Perşembe Bölüm 32

Perşembe Bölüm 32

Zeynep Rana Arman da kim? Hiç sevmezdi böyle üçlü isimleri. Zeynep Arman ol, Rana Arman ol ama Zeynep Rana Arman nedir? Hiiiiiiii!

Ellerini burnuyla ağzına kapatıp fırladı sandalyeden Selen. Gözleri kocaman açılmış, akrep görmüş gibi isme bakıyordu. Ekrana arkasını döndü. Biraz başka görüntü soktu araya. Buzdolabı… Üzerindeki magnetler. Paris. Paris iyiydi. Kule vardı. Eiffel. Nefes al. Pisa Kulesi. O da eğriydi. İtalya’daydı. Of. Ablası. Of. Zeyra. Of. Zeyra. Of. Of.

Önce neden titrediğini merak etti. Bu isterik kahkahayı atan kadın da kimdi? Çok ayıptı. Öyle gülünür müydü? Kız uzaylı değildi elbette. Ne uzaylısı zaten canım? Uzaylı diye bir şey mi vardı? Gülerlerdi adama. Böyle gülerlerdi. Kahkahalarla. Durmaksızın. Nefes almaksızın. Sonra da ağlarlardı. Haykıra haykıra. Acıyla. Üzüntüyle. Yiğit’e üzülerek. Zeyra’ya üzülerek. Kendisine üzülerek… Ağlarlardı.

Ne ara yere çökmüş, buzdolabına sığınmıştı bilmiyordu. Yüzü kapısına dayalıydı ve soğuktan acımaya başlamıştı. Yiğit’in ruh halini düşünemiyordu. Ne hissetmişti acaba? Aldatılmış? Kullanılmış?

Ama nasıl olur? Ortadan kaybolmalar… Yeniden görünmeler… Yiğit saf değildi. Düşünmeden delili olmadan inanmazdı bu tür şeylere. Yiğit’i nasıl inandırmıştı Zeyra? Yani Zeynep. Yani Rana. Of her ne boksa!

Ya o? Selen görmüştü Zeyra’yı. Normalden biraz farklıydı sadece, o kadar. Yani… hasta demezdi ona. Hoş Selen bunu nereden bilsindi ki… Hasta mıydı? Ruhsal bozukluk… Onca sene Yiğit’i kandıracak kadar… O zaman ya o dört pençe? Onlar kimdi? Onlar neden Yiğit’i uyarmamışlardı? Ya kardeşi? Ailece mi manyaktı bunlar? Bu kızı neden bir başına bırakmışlardı? Anne baba neredeydi? Bunu Yiğit’e neden yapmışlardı?

Ah Yiğit! Bunu nasıl hazmedersin sen?

Koştu masaya, oturdu. Yiğit’in bunun üstesinden nasıl geldiği şu an tek bilmek istediği şeydi.

Sonraki yazıyı 11 Mayıs Cumartesi gününde bulabildi. Korka korka ilk satıra ilişti gözleri…

İnsanlar travma yaratabilecek etkisi olan herhangi bir haber aldıklarında beş duygu aşamasından geçerlermiş. İnkâr. Kızgınlık. Pazarlık. Depresyon. Kabullenme. Üzüntünün beş aşaması deniyormuş buna.

Yaşadığım şeyin travmatik olduğu konusunda kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. Yirmi yıldan bahsediyoruz. Yerinden oynayan tam yirmi yıldan…

İlk üç aşamayı seri bir şekilde atlatmış olan ben sanırım şu an depresyon adımında takılıp kaldım. Profesyonel bir yardıma ihtiyacım olduğu çok açık. Ama yaşadığım şeyleri bir başkasına anlatamayacak kadar utanıyorum. Nasıl derim? Ne derim? Kız bana uzaylı olduğunu söyledi ben de inandım mı? Bunu söylediğinde o beş ben sekiz yaşındaydık mı?

Yapamam. Toparlanmam uzun sürecekse bile umurumda değil. Çabucak toparlanıp yetişmem gereken bir hayatım yok.

