yiğit ölürse… onunla yok olacağı bilincine sızıp da kendisini geçmişteki haliyle kıyaslamaya başladığı anlar. Yiğit’in uydusu olmayı seçtiği için kendisini yargıladığı anlar.

“Ben sensiz yaşayabileceğimi asla düşünmedim.” diyebildi.

Evet, bu doğruydu en azından. Doğru davranmadığını hissetmiş olabilirdi ama Yiğit’siz olmak hiç tercihi olmamıştı.

Garsonun getirdiği salata, küçük meze tabakları, konuşmayı sürdürmelerine engel oldu. Ama bu süre içerisinde Yiğit’in gözleri, aynı fikirde olmadıklarını çoktan belli etmişti.

“Sen benimle hiç yaşamadın ki. Hayatımın hiçbir yerine yerleşmedin bile.”

Giden garsonun ardından kulaklarına dolan bu cümleye ilk tepkisi, yüksek sesli bir “Hayır!” oldu. Ne salata, ne mezeler umurunda değildi. Ne etrafındaki insanları, ne piyanoyu duyuyordu. Sadece Yiğit’in son cümlesi beyninde yankılanıp duruyordu.

“Kitapların nerede?”

Ne?

“Kitapların.”

Hangi kitapları?

“Bu hayatta seni en mutlu eden şey onlar. Her an elinde olan tek şey… Herkes sigara ve çakmak taşır yanında, sen ise kitap taşırsın. Her boş anında okursun.”

Selen’in çantasını işaret ederken buruk bir gülümseme vardı yüzünde. “Aç çantanın içini. En azından bir tane olduğuna bahse girerim.”

Vardı. Stefan Zweig. Olağanüstü Bir Gece.

“Genç kızlığına ait bütün resimlerinde ya elinde bir tane var ya da bir kitaplık önündesin. Annenlerin evindeki odanın üç duvarında boydan boya kitapların dizili. Ama benimle yaşarken bırak kitaplığı, bir rafa bile dizmedin onları. Neden?”

Neden?

“O evi senin için yaptım ben. Sen ise bir koltuktan fazlasında var olmadın. Neden?”

Ama…

Ama ne? Söyledikleri yanlış değildi ki. Nesine itiraz edecekti? Neye ama diyecekti? Ama ’dan sonra ne gelecekti?

Yiğit yargılamıyordu. Eleştirmiyordu. Gözlerinde suçlama yoktu.

“Küçüktün. Beni istedin. İlk sevgilindim. İlk hevesin. Sevgilisi olduğun adamın evine getirdiğin birkaç parça eşya ile konumunu tescilledin, ama bu konumu evin sahipliğine asla çevirmedin.”

Bir dakika. Bu bir tercih miydi? Değildi ki? O sahipliği Selen hissedememişti ki! O kadar şaşkındı ki, bunu yüzüne itiraz olarak bile yansıtamadı.

“Seni yanımda nasıl tutacağımı hiç bilemedim. Her an sıkılıp gitmeni bekledim. Hep bir bavula sığacak şekilde yaşadın benim yanımda. Asla fazlasını göze almadın.”

Sığıntı gibi. Selen’in hissettiği buydu. Her an kovalanabilirdi. ‘Bitti.’ denilebilirdi. Çağırılmamıştı ki. Emrivaki yapmıştı. Davet edilmek onore ederdi, emrivaki yapmış olmak boynu bükük bırakırdı. Zeyra’ya yapılan o daveti okuyana kadar… o evde neden eğreti kaldığını hiç bilememişti.

Hatırlamak gözlerini doldurdu ama Yiğit’in sonraki cümleleri yüreğine işleyince damlalar akamadan içinde donup kaldı.

“Sadece yatakta benimdin. Senin içinde olmak, korku hissetmediğim tek andı. Gitmenden korkmamak için becerebilsem hep içinde uyurdum. Gece uykunda sana süzülüşlerim hep bundandı.”

