Perşembe Bölüm 3

Perşembe Bölüm 3

Hep böyle soğuk muydu bu ev? İçinden içeri girmek gelmiyordu iki haftadır. Yiğit’in eviydi burası. Yiğit’le evdi. O olmadan kendisi bir yabancıydı burada. Başkasının özeline girmekte olduğu duygusunu bastırmaya çalışarak yaktı ışıkları. 

“Ne yaptın sen kendine. Nasıl buraya getirdin karşılığını bile alamadığın bir aşkı?”

Bilmiyordu. Yiğit yanında olmadığında hiçbir şeyi bilmiyordu.

Sanki ilk kez görüyormuşçasına dolaştı odalarda.

Yatak odası. Kendisini Yiğit’e en yakın hissettiği yerdi. Örtüyü kaldırıp altına süzüldüğü anda her zaman onun kollarında olması kesindi. Sevişseler de sevişmeseler de arkasını dönmezdi Yiğit ona. Hep sarılır, kendi bedenine yakın tutardı karısını.

Gece su içmeye kalksa, Yiğit huzursuzlanırdı uykusunda. Yatağın boş yerine bilinçsizce uzanır, Selen’i arardı. O arayışı yanıtsız bırakmamak için kimi zaman su içmekten vazgeçip yatağa geri döndüğünü bilirdi Selen. Sığınırdı onun kollarının arasına. Sanki isteniyormuş gibi… Sanki seviliyormuş gibi… Böyle hissederdi.

Çalışma odası Yiğit’e aitti. Tasarımla ilgili kitaplar, dergiler doldururdu kütüphanesini. Tezgâh formunda büyük bir çizim masası iki duvarı boydan boya dolaşırdı. Altı kişinin aynı anda rahatlıkla çalışabileceği o masaya Yiğit yayılırdı. Bir yerde masaüstü bilgisayarı, bir yerde rulo halinde çizimleri, kocaman yazıcısı… Taslaklar… Kalemler… Cetveller… Tekerlekli koltuğuyla oradan oraya kayıp dururdu.

Pencere kenarında küçük bir masanın yanına iki koltuk yerleşmişti. Birisi kendisi içindi ama hiç kendisine ait olduğunu hissedememişti. Yiğit oraya oturur, dizüstü bilgisayarını açar, çizim dışındaki çalışmalarını onda yapardı. Epostaları, sosyal medya hesapları hep ondaydı.

Masanın üzerinde duran o bilgisayara gözü ilişip de yasak bir şey yapıyor olduğu duygusu içine çöreklenince hızla çıktı odadan.

İki oda daha vardı aslında ama yüklük gibi kullandıklarından kapıları bile açılmazdı.

Selen’in en çok yaşadığı yer salon ve mutfaktı. Mutfakta çok becerikli olduğundan değil… Yiğit mutfağa çok girmediğinden, biraz daha Selen’e ait gibiydi.

Salon ise Yiğit çalışırken Selen’in onu beklediği yerdi. Malum Perşembe günlerinde yirmi dört saatin bitmesini sabırla beklediği yer. Oturma grubu, televizyon, müzik seti, küçük bir kütüphane… Bir bekleme salonunda oturanları oyalayacak şeylerdi sanki.

Televizyonu sadece Yiğit açarsa seyrederdi. O aptal kutudan nefret ediyordu. Kendi evindeyken o kutuya yer vermemişti bile. Buradaysa müzik seti favorisiydi. Hafif bir müzik eşliğinde kitap okurdu Selen. Evin içinde kendisi için yaptığı tek şey buydu.

Kendisine kütüphane oluşturmak içinden gelmemişti. O yüzden kitaplarını ikinci el alır, okuduktan sonra daha düşük bir fiyata geri vererek yenilerini alırdı. Şu ana kadar bu evin bütün duvarlarını dolduracak kadar kitap okumuş olduğunu Yiğit’in fark ettiğini bile sanmıyordu.

Kendisinin fark etmediği şeyse, son dört yılda Yiğit’in dışında bomboş kalmış olduğuydu.

