Perşembe Bölüm 4

Perşembe Bölüm 4

Ahmet, oğlunun doktoruyla konuştuktan sonra içindeki umut biraz daha beslenmiş olarak odaya geri döndü.

Selen’in gecenin bir yarısı buraya gelip sonrasında iki gün boyunca görünmediğini söylediklerinde dehşete düşmüştü. Ne evindeydi ne de cep telefonu açıktı. Ama her gün arayarak hemşirelerden Yiğit’le ilgili bilgi almıştı.

Ahmet ona ulaşabileceği hiçbir akrabasını ya da arkadaşını bilmiyordu. O yüzden, o günden sonra oğlunun başında kendisi beklemişti.

Bugün Selen’in gidişinin onuncu günüydü ve Ahmet neredeyse aklını kaçırmak üzereydi. Gelinin kapıdan içeri girdiğini gördüğü an, ilk hissettiği büyük bir rahatlama oldu. Sonra kızgınlık, sonra da şaşkınlık… Bunların hepsini neredeyse aynı anda hissetti.

Selen değişmişti. Bu değişikliğin adını koyamıyordu ama gözlerine ilk tanıştıkları günkü güven gelmişti.

“Merhaba efendim.”

“Merhaba kızım. Döndüğüne sevindim.”

Gözleri nasıl olduğunu anlamak istercesine bir süre kocasının üzerinde gezindi. Tek anladığı, hala uyanmamış olduğu ve kalp ritminin düzgünlüğüydü. İçeri girmeden konuştuğu hemşire de zaten beklenen gelişmenin olmadığını söylemişti.

“Habersiz gittiğim için çok üzgünüm. Size söylemem gerektiğini düşünemedim. Aklıma geldiğinde de aradan çok zaman geçmişti.”

Eğer gelinini bu kadar iyi görmeseydi Ahmet kızgınlığını ona yansıtabilirdi. Ama bu on günde her ne olduysa Selen’e iyi gelmişti. Onun adına sevindiğini fark etti.

“Çok iyi görünüyorsun.”

“İyiyim.” Gözleri bir an için bile Yiğit’in üzerine kaymamıştı bunu söylerken.

“Bilmem gerektiğini düşündüğün bir şey var mı?”

Gülümsedi Selen. Gözlerinin içiyle. Tıpkı iş başvurusundaki gibi…

“Hayır efendim. Sadece biraz yalnız kalıp düşünmeye ve hayatımı gözden geçirmeye ihtiyacım vardı.”

Bir süre aklındakini nasıl dile getireceğini bilemedi adam. Böyle durumlarda lafı dolandırmamayı yeğlerdi.

“Kalacak mısın?”

Kızın gözlerindeki ışığın gölgelenmesini okuyacak kadar da deneyimi vardı.

“Yiğit uyanana kadar onu yalnız bırakmayacağım efendim. Lütfen aklınız onda kalmasın.”

Yiğit uyanana kadar… Sustu adam. Belki de doğrusu buydu. Onun yeniden gülümsediğini gördüğünde bunu anlamıştı.

“Peki, o halde ben yine ikinci derece aile üyesi sınıfına dâhil olduğuma göre gitmem gerekiyor. Bir ihtiyacın olursa… Veya yalnız kalmaya ihtiyaç duyarsan…” bir süre durup kırgınlığını suskunluğuna yükledi, “lütfen beni ara.”

Kızın kızaran yüzüne hoşnutlukla baktı. Akıllı kızları severdi.

“Bir daha olmayacak efendim.”

“Biliyorum,” diyerek odadan çıkarken, içi rahattı.

Selen bir süre kapanan kapıya dalgın gözlerle bakıp içindeki burukluğun dinmesini bekledi.

Bir ağaca takılıp kalmış uçurtma gibiydi. Geldiği yere dönemiyordu. Ağaçtan kurtulup tekrar yoluna devam edebileceğine emin olamıyordu. Gideceği yerin neresi olduğunu bilmiyordu.

Yatağa dönüp ipini elinde tutan adama baktı, gidip yanındaki sandalyeye oturdu. Sakallarını tıraş etmişlerdi. Sanki gerçekten sadece uyuyor gibiydi.

Dört senedir ilk defa ona, kaybetmekten korkmadan bakabiliyordu ve bu ona inanılmaz bir özgürlük duygusu veriyordu.

“Sanırım seni hayatımın sonuna kadar seveceğim,” diye fısıldadı. Kendine itiraftı bu. Onu görmenin kalbine, beynine işlediği gerçekti.

“Arabaya binip bilmediğim bir yola gittim. Bilmediğim bir kasabada bilmediğim bir pansiyona yerleştim. Bilmediğim insanlarla zaman geçirdim.”