Cengiz Arman ofisime geleli yirmi gün oldu. Dünyam yerinden oynayalı… Hayatıma olan inancımı hepten yitireli…

Yirmi yıla yirmi gün… Her gününde bir yılı hazmedebilseydim keşke. Olmuyor. Hazmedilmiyor. Şu an tüm cevaplara sahibim ama fark etmiyor.

Yirmi iki yaşına göre fazlasıyla olgun bir insan Cengiz. Geçirdiğim şoku anlayıp üzerime gelmedi. Sustu. Tam bir saat boyunca sustuk. Söylediği tek bir şey vardı. “Sizi tanımayı çok isterim. Bir süre buradayım. Akşam için programınız yoksa yemeğe katılır mısınız?”

Cevap verip vermediğimi bile bilmiyorum. O an, ihanete uğramış olduğum duygusuyla başa çıkmaya çalışıyordum. Zeyra bana yalan söylemişti. Zeyra beni kandırmıştı. Yirmi yılımı olmasa bile son dört senemi benden almıştı.

Öfke dipteydi. Zamanını beklediğini görüyordum. Ama şaşkınlık sahneyi bırakamamakta diretiyordu.

Ofisten nasıl çıktığımı bilmiyorum. Selen masasında yoktu. Keşke olsaydı. Keşke onu görebilseydim. Keşke gözlerine bakabilseydim. Bunu atlatabileceğime inanırdım o zaman belki.

Parka gittim. Banka oturdum. Dünyayla ilişiğimi kesmeden önce son yaptığım, babama şehir dışına çıktığıma dair bir mesaj atmak oldu. Sonra telefonumu kapattım. Sonra… Kendimi kapattım.

Akşama kadar ne yaptım, ne düşündüm bilmiyorum. Tek başa çıkmaya çalıştığım ihanetti. Gözümün önünden Zeyra’nın mimikleri, duruşları, bakışları geçti. Parktaki, evdeki, yoldaki Zeyra. Gülen Zeyra, susan Zeyra. Küçük Zeyra, büyümüş Zeyra.

Hayır. İhanet değildi. Başka bir şeydi ama ihanet değildi. İhanet değilse, her şeyle başa çıkabilirdim.

Akşam yüzümü bahçeye dönüp girişin açılmasını sağladığımda Zeyra bahçedeydi. Beni gördüğünde yüzü ışıldadı. Beklemiyordu. Perşembe günlerindeki park ritüelimiz dışında bir araya gelme âdetimiz yoktu. Bu yüzden tepkisi gerçekti. Mutlu olmuştu.

İhanet değildi.

Yanına gitmemi gülümseyerek bekledi.

“Sevgi ilk defa aynı koordinata birikti.”

Zihnim tıkır tıkır çalıştı. Öncelikle yüzümde hiç ifade olmamasına verdim bütün dikkatimi. Sonra bulmacayı çözdüm. Cengiz ve ben ilk defa Zeyra’nın yanında bir araya gelmiştik. Erkek kardeşi ve benim onda uyandırdığımız duygu… sevgi.

Gülümsedim. İhanet duygusu içimden sonsuza dek çıkıp gitti. Yerini korku aldı. Zeyra… hasta mı?

Onunla birlikte eve yürürken, hasta olmanın ne demek olduğunu algılamaya çalıştım. Zihnen hasta. Şizofren gibi. Ya da isimleri manik, depresif, şizoid, obsesif gibi bir şeyler olan hastalıklar. İyileşebilen ya da hiç iyileşemeyen hastalıklar… Benimle aynı boyutta var olamamasına neden olan hastalıklar.

Nefesim kesildi. Durup ardından baktım. Hayır. Bu olmasındı. Ben ihanetle bir şekilde başa çıkmanın yolunu bulurdum. Zeyra hasta olmasındı.

Yanıma gelip elimden tuttu ve acele adımlarına ayak uydurmamı sağladı. Eve girdiğimizde kardeşinin ve pençelerden birinin bir koltukta oturduğunu gördüm. Beni görür görmez ayaklandılar. Cengiz mutlu olduğunu belirten bir gülümsemeye sahipti, pençe her zamanki gibi donuktu.

“Cenz, kocamla tanış!”

Sevecen bir gülümsemeyle ablasına bakıp elini uzattı Cengiz Arman. “Biz tanışıyoruz abla. Bugün gidip onu yemeğe davet ettim.”