Garson geldi. Yemekler de. Ama bu kez ne tabaklar, ne adamın kolu bacağı, gereksiz bıyığı ya da ter kokusu gözlerin birbirine dalışına giremedi. Birinde çaresizlik diğerinde şaşkınlık vardı. Garsonun gittiğini Yiğit konuşana kadar fark bile edemedi.

“Bir çocuğumuz olmasını ne çok isterdim, biliyor musun? Çünkü seni bana bağlardı. Gitmemen için bir nedenim olurdu. Sense hep korundun. İlaçlarını hiç aksatmadın. Üç ay öncesinden kutuları dolaba istiflerdin. Çünkü bana ayırdığın bir bavulluk hayatın içinde çocuğa yer yoktu.”

Çocuk mu? Yiğit’ten bir çocuk. Erkek. Kız. Keşke ikisi birden. Ama evet. Çocuk istememişti. Yiğit’in ilgisinin onlara bölünmesini istememişti. Dilendiği ve sadece yatakta almayı başarabildiği ilgisi… Bundan da mahrum kalmak istememişti.

“Dört yıldır şirkete kırk yaşın altında kimseyi neden almadığımı hiç düşündün mü?”

Öyle mi olmuştu? Evet… Hep amca kıvamında elemanlar doluşmuştu şirkete gerçekten de.

“Çünkü hep bir gün biriyle tanışıp, bana duyduğun hislerin aslında bir hayalden öte olmadığını keşfetmenden korktum.”

Biri mi? Dünyanın tek erkeği Yiğit iken mi?

“Âşık olacaktın, aşkın ne olduğunu anlayıp benden gidecektin. Gel diyemediğim, kal diyemediğim gibi sana gitme de diyemeyecektim.”

Yiğit sustu. Selen’in o an için ne sesi ne bir kelimesi yoktu. Zihni hala duyduklarını anlamaya çalışıyordu. Yiğit yemeğine başladı. Selen de başladı. Simetriye bağlanmış bir kukla gibiydi. Ne yediğini bilmiyordu. Sadece Yiğit’in hareketlerini taklit ediyordu.

Yiğit durdu, Selen durdu. Yiğit baktı, Selen baktı.

“Hep bir Cuma günü gideceğini düşünmüştüm. Perşembe günü nerede olduğumu soracaktın. Bu korku Çarşamba akşamından sarardı içimi. Seni öpmekten başka bir şey yatıştıramazdı beni. Sen uyanmadan giderdim. Parkta geçirdiğim süre bir iki saat ise, sonrası sabaha kadar kâbusum olurdu. Bazen buna dayanamaz, evin önünde arabada beklerdim sabahın olmasını. Ve olduğunda, yine sadece seni öperek yatışabilirdim. Sanki aradaki o tek gün hiç yaşanmamış gibi…”

O tek gün… O kahrolasıca tek gün.

“Ama yaşanırdı… Değil mi? Yaşanırdı ve sen sormazdın. Başta sorman kâbusumdu, sonraları sormaman…”

Yüzüne kendisiyle dalga geçen bir gülümseme yerleşti.

“Neden sormazdı bir kadın bunu sevgilisine? Sonraları kocasına? Nasıl sormazdı?”

‘Git’ denilmesinden korktuğunda sormazdı.

“Sorsan verecek bir cevabım olduğundan değil… Sormadığın için müteşekkirdim bile. Ama aynı zamanda da değersiz hissettirirdi bana kendimi. Çünkü artık küçük değildin. Yaşını bahane edemezdim.”

Değersiz hissettirme kelimesinde Selen’in ciğerleri içindeki havayı isyanla dışarı attığında çıkan ses bir an için duraksatmıştı Yiğit’i. Selen’in duyduğuna inanamadığını anlamıştı. Susup bir şey söylemek isteyip istemediğini anlamak için baktı. Selen’in nefesi yoktu ki, söyleyebilsin.

“Kaza geçirdiğimde… Duydum seni Selen. Gitmeye başlamıştın çoktan. Daha günlüğü okumadan…”

Ah. O iç dökmeleri… Ah.

