Perşembe Bölüm 33

Perşembe Bölüm 33

Hala neden her ayın üçüncü perşembe günü Zeyra’ya gitmem gerektiğini belki başka insanlar anlamaz ama bunamış bir Yiğit Ünsal’ın anlayacağını umuyorum. Kendime başka not yazmalı mıyım, onu da bilmiyorum. Detaylar öylesine önemini yitirdi ki… Kalanı bilinmese de olurmuş gibi geliyor.

Yine de anlatılanları mutlak gerçeklermiş gibi kabul ettiğim anlamı çıkmasını pek istemem. Ben o gece sadece dinledim. Henüz verebileceğim bir tepkim yoktu. Konunun anlatılmış olmasıyla hazmedilmesi arasında dağlar kadar fark vardı.

Nitekim ben de sabaha kadar Cengiz’i dinleyip sonrasında odama gidip yattım. İyi geceler, sabah görüşürüz, uykum geldi ben yatayım gibi güncel tepkilerle uzak yakın işim yoktu. Herkes sustuğunda, yerimden kalkıp gittim.

Uyudum demek iyimserlik olurdu. Bunun yerine yaşadığım her anı, öğrendiğim yeni bilgiler ışığında yeniden yaşayıp anlamlarında düzeltmeler yaptım.

İçinde olduğum evin gizemi mesela.

Tamamen biyometriye dayalıydı her şey. Yüz tanımlaması hem güvenlik hem kolaylık adına kullanılıyordu. Sistem dünyada zaten kullanılmakta olandan bazı farklılıklar içeriyordu ama dudak uçurtacak şeyler değildi. Beş on seneye onlar da piyasada peynir ekmek gibi normalleşmiş olacaktı.

Bahçe ısısı yer altından geçirilen sıcak suyla kontrol ediliyordu. Su, kimyasal olarak üretiliyor ve kullanılıyordu. Zaten su dediğin iki hidrojen bir oksijendi. Büyütülecek bir durum yoktu.

Teknolojiden çok, Zeyra’nın anlattıklarında çelişen durumlar ilgimi çekiyordu. 2000 yılında ölen bir baba neden bekleniyordu?

Aklımı kurcalayan birkaç cümle vardı…

“Birisi seni böyle bekleseydi sen gelmez miydin?”

Bunu bana amca söylemişti. Babayı sorduğumda… Adamın ölü olduğunu bile bile söylemişti.

“Zeyra yalan söylemeyi bilmez. Yalan, Dünyalılara özgü bir kavramdır.”

Bunu da amca söylemişti. Zyepran’ı sorduğumda. Zyepran diye bir yer var olabilirdi ama Zeyra sadece onun varlığından değil, oradan geldiğinden de bahsediyordu.

Zeyra yalan söylemiyorsa… Zeyra hasta da değilse… Babasıyla o zaman oynadıkları oyunu gerçek mi sanıyordu? Adamın kızını bana Zyepranlı Zeyra diye tanıştırışını hiç unutmamıştım. Anne belki de oğlunun, babasının da katıldığı bu oyunlara dâhil olmasını istemiyordu. Tepkisi Zeyra’ya değil, kocasınaydı…

“İçgüdülerimiz, en değerli korunma kalkanlarımızdır, onlara güvenmeliyiz. Ama nedense kendimizden başka herkesi dinleriz.”

Zeyra’nın bu cümlesi de beni bir türlü rahat bırakmayanlar arasındaydı. İçimde sinsi bir duygunun hala kol gezdiğini ve gizliden Zeyra’ya inandığını seziyordum.

Kontrol etmem gereken son bir şey vardı. Son ve en önemli şey…

Sabah yürüyüşe çıkmış gibi yaparak başka bir semtte bir eczaneye girdim. Eczacı otuzlarında, hayatı çok ciddiye alan bir adamdı ve bilgisini paylaşmaya hevesliydi.