Ellerini çırptı Zeyra. Çocuk gibi. Mutlu, coşkulu.

Pençeler etrafımızı sarıp bizi yemek için hazırladıkları bir başka salona götürdüler. Bu evde bütün odalar salondu. Benim yattığım hariç. Bir tek orası bir odaydı, diğer hepsi salondu.

Şimdi bu nasıl anlatılır? Yirmi gün öncesinde Zuzaylı Style desem çok rahat anlaşılır, hayal ve kabul edilirdi. Şimdi, çağımız mimarisinin sınırlı hayal gücü içerisinde bunu anlatacak kelimem yok.

Hep aynı salona, farklı kapılardan, farklı mobilya bileşiminde girmek gibi. Odalar o kadar büyük ki ben hepsini salon sanıyorum. Ve kapılar o kadar yakın ki, ben hep aynı salona girdiğimi sanıyorum. Öyle bir şey işte… Hayal gücünün genişliğine kalmış.

Bir aile yemeğindeymişçesine herkes oturdu masaya. Küçük kardeş benimle bir iki sohbet girişiminde bulundu. Benim ise sesim yoktu. Kelimelerim tükenmişti.

Benim için konuşma değil, anlam bulma zamanıydı. Hayatımdaki dengeler bozulmuştu. Önceden yerli yerine oturan şeyler şimdi eğreti kalmışlardı. İçim rahat değildi. Öyle ya, gerçek olmayan bir düzlemdeki tüm dengeler mükemmel bir biçimde birbirlerini tamamlarken, gerçek olması gereken düzlemde birbirlerine çarpıyorlardı. Hiçbir şey tutarlı değildi. Mantıklı ya da mutlu da değildi. Boşlukta asılı kalmışlardı. Ben gibi kaybolmuşlardı.

Belki bir tür protesto gibi algılamışlardır… Konuşmayan bir Yiğit Ünsal. Adam Nuh da demiyor, peygamber de… Ne Cengiz’e ne Zeyra’ya iki kelam ediyor. Sadece… Sadece bakıp izliyor.

Belki kendimi daha fazla aptal yerine koydurmamak için bilinçaltımın seçmiş olduğu bir yoldu bu. Susmak, aptallığınızı biraz olsun örtebilir. Ya da en azından ayakaltından kaldırabilir. Birileri sizi karizmatik falan sanır. Susmak, engin bir saflığı kamufle eder.

Yemek bittikten sonra vedalaşıp evime falan gitmedim. Kimseye bir şey söylemeden sandalyemden kalkıp bahçeye çıktım. Tek başıma saatlerce oturdum. Dayanamaz hale geldiğimde daha önce yatmış olduğum odaya gidip yattım.

Ertesi gün yine… Ve yine… Ve yine…

Zeyra’nın hep yakınlarımda olduğunu hissediyordum. Kendini belli etmeden… Hayır. Varlığı ile beni rahatsız etmeden bir yerlere ilişiyordu.

Derken bir akşam Cengiz Arman bahçede yanıma gelip oturdu. Zeyra yine biraz uzakta, basamağa oturmuştu. Pençeler de onun yanına dizilip oturdular. Komikti. Ortamdaki herkes beni huzursuz etmemeye çalışır gibi parmak uçlarında yaşamayı kabullenmişe benziyordu.

O gece, sabaha kadar konuştu Cengiz Arman. Kimi zaman pençeler girdi lafa. Sadece kendilerini ilgilendiren açıklamalarda… Zeyra sustu. Ben sustum. Bir iki soru sormanın dışında ben dinledim, Zeyra beni izledi.

Nasıl toparlayabilirim saatlere yayılan o hikâyeyi?

Kendisiyle başladı Cengiz. Çiçeği burnunda bilim adamı… Babasının oğlu. Baba, Kemal Arman. 2000 yılında karısı Asuman Arman ile bir uçak kazasında hayatını kaybeden ünlü fizikçi.

Gözlerim hemen Zeyra’yı yakaladı. 2000 yılında ölen babayı mı bekliyorduk biz? O bilmiyor muydu? Şimdi mi öğreniyordu? Ama hiç de şaşırmış görünmüyordu.