“Okumaya başladığında umutlandım. Belki, dedim artık aramızdaki bu sırlar kalkar… Eğer sevgisi yeterince güçlüyse… bu kez gerçekten yanımda kalır. Gitmenden korkmadan seni sevebilme ihtimaline sarıldım hep. Oku istedim. Bil istedim. Beni gör istedim.”

Okumuştu. Bilmişti. Görmüştü. Yıkılmıştı.

“Bir ara… başaracağımızı sandım. Parka gittiğini söylediğinde… Zeyra’yı gördüğünde. Onu benim gördüğüm gibi görebilirsin sandım. Gördün de belki de. Beni de gördün ilk kez. Duygularımı okursan… Söyleyemediklerimi bilirsen… Becerebiliriz sandım.”

Okuduğu her satırda biraz daha yıkılırken nasıl becerebileceklerdi ki?

“Sonra seni duydum. Babamla.” Yüzüne o günkü donukluk yeniden yerleşmişti. Selen’in içi üşüdü. O an duyduğu korkuyu yine duydu. “Beni görüp görmemenin hiç önemi olmadığını o zaman anladım. Kendini keşfediyordun. Duygularını… Benim senelerdir korktuğum şeyleri babama söylüyordun.”

Hayır. Tanrım, hayır.

“Ben de seni özgür bıraktım. Üzerinde yük olmadan, sorumluluk olmadan tanı istedim kendini. Sonunda büyümeye karar vermiştin. Özgürce büyü istedim.”

Özgürce mi?

“Bir sene sonra yüzüğünü çıkaracak kadar büyümüştün.”

Ne kadar kırıldığı sesinden öyle bir yayıldı ki, Selen bütün restoranın onunla birlikte kırılıp ufalanacağını sandı.

“O gün… Ben de seni içimde bitirmeye karar verdim. Günlüğün tamamını okumamış olduğunu anlamasaydım tereddüde düşmezdim. Ama sen kendinle ilgili kısımları henüz okumamıştın. Bunu yazıp sildiğin isyanında gördüm.”

Görmüştü. Çok şükür ki görmüştü.

“Yine bir umut vermiştin içime. Yine beklemek düşecekti bana. Bekledim Selen. Okumanı bekledim. Beni anlamanı… Bir senelik ayrılığımızın sende neyi ne kadar değiştirdiğini görmek istedim.”

Bu kez sadece sesi değil, yüzü de kırılıp döküldü.

“Artık Zeyra’yı biliyordun. Sana olan duygularımı da biliyordun. Bunları bilerek bana özlediğini yazdın. Aramadın, gelmedin, sana olan zaafıma oynadın. Beni yatağına çağırdın. Hayatımda var olmayı tercih ettiğin tek yere…”

Hayır! Geleceğinden emin olabildiği tek yerdi o!

“Bu muyduk? Bunca yıldan geriye sadece seks mi kaldı? Sen benim için sadece bir beden değilsin Selen. Seninle bir beş sene de dokunmadan yaşayabilirim ben. Ya sen?”

Ah Tanrım! Neden her şey bu kadar yanlıştı?

“Sana istediğini verip gidecektim. Seni içimden söküp atacaktım. Ona da izin vermedin. Sen bu konuda her zaman kazanabilirsin çünkü ben seni seviyorum Selen. Bundan hiç de şüpheye düşmedim. Ama sen… Bırakmadın. Benimle olmayacaksan bile bırakmayacaksın. Kalmayacaksan bile gitmeme izin vermeyeceksin. Ben de bana verdiğin bu eğreti umuda yapışıp hayatımın sonuna kadar seni bekleyeceğim.”

Artık Selen’in kelimeleri istese de yoktu. Ya duyduğu yanlıştı ya yaşadığı. Ya da boşa giden o beş yıl…

“Bana ne yapmak istediğini söyle. Sen ne istiyorsan onu yapacağım Selen. Ama söyle. Beni boşlukta bırakma. Çok uzun süredir salınıp duruyorum. Yoruldum.”

Sonra sustu Yiğit. Selen’in şokunu yüzünde gördüğünden, hemen cevap vermesini beklemedi. Yemeğine yoğunlaştı. O yedi, Selen yedi. Selen ne yediğini bilmedi ama yedi. İlk tabak… İkinci tabak… Salata… Hatta tatlı. Çatal bıçak seslerinden başka ikisinden de çıt çıkmadı.