Tanımadığım birisiyle konuşmanın rahatlığı ile anlattım. Dayak yediğimi… Tedavi amaçlı, ne olduğunu bilmediğim bir ilacın bedenime enjekte edildiğini… Ağrı veya acı hissimin kaybolduğunu…

Ben anlatırken adam durmadan sorular soruyor, her söylediğimi not alıyordu.

Sıvının şeffaf olduğunu söyledim. Nedense aklımda mavi ve beyaz renklerin yer ettiğini de ekledim.

Gerçekten de enjeksiyondan önce hep o iki renk oluyordu gözlerimin önünde.

İnsanlar yok oluyor ve beliriyordu, dedim.

Kaldırdı kafasını, gözlerimin içine baktı. Sonra uzun bir süre internette dolaştı. Dönüp raftaki ilaçlara göz gezdiriyor, araştırmasına devam ediyordu.

En sonunda durdu. “Öncesinde baş dönmesi?”

Düşündüm, evet. Her ikisinde de olmuştu. Başımı salladım. Yerinden kalktı, raftan bir ilaç alıp önüme koydu. Gözlerim karardı bir anda.

Şişe… O şişeydi. Ketamine.

Bilgisayar ekranını bana okumaya başladı… Çoğu kelimesini anlamasam da benim için yeterliydi. “…hasta, ruhsal konfüzyon ve mantıksız davranışlarla kendini gösteren, bazen psikomotör aktivite ile birlikte bulunabilen bir halüsinasyon durumu gösterebilir…”

Evet. Macera buraya kadardı. Kimse uzaylı değildi. Kimse kendisini ışınlamamıştı. Kimse yalan söylemiyordu. Ben su katılmamış bir aptaldan başka bir şey değildim.

Üstelik artık daha da dibe batmış durumdaydım. Selen ile birlikte olma şansımı tamamen yitirmiştim. Öncesinde, uzaylı bir kızın hayatımdaki varlığını açıklayamazken, şimdi uzaylı olmayan bir kızı hiç açıklayamazdım. Elimdeki şişeye bakarken, hayatın artık bundan daha berbat bir yöne gidemeyeceğine emindim.

Satırlar gözlerinin önünden hızla akarken yavaş yavaş bedenindeki çöküşün ipuçlarını kaçırdı Selen. O an o kadar önemliydi ki cümleler, gözlerinin çakmak çakmak oluşu, nefesinin sıcak bir volkan gibi dokunduğu havayı ısıtışı dikkatini çekmedi. Mayıs ayının üçüncü perşembesine kadar beş gün Yiğit’in yazmayışından başka bir şeyle ilgilenmedi.

Neden bu kadar burulduğumu bilmiyorum ama sanki Zeyra uzaylı olsa daha mutlu olacaktım. Çünkü o zaman, kendi varlığımı da daha anlamlı bulacaktım.

Bugün Zeyra’ya bu oyunları neden oynadığını sorabilirdim. Ama adı üzerindeydi işte: oyun… Kendinizi bir yere ait hissetmiyorsanız, oyunlarla yaşamınızı daha anlamlı kılmak istemenizde garip bir şey yoktu… Babası, amcası, kardeşi… onu seven herkes onun bu oyununa zevkle katılıyorsa ben de katılabilirdim. Çünkü benim sevgim de tıpkı onların Zeyra’ya duyduğu türden bir sevgiydi. Daha fazla kurcalayıp oyunun tadını kaçırmaya gerek yoktu.

17 Mayıs Cuma.

Zeyra’nın oyununa katılırken, kendi hayatımda da başka bir oyun başlamıştı. Selen. Sanırım adım adım en büyük kâbusuma çekiliyorum. Bir gün boyunca onu görmemiş olmak canımı yaktı. Ne yapıyorum ben?

Selen, bende Zeyra’ya ihanet etme duygusu uyandırmıyor. Ama Zeyra, Selen’e ihanet etme duygusu uyandırıyor. Bu ne zaman bu hale dönüştü?