Kaza Amerika’da olmasına rağmen burada da bütün gazetelerde yer almıştı. Çünkü on iki yaşındaki kızları Zeynep Rana ile dokuz yaşındaki Cengiz’e büyük bir servet kalmıştı. Baba ile şirkette ortak olan amca Zafer Arman, çocukların bakımını üstlenmişti.

Bu kısımda Cengiz’in gülümseyerek sevgi ve saygı ile Zaer’e bakması, adı geçen amcanın kim olduğunu gösterdi bana.

Babamla annemin o günlerde çok üzüldüklerini hatırlıyorum. Ben mi? Umursamamıştım. Beş senedir annemin kanserinin tedavisi, bütün felaket kapasitemi tükettiğinden başkalarının felaketiyle hiç ilgilenmemiştim. Bu sıralarda aslında benim geleceğimin çiziliyor oluşu da hiç aklıma gelmemişti.

Zeyra ve… Zeynep Rana ve Cengiz birbirlerine hiç benzemiyorlardı. Simsiyah saçları ve gözlerine rağmen beyaz olan Zeyra, siyah olan Cengiz’di sanki. Zeyra’nın babasını görmüştüm. Cengiz ona benziyordu. Demek Zeyra’da annenin genleri ağır basıyordu.

Buna rağmen, Cengiz’in annesinden bahsederken onu hiç Zeyra ile yan yana getirmemiş olması, giderek dikkatimi çekmeye başlamıştı. Sordum.

“Annen ablanı sever miydi?”

Bu soruma şaşırıp gözlerini kaçırması dikkatimden kaçmadı. Dönüp Zeyra’ya baktı, karşılığında ondan bir gülümseme aldı. İki kardeş… iki ruh birbirlerine karışırken, “Beni sevdiği kadar değil.” dedi. O an iki dili birden konuştuğunu anlamam zor değildi. O dört kelime Asuman Arman’ın Zeyra’yı sevmediğini söylerken, aynı anda Cengiz’in ablasını annesinin yerine de sevdiğini söylemişti. Zeyra, annesinin sevgisizliğini bu yüzden hiç hissetmemişti.

Kaşlarımı kaldırınca devam etti. “Konuşulmuş bir şey değil bu… Çocukken hissettiklerim, gözlemlerim. Ama Zeyra ne zaman bir şey söyleyecek olsa, onu dinlemek yerine sustururdu. Ablamla oyun oynarken beni sanki özellikle onun yanından alıp ya banyoya sokar ya alışverişe götürürdü. Birlikte olmamızı istemezmiş gibi hissederdim. Ablamla olabilmek için anneme numara yaptığımı bile hatırlıyorum.”

“Ona Zeyra diyorsun.”

Gözlerinin içi güldü. “Çünkü o öyle diyor. O, adının Zeyra olduğunu ve Aremp galaksisinden geldiğini söylüyor.”

“Zeyra…” bir an kararsız kalıp kızın gözlerine baktım… O bana gülümserken, “neden böyle bir galaksi uyduruyor?” sorum, gülümseyişinde en ufak bir bozulmaya neden olmadı. Bence o benim her düşüncemi okuyabiliyordu.

Hala onun bir şekilde Aremp’ten gelmiş olduğuna inanıyor gibiydim. Aksi durumda Cengiz şimdi onun şizofren olduğunu, deli olduğunu… adı neyse… onu olduğunu söyleyecekti bana. Kendimi hazırladım. Bunu duymak için cevabı dinledim.

“Uydurmuyor ki. O galaksinin varlığını ablam başından beri söylüyormuş ve on iki yaşında da ispatlamış. Babamlar kaza geçirdiklerinde bunun sunumunu yapmak üzere bir konferansa gidiyorlardı.”

Ne?

“Yiğit… Bazı insanların beyinleri diğerlerinden farklı çalışır. Ablam onlardan biri. Dünya üzerinde zekâ seviyesi onun düzeyinde olan bir insan bulunduğunu sanmıyorum. Şu an, babamdan bize kalmış olan şirketin bütün buluşları ablama ait.”

Oh Tanrım.