Çenesindeki titreme, bir felaket habercisi gibi kapıyı çalıyordu. Ağlamak istemiyordu. Ağlamak, bütün sırların dışa vurumu olacaktı. Yanlış olduğunu, eksik kaldığını, hata yaptığını yüzüne çarpacaktı.

Yiğit’in hiç uyanmayabileceğini fark ettiği an, çıplak gerçekler etrafını sarmıştı. Oysa Yiğit’in varlığı örterdi onları. Bu ev sıcacık olur, koltuk gözüne sevimli görünür, onun geliş saatinde heyecanlı bir bekleyişe dönüşen duygularına ev sahipliği yapardı.

Yiğit olmayınca soğumuştu ev. Hayatı da öyle… İçinde hissettiği aşkı da öyle…

“Ölürse elinde sadece yok olan dört senen kalacak.”

‘Hayır! Ölmesin! Lütfen ölmesin.’

“Kendine sahip çıkmaya başlaman gerek. Tükeniyorsun.”

‘Sonra. Sonra düşünürüm. O uyandıktan sonra. Söz veriyorum, sonra hesaplaşacağım kendimle. Gerekirse gideceğim. Ama lütfen… Şimdi değil.’

Telaşla çalışma odasına gidip Yiğit’in bilgisayarını aldı. Bir şifresi olup olmadığını bile bilmiyordu. Salonda orta masanın üzerine bırakıp kendisine bir kahve yapmak için mutfağa gitti.

Bugüne kadar Yiğit’in özeline hiç girmemişti. Şimdi de bunu yapabileceğine emin değildi.

Kahveyi masaya bırakıp biraz daha oyalanmak için Yiğit’in kazadan önceki gün kapının önüne bırakmış olduğu faturaları eline aldı, göz gezdirdi. Faturalar otomatik ödemede olduğundan telaş etmesi gereken bir durum yoktu. Yine de alışkanlıkla sınıflamaya başladı.

Telefonlar… Elektrik… Su… Elektrik… Elektrik? Uydu… Su? İnternet…

Elektrik ve su faturalarının ödeme tarihlerine baktı. Hepsi bu ay içindeydi. Neden ikişer taneydi ki?

Adres kısmına baktığı an, iki tanesinin Yiğit’in adına başka bir eve ait olduğunu fark etti. Okuduğu adresi algılamaya çalışan gözleri, sadece kayan satırları görüyordu.

Yüreğini sıkıştıran elin biraz baskıyı gevşetmesini diledi… Yoksa nefes alamayacaktı. Nefesini derin derin içine çekip görüşünü netleştirmeyi başardığında, adresi tanıdığını fark etti.

Yiğit’in eski eviydi bu. Birlikte yaşamaya başlamadan önce oturduğu ev. Selen hiç görmemişti o evi. İşe girdiğinden bir süre sonra onun buraya taşındığını biliyordu. Ama o evi hala tuttuğunu bilmiyordu.

Neyi biliyordu ki?

“Senden gizlese faturalar burada olmazdı.”

Gizlemek değil. Selen’in bilmesine gerek duymamıştı. Bu daha ağır geliyordu.

İçindeki duygulara şaşırdı. Haddini bilen Selen bunu öylece kabul ederken şimdi neden sorgulama yapıyordu?

Elindeki faturaya dalgın dalgın bakarken evde daha fazla kalmak istemediğini hissetti. Yiğit’in bilgisayarını da alarak evden çıktı.

Biraz arabayla dolaşmak, nefes alabilmek istiyordu. Kendisine ait bir şeyler hissetmek istiyordu. İçindeki eğretiliğin bir an için kaybolmasını diliyordu…

Amaçsızca dolaştığı yolların kendisini nereye getirdiğini fark ettiğinde şaşırmadı. Faturadaki adresteydi. Karanlık, ağaçlarla dolu bir sokakta… Yiğit’in evi sokaktaki müstakil evlerden biriydi. Bahçe içinde iki katlı bir yapıydı. Bahçenin etrafı demirlerle çevriliydi.

Evin içinde hiç ışık yoktu. İçindeki rahatlamayı bilinçaltına geri itti.