20 Mayıs Pazartesi

Bu kadar inatçı bir insan tanımadım hayatımda. Pes etmiyor. Benden alamadığı her tepkide bir adım daha yakınıma gelerek yeniden deniyor.

O günleri hatırladığı an keyifle sırıttı Selen. Gerçekten de Yiğit’e hareket alanı bırakmamıştı. Adam kendisine terslenmedikçe daha fazlasına oynamıştı. Aslında bir anlamada işi tacize vardırmış bile olabilirdi. Asansörde onca yer varken dibine kadar girip duruyordu. Yiğit’in nefesini tuttuğunu fark ediyor, daha da yaklaşıyordu.

Odasına gitmesi gerektiğinde karşısındaki koltuğa oturmak yerine bir sandalyeyi alıp koltuğunun yanına çekiyordu. Dibine kadar… Işıl ışıl gözleriyle de ona bakıyordu. Nedense, terslenmeyeceğinden, azarlanmayacağından emin…

“Arsız mıydın?”

Hayır. Hiç arsız olmamıştı. Gerçekten, buna özen göstermişti. Yiğit’in sınırlarını, ne olursa olsun onun izin verdiği yere kadar zorlamıştı. Bu izni Yiğit’ten hep almıştı.

Tekrar yoğunlaştı ekrana. Hafta sonuna kadar yazı yoktu. Ve olduğunda… okuduğu an… canı çok… çok yandı.

1 Haziran Cumartesi

Bu akşam, geçen hafta sergide tanıştığım kadını yemeğe çıkaracağım. Belki onun varlığı bir şeyleri toparlayabilir.

Parmaklarının klavyede deli gibi hareket ettiğini ancak saniyeler sonra fark etti Selen. O tek satırın altına tam yarım sayfa boyunca HAYIR! Yazmıştı. Sonunda da tek bir kelime. YAPMA!

Bedeninin sıtmaya tutulmuş gibi titrediğini hissetti. Canı yanıyordu. Yüreği sanki yerinden sökülmüş gibi acıyordu. Sanki Yiğit bunu şimdi yapıyordu. Sanki o kadın, kırmızı ojeli kadındı. Sanki Yiğit o kadına uzanıp onu kollarının arasına çekiyordu.

Bir an ihanetin bu olduğunu düşündü. Zeyra değil. Perşembe değil. Bu. Sergide tanıştığı bir kadınla birlikte olmayı denemek. Ya da on bir ay geçse de kırmızı ojeli o elin koluna dokunmasına izin vermek…

Bir şeyler tersti. Gözlerinden yaş akıyor ama sanki kaynar su değmişçesine canı acıyordu. Bacaklarının tutmadığını, ayağa kalkmak istediğinde anladı. Ateşi çıkmıştı. Yatak odası gözüne binlerce kilometre uzakta göründü.

İyiydim… dedi. Neden böyle oldu? Masaya ve duvarlara tutunarak yürümeye çalıştı. Midesi bulanıyordu. Başı deli gibi dönüyordu. Nereye kadar yürümeyi başardığını bilemedi ama yatağa ulaşamadığı kesindi. Koyu, kopkoyu bir karanlığa gömülmeden önce, aklından geçen tek kelime, ‘YAPMASIN!’ oldu.

Yığıldığı yerde ne kadar yatmıştı acaba? Karanlıktı. Yiğit’in kolunu kavrayan o kırmızı ojeler dışında renk görünmüyordu. Kadının sesi çok tizdi. Susmuyordu. Kulaklarını kapatmak istedi. Kadına susması için bağırmak istedi. Elini Yiğit’in kolundan çekmesi için ona vurmak istedi.

Sonra Yiğit’in kolu çekti kendini ojelerden, sarıldı Selen’in beline. Ah evet. Böyle olmalıydı işte. O hep kendisine dokunmalıydı. Bu görüntüyü sevdi. Görmemişti ama verdiği duyguyu biliyordu. Yiğit tarafından sarmalanmak, bu dünyada en sevdiği şeydi.