Selen tabağından başka yere bakmadı, Yiğit’de Selen’den… Ama taciz etmedi. Sadece seyretti. Özlemiş gibi. Susamış gibi… Ve Selen onun bakışlarından huzursuz olmadı. Sadece başını kaldırıp bakamadı. Belki utandığından, belki kırıklığından.

Garson masayı toplayıp kahve ikramı yaptığında duyduklarını ancak hazmetmişti. Başını kaldırdı, Yiğit’in gözlerine baktı. Beklentisi olmayan, bekleyen gözlerdi.

“Küçük olmak ve küçümsenmek farklı şeyler.” Önce zayıftı sesi. Konuştukça güçlendi. “Zeyra seni küçümsememiş bak. IQ’larınız arasında 200 puan bile olsa o sana bakmış ve içindeki sevgiyi görmüş. Sen de bana bu şansı vermiş olsaydın…”

“Ne yapardın Selen? Beni Zeyra ile birlikte kabul mü ederdin?” Olmayacağını bildiği, sesinin tonunda çağlıyordu.

“Yiğit. Sen Zeyra ile birlikte değilsin. Seni içindeki bir sevgiyle kabul edip etmeyeceğimi sormalıydın bana. O senin karın olup ölmüş olsaydı… İçinde ona ait bir yerin her zaman olacaktı. Değil mi?”

“Zeyra benim karım değil. Ve o ölmedi. Yaşıyor. Ama ben her ay bir gün ona gidiyorum.” İki örnek arasındaki farkı Selen’in yüzüne çarpıyordu sanki. Kızmıştı. Olayı hafife almasına ya da sık rastlanan bir olayla yumuşatmasına izin vermeyeceğini bu şekilde belli ediyordu.

“Gitmem gerekli değil ama ben gitmek istiyorum.” Bunu anlatmanın, Selen tarafından anlaşılmanın Yiğit için çok önemli olduğu belliydi. “Sevme yetimin, hayatımın yirmi beş yılında bir şekilde var olmuş bir insana her ay birkaç saatimi verebilecek kadar bonkör olabilmesini istiyorum.” Durdu. İsteğinin ne olduğunun tam olarak algılanabilmesi için sessizliği kullandı.

“Ne onun bir kadın olması, ne birkaç kez yatmış olmamız, ne de onun bana dünyevi bir anlam içermeyecek şekilde kocam diyor olması burada önemli değil. Benim için değil. Ben onunla olan ilişkime bu anlamları yüklemiyorsam; onu ve beni hiç tanımamış insanların yüklemesi de umurumda değil.”

Yani? Selen gibi mi?

“Şimdi… Artık Zeyra’yı tanıyorsun.”

Değilmiş. Bunu gerçekten diğer insanlar için söylemiş.

“Onun kullandığı kocam kelimesinin bir oyunda takım arkadaşı olmaktan öte bir anlam içermediğini de anlamış olduğunu sanıyorum.”

Olabilir. Yani böyle söylediği açık aslında. Ama onun ağzından o evin önünde ilk kez duyduğunda, böyle gelmemişti Selen’e elbette.

“Yine de sen bir kadınsın. Beynin benden farklı işliyor. Tüm bunları bilerek canının acıdığını söyleyebilirsin. Kabul etmenin mümkün olmadığını da söyleyebilirsin. Bilmiyorum, kadınlar başka ne der. Benimki düz mantık. Nefesim de ancak buraya kadar.”

Söyler miydi? Bilmiyordu. “Sana hiçbir şeyi dayatmıyorum. Ne kendimi, ne Zeyra’yı. Benimle olmak istemeyebilirsin. Zeyra’nın hayatımda olmasını istemeyebilirsin. Sen bana ne istediğini söyle. Ben sana ne istediğimi söyleyeyim. İkimizi de mutlu edebilecek bir birleşimi varsa… belki deneriz. Yoksa… gideriz.”