Ay ışığı terası ve bahçeyi aydınlatıyordu. Öyle güzel bir evdi ki Yiğit’in bu evden neden çıkıp da bir siteye taşındığını anlayamadı. Hele ki burası hala kendisine aitken…

Tam karşısında, ağaçlar arasında insanı kendisine çağıran bir park vardı. Arabadan inip kilitledi ve parka yürüdü. Sokak lambaları parkın içerisine de yerleştirilmiş olduğundan güzel bir loşluk yaratılmış ve parkın ürkütücü olmasının önüne geçilmişti.

Önüne gelen ilk banka oturdu. Bakışlarını gökyüzüne çevirip coşkulu parıltılarını yeryüzüne sunan yıldızlara baktı.

Çok güzeldi. Tek bir bulutla lekelenmemiş gökyüzü, insana sonsuz bir özgürlük duygusu veriyordu. Yiğit’in terasından hem bu park hem de gökyüzü mükemmel görünüyor olmalıydı.

Yıldızlara bakmayı çok severdi Yiğit. Bazen saatlerce hiç konuşmadan gökyüzünü seyrettiği olurdu. Özellikle tatile gittiklerinde kumsallarda yapardı bunu. Sanki her bir yıldızı tek tek tanımaya çalışıyor gibiydi. Selen kumun üzerinde ona sarılmış yatarken uyuyakalır, uyandığında onu aynı şekilde bulurdu.

“Astronomi okumalıymışsın sen,” demişti bir keresinde. Ender dudak kıvırılmalarından birisi ödülü olmuştu bu cümlesinden sonra. “Haklısın,” demişti Yiğit. “Belki okusaydım her şey daha farklı olabilirdi…”

Üşümeye başladığını fark ettiğinde aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Ama gitme zamanıydı. Banktan kalkıp yüzünü eve döndü. Çok güzeldi. Burası tümüyle çok güzeldi. Ayaklarını sürüyerek arabasına yürüdü.

Gidecek bir yeri yoktu. Gitmek istediği bir yer de yoktu. Sadece Yiğit vardı. Arabayı çalıştırıp hastaneye giden yöne saptı.

Gece nöbetindeki hemşireler Selen’i gördüklerine şaşırdılarsa da bunu belli etmeyecek kadar profesyonellerdi. Hafif bir baş selamı ardından odaya girdi.

“Ben geldim aşkım. Özledin mi beni?”

Elindeki bilgisayarı masanın üzerine bırakıp yatağın kenarına oturdu. Uyuyormuş gibi görünen kocasını mutsuz gözlerle seyretti bir süre.

“Beni bırakmazsın değil mi Yiğit?”

Sanki suskunluğu bir onaymış gibi ‘Bırakmam,’ dediğini düşündü duyuları. Rahatladı.

“Baban epostalarını kendisine göndermemi söyledi. Bilgisayarını getirdim evden. Bunu senin yanında yaparsam kendimi o kadar da kötü hissetmem diye düşündüm.”

Kalkıp bilgisayarı aldı ve sandalyeye oturdu. Kapağını açıp güç düğmesine bastı.

“Şifre koymadığını umarım. Çünkü eğer varsa, bunun ne olabileceği hakkında bir tahmin bile yapamam.” Küçük bir kahkaha fırladı dudaklarının arasından. “Benimle ilgili bir şey olmadığı konusunda bahse girebilirim ama.”

Neden birden bire ilişkilerinin doğası gözüne batmaya başlar olmuştu ki? Yiğit’in hiç uyanmama ihtimali miydi bilincindeki dengeleri değiştiren? O ölürse yüzleşmek zorunda kalacağı gerçeklere yumuşak bir geçiş çabası mıydı aslında?

Dikkatini bilgisayar üzerine yoğunlaştırmaya çalıştı. Şifre yoktu. Doğrudan masaüstü gelmişti ekrana.

Eposta programını tıklayıp açılmasını bekledi. Alışkanlıkla Belgelerim klasörünü tıkladı bu arada. Bu onun kendi bilgisayarında hep yaptığı şeydi. Klasör, tek bir dosya dışında boştu. Zeyra yazıyordu dosya ismi olarak. Ne demekti acaba?