“Yanıyorsun sen!”

Yanardı. O yanabilirdi ama Yiğit o kadınla bir şey yapmasındı.

“Yapma! Başka biriyle birlikte olma!”

Güçlü kollar kucaklayıp bir buluta dayadı Selen’in bedenini.

“Olmam.”

Ne güzel bir kokuydu… Yiğit’in kokusu. Kollarını kaldırıp boynuna sarılabilseydi keşke. Ama kolları kalkmıyordu. Kalksa zaten neye sarılacaktı ki? Buluta mı?

Yüzünü o kokuya yasladı bunun yerine. Kolları cansız bir bebeğe aitmiş gibi kenardan aşağı sarktı.

Bedeni savruldu. Deprem mi? Gözlerini açamıyordu. Deli gibi bir titreme her yerini sarmıştı. Üşüyordu. Ya depremde ölürse? O zaman Yiğit başka bir kadına dokunurdu, değil mi?

“Dokunma! Başkasına dokunma!”

Saçları okşandı. “Tamam, dokunmam. Söz.”

“Yalan söyleme! Dokundun ona!”

Yüzünü okşadı tanıdık bir nefes. Dudaklarının kıyısına bir öpücük bırakıldı.

“Senden başkasına dokunmam ben.”

Sakinleşti. Tamam.

“Kolunu da tutmasın.”

Kısık bir kahkaha… Hiç duymamıştı bu kahkahayı. Kimdi gülen?

“Tutmaz. Merak etme.”

Gözlerini açmaya çalıştı. Biri mi vardı, rüyada mıydı?

“Kimsin sen?”

Kulağına kadar sokulup fısıldadı bir nefes…

“Hayallerindeki sevgiliyim.”

Kaşları çatıldı. Üzerindeki kıyafetler çıkarılıyordu. Hayallerindeki sevgili kimdi, onun hayallerinde sevgili falan yoktu.

“Dokunma! Sadece Yiğit dokunabilir bana!”

Çıplaktı. Üşüyordu. Bedenine dokunuluyordu. Kimdi bu! Kimdi!

“Sakin ol. Çok ateşlisin.”

Değildi. Değildi. Sadece Yiğit için çıkardı onun ateşi.

Bedeninden süzülen ılık bir sıvıyla irkildi. Neden gözlerini açamıyordu?

“Dokunma bana, lütfen!”

“Şşş, tamam. Sarıl bana, şu ateşi söndürelim.”

Hayır!

“Çırpınma, gücünü harcama boşa. Sarıl bana.”

Olmaz!

Öpücükler yüzüne yağarken tanıdık bir kokuyla sakinleşti yine.

“Yiğit?”

“Buradayım. Sarıl bana.”

“Nasıl burada olabilirsin ki?”

“Sen çağırdın beni.”

Ilık sıvı yine süzüldü bedeninden. Sırtına buz parçaları saplandı, çarpıp düştü kimisi… Bir el okşayarak dolaştı sırtında ve buzları silip süpürdü. Yine geldiler. Giderek arttı şiddeti. El okşadı, buzlar şiddetini yitirdi. Yumuşadı, kırbaç darbelerine dönüştü, ardından da pes edip yerini sadece ellerin dokunuşuna bıraktı. Kendisine sarılan kolların arasında üşüdü Selen. Isındı, sonra daha çok üşüdü. O kollara sığındı. O bedene yaslandı. O da çıplaktı.

Neredeydi? Bir adamın kucağında. Çıplak. Ona sarılıyordu. O da ona sarılıyordu. Artık sadece sırtını değil, bedeninin her köşesini okşuyordu elleri. Kendisine engel olamıyormuş gibi… Yiğit miydi? Hayalse evet, gerçekse nasıl Yiğit olabilirdi?