“Patenti alınanlar, sadece yüzde biri. Dikkat çekmemek için, Yavuzer, Reşat ve Mehmet Abi de Zafer Amcam ile birlikte bunlar kendilerinin buluşuymuş gibi davranıyorlar.”

Saçma. Saçma. Saçma… Bunların hepsi çok saçma. Zeyra uzaylı olsaydı normal olacaktı ama dünyalı olunca saçmalaştı.

Yüzümdeki karmaşa beni her neye çevirdiyse, Zeyra yerinden kalkıp yanıma geldi. Ayaklarımın yanına, yere oturdu.

“Üç kere beş?”

On beş. Refleks olarak cevabı yüksek sesle vermiştim bile.

“Otuz kere yüz yirmi sekiz?”

Imm… Üçle çarpıp on katını söyleyebilirim. Yüz, iki yüz, üç yüz, altmış, yetmiş, seksen dört, üç bin sekiz yüz kırk. Söylemedim ama cevabı.

“Üç bin sekiz yüz kırk çarpı bin sekiz yüz elli yedi?”

Rakamları gözümün önüne bile getiremedim ki ben sonucunu bileyim…

“Yedi milyon yüz otuz bin sekiz yüz seksen.” Dinlemedim gerisini. Rakamlar büyüdü. Milyarlar, trilyonlar, katrilyonlar, kentilyonlar ya da her ne haltsa… Benim anlamam gereken tek şey, Zeyra için bunun bir oyun olduğuydu.

“Bu sayı, ışık hızının…” Anlıyormuş gibi yapmama bile gerek yok. Kimse benden bunu beklemiyor. Galiba rakamlarla bana Aremp galaksisinin varlığını nasıl ispatladığını falan anlatıyordu. Ya da ben öyle olduğunu sandım. Sanacak başka bir şeyim yok ki.

Kurabiye tarifi verir gibi rahattı. Seyrettim. Gözlerini gördüm. Konuşurken, içindeki ışıkları… Bilgisayar gibi… Devreler… Diyotlar… Bilgiler ışık hızında siyah gözlerin içinde akıyordu. Bir de mutluluk. Konuşurken mutluydu. Hem de hiç görmediğim kadar. Bütündü. Tamamlanmıştı. O böyle var oluyordu.

Gözlerim diğer adamlara kaydı. Bir rock yıldızına hayranlık duyar gibi içiyorlardı her notasını. Tek bir rakamı kaçırmadan… Tek bir kelimeyi atlamadan…

Onlar anlıyorlardı, Zeyra ise buluyordu. Ben? Ben hiçtim. Ama bir şey olmam gerekmiyordu çünkü bu benim konum değildi. Ben az değildim, onlar fazlaydı. Çok fazla. Tamam. Umurumda değildi.

“İşte böyle yalnızım.”

Ne? Ne kaçırdım ben?

“Bir süre sonra…” pençeleri işaret etti, “onlar da anlamıyor. İşte o zaman evrende kendimi yapayalnız hissediyorum. Başım ağrıyor. Başım zonkluyor. İçinde dönüp duran bilgileri söyleyememek beynimi patlayacakmış gibi hissettiriyor.”

Oh Tanrım! Anlamıştım. Teoremleri ya da andesilyon, dodesilyonları değil ama… Zeyra’nın nasıl bir yalnızlık içinde olabileceğini anlamıştım.

“Ağrı çok arttığında… işte o zaman seni düşünüyorum. Gözlerin, bana bakışın, sevgi dolu oluşun, beni hiç bırakmayışın… Bu matematik değil. Bu, matematiğin aczi. Seni matematikle açıklayamıyorum. Rakamlarla tanımlayamıyorum. O zaman… Senin benden fazla olduğunu anlıyorum. Daha ileride, daha yüksekte… O zaman… yalnızlık duygum kayboluyor. Çünkü sen varsın. Benden iyisi. Benden fazlası…”

Dizlerinin üzerinde dikilip elini yanağıma koydu. “Bunu benim ruhuma işlediğinde beş yaşındaydım. Gerçekliğini zihnime kazıdığında da yirmi. Bedenin benimle olmasa bile, artık yalnız hissetmem ben. Artık korkmam. Bunun için sana çok teşekkür ederim.”