Bilinçsiz bir tıklama yaptı dosya üzerinde. Açılan programı tanımıyordu. Advanced Diary. Diary günlük değil miydi?

Kaşları çatıldı ve yanlış bir şeyler yapmakta olduğu duygusuyla eli kapatma düğmesine gitti. Basamadan karşısına çıkan yazıyı gördüğü an, bedeni bütün fonksiyonlarını yönetme yetisini yitirmiş gibi kaskatı kesildi.

Bunayacak kadar yaşarsam, bu Günlük, her ayın üçüncü Perşembe günü Zeyra’ya gitmem gerektiğini hatırlatsın bana

Bilgisayarın kapağını sert bir şekilde kapatarak korkuyla Yiğit’e bakarken çıkan sesin bütün katta duyulduğuna yemin edebilirdi.

“Özür dilerim,” diye fısıldadı kocasına, sanki duyacakmış gibi. “Çok özür dilerim, bilerek yapmadım. Bilerek asla yapmam.”

Telaşla sandalyeden kalkıp bilgisayarı zehirli bir böcekmiş gibi gömme dolabın içine koydu, kapağı sıkı sıkıya kapattı. Açılmayacağından emin olabileceği kadar uzun bir süre dolap kapağından ayrılmadı gözleri. Sonra geriye dönüp sandalyenin ucuna ilişti.

Ellerini nereye koyacağını bilemeden saçma sapan hareketler yaptı. Bedeni üzerinde tüm kontrolünü yitirmişti sanki. Bütün binayı inletecek bir çığlık atmamak için elini ağzına bastırdı ve yanaklarından aşağı süzülen damlaların ıslaklığından ağlamakta olduğunu fark etti.

“Bir şey görmedim, gerçekten. Yani okumak için ikinci sayfaya geçmedim. Bunu asla yapmam inan bana. Sadece girişe yazdığın açıklamayı gördüm. Zeyra ve Perşembe kelimelerini gördüm, o kadar. Yemin ederim başka bir şey görmedim.”

Yiğit’in kendisini duyamayacağı bilincine yükseldiğinde, zırvalamaktan vazgeçip sustu ve gözyaşlarına hıçkırıkların eşlik etmesine izin verdi. Yiğit bunu da duymayacaktı nasıl olsa. Ağlamakta, yaşadığı şoku özgürce yansıtmakta özgürdü.

O da ağladı.

Her şeyin o an değişmiş olduğunu yüreğinin en derininde biliyordu. Kaybettiğini biliyordu. Artık eski Selen olması mümkün değildi. Ezik, suskun, yetinen Selen bilgisayarın ekranına baktığı an sonsuza dek kaybolmuştu. Biletini kesmişti.

Artık o Perşembe’nin bir adı vardı. Zeyra. Belki bir kadın, belki bir yer. Ama kadın olduğunu biliyordu. Hissediyordu.

Kulaklarında çınlayan sesin Yiğit’in sesi olduğunu anlaması biraz zaman aldı. Durmaksızın aynı şeyi söylüyordu. ‘O Perşembe bana ait. Sadece bana.’

Bu cümledeki sahiplenmeyi şimdi anlıyordu. O Zeyra’ya aitti.

Dindi hıçkırıkları. Gözyaşları durdu. Bedenindeki serseri titreme duruldu. Gözlerinin içindeki korku, yaşam ışığını da beraberinde götürerek kayboldu.

“Geri mi döndün?”

Evet. Dönmüştü. Çünkü ölmüştü. İçindeki tüm heyecan, coşku ekranda okuduğu satırın vurduğu bıçak darbesiyle bedeninden akıp gitmişti.

Yerinden kalkıp kocasının yanına yaklaştı. Elini tuttu.

“Benim biraz düşünmem gerek Yiğit. Yalnız kalmam gerek. Gitmiyorum. Sen uyanana kadar gitmeyeceğim. Sen iyi olana kadar yanında olacağım. Ama şu an… Kendimle barışmam gerekiyor.” Bir süre daha bakıp “Hoşça kal” diye fısıldadı ve odadan çıktı.