“Gerçek misin sen?”

Kulağının dibine fısıldadı ses.

“Sen ne olmamı istersen oyum ben.”

Eller… Dokunuyordu bedenine. Hissederek… Hissettirerek.

“Aç gözlerini.”

Olmaz! Gözlerinin önünde Yiğit vardı o anda. Kendisine dokunan ellerin sahibi…

“Yapamam.”

Ağzına kapanan dudakları hissetmekten çok tadını aldı.

“Aç gözlerini. Görmek istediğin neyse onu göreceksin. Söz veriyorum.”

Yiğit’i?

Hafifçe araladı gözlerini. Bal rengi gözlerdeki ateşle şaşaladı bir an. Yiğit. Alev alev.

Neredeydi? Üzerinden akan bu şey neydi?

Üşüyerek biraz daha sokuldu adama. Bacaklarının arasına dayanan sertliği özlemle karşıladı.

“Çok yaramaz bir kızsın sen.”

Sürtündü. Bal gözlerin kararmasını zevkle izledi.

“Üşüyorum. Sarıl bana. İçime gir. Isıt beni.”

Donup kalan bedene sürtünmeye devam etti.

“Bu çok da iyi bir fikir olmayabilir.”

Hayır hayır, çok iyi bir fikirdi. Kesinlikle harika bir fikirdi.

Parmakların bedenine dokunuşu hızlandı, eller büyüdü. Daha çok yere, daha sert, daha aç dokundu.

Hafifçe kalkıp doğru yere oturmaya çalıştı. Gücü yoktu ama içinde o sıcaklığa, o güce ihtiyacı vardı.

“Dur!”

İşte! Sıcak… Güçlü… Dağlıyordu ruhunu.

“Lanet olsun!”

Niye olsun? Bu kadar güzelken hem de.

Hissetmekten başka bir şey yapacak gücü yoktu. Ama üzerinde olduğu beden kendi gücünü ona aktarıyordu. İçindeki hareketiyle ısındı. Doluydu. Dopdolu. Aylardır olamadığı kadar.

“Yiğit!”

“Gözlerime bak!”

Kapatmış mıydı yine? Ama ya açınca onu göremezse?

Hafifçe araladı gözlerini. Bal gözler… Kapkara. Neden kararmıştı? Yoksa siyah mıydı gözler? Neden siyahtı?

“Kimsin sen?”

Durdu adam.

“Durma, üşüyorum”

“Kimim ben?”

Onun için sadece ve sadece hep Yiğit olmuştu ki.

“Yiğit’sin.”

Biraz da korkarak söylemişti sanki. Yiğit’ti. Değil mi?

Kulağının dibinde kızgın bir ses duydu. “Ya değilsem?”

Hayır. “Yiğit’sin. Senden başkasına uyanmaz benim bedenim.”

Duraladı adam.

“Ama asla emin olamazsın.”

Hayır, olurdu. O Yiğit’ti. Kokusu… Teni… Tadı…

Gözlerini kapattı, adam da itiraz etmedi. Hırsla içindeki hareketini sürdürüp volkana dönüştü, lavlar yaka yıka kadınla buluştu, onun titremelerinde her hücresine yerleşti, bütünleşti… Kavuşma duygusu öylesine güçlüydü ki, aldığı zevkle ilgilenmedi bile Selen. Onun içinde oluşuna karşı şükranla doldu… kasılmaları kendine değil, ona daha fazlasını verebilmek içindi.

İçindeki bütün enerji bu boşalmayla tükendi ve gitti. Ait olduğu kolların arasındaydı. Artık yok olabilirdi… Uyandığında beyninin içinde dolaşan tek ses, kapının kapanma sesiydi. O da mı rüyaydı? Hastayken ne garip rüyalar görmüştü. Ama güzeldi. Yiğit’i rüyasında bile olsa görmek güzeldi. O Yiğit’ti… Değil mi?