Bilmemek çok iyi gelmişti. Çağrışımlardan uzak, başıboş bırakabilmişti düşüncelerini.

“Sen hayatıma girmeden önceki Selen’i hatırladım onların arasında. Yirmi iki yaşına kadar özgür, kendine güveni tavan yapmış, geleceğine umutla bakan kızı…”

Güzeldi. Hatırlıyordu bunu. Kıvırcık saman sarısı saçları, düzgün burnu, ince uzun yüzü, sıcak kahverengi gözleri ve düzgün fiziğiyle dönüp tekrar bakılırdı. Ama en çok da ruhundan fışkıran yaşam enerjisine bakılırdı. Güzel demek yetmez, capcanlı diye eklerlerdi onu anlatırken.

Şımartılmamıştı. Onu her zaman kendileriyle eşit gören ailesi, bebekliğinden bu yana olgun bir küçük insanla birlikte yaşamışlardı evde. Mutlu, huzurlu, sakindi.

Akıllıydı. Nedenleri merak eder, yanıtların peşinde koşar, soru işaretlerine savaş açardı. Ulaşılmaz kavramına yaşamında yer vermezdi.

Sevgi doluydu. O kadar çok ki hem de, nereye saçacağını bilemezdi sevgisini. Çiçeklere, böceklere, hayvanlara, insanlara… Sahip olduğu eşyalara bile isimler takarak onlara can verirdi. İlk iki tekerlekli bisikletinin adı Sarışın idi mesela. Rengine vurulmuştu bir dergide gördüğünde. Babası da arayıp tarayıp bulmuştu Sarışın’ı ona.

Kavgadan, tartışmadan hep uzak durmuştu. Dünya üzerindeki bütün anlaşmazlıkları çözecek kelimelerin var olduğuna inanırdı. Bu yüzden de onun olduğu her ortam kendiliğinden sakin bir limana dönüşürdü.

Hayatında çözemediği tek sarsıntı Yiğit’in gözlerinden süzülmüştü ruhuna. Aşkın nedeni olur mu? Ona baktığı anda Selen’in içindeki bütün dengeler pılılarını pırtılarını toplayıp uzaklaşmışlardı yaşamından.

Asansörden inip masasının önüne gelene kadar öylece bakmıştı genç adama. Yiğit’in baktığını görmeyen bakışları da Selen’e takılmış, duraklamıştı önünde. Baştan aşağı süzme, değer biçme yoktu. Sadece gözler. Selen Yiğit’e bakmıştı, Yiğit Selen’e.

Sonra gitmişti. Gözlerinde tek bir duygu belirmeden… Ve Selen, tanımadığı bir dünyaya adım atmış olarak bir daha ne yaptığını hiç bilememişti.

“Seni gördüğüm an ne oldu o kıza, hala bunu bilmiyorum. Hiçbir şey yapmamıştın ki. Senin hiç suçun yok. Sen sadece sen oldun. Hiç yalan söylemedin, hiç oyun oynamadın. Ben yaptım bunu. Sana baktım ve ben olmaktan çıktım. Kendimi bırakıp sen oldum.”

Bu aşk değildi. Bu, sağlam, sağlıklı bir duygu değildi. Karşılıklı bile değildi.

Ama o andan sonra Selen için nefes almak Yiğit’ti. Varlığını tümüyle Yiğit’e sunduğunu belli etmek için özel bir şey yapmamış, ama bunun anlaşılmasından da çekinmemişti.

Yiğit dışında herkesin alay konusu olmuştu onun bu duyguları. Umursamamıştı. Umursayıp kirlenmemişti. Ahmet Bey bile garip garip kendisini gözlemlediğinde utanmamıştı. Gururla sahip çıkmıştı duygularına.

Öyle ki bir süre sonra herkese normali bu gibi gelmişti. ‘Selen Yiğit’e tapar’ tanımlaması şirketin yazılı olmayan kuralları arasına girmişti.

“Senin ise umurunda değildi. Bir kızın sana bu kadar âşık olması içinde tek bir duygu uyandırmadı değil mi? Ne gurur, ne heyecan, ne sıkılma… Bana hiçbir mesaj vermedin. Terslenmedin, gülümsemedin.”

Ama Selen’i hiç itmemişti de. Birlikte çalıştıkları üç ay süresince onun kendisine adım adım yaklaşmasını sadece seyretmişti. Her gün bir adım daha atmıştı Selen. Sonunda da önünde durup dudaklarına uzanmıştı.

İlk öpücüğüydü. Nasıl yapacağını bile bilememişti. Yiğit göstermişti ona. Dakikalar boyu öpmüştü Selen’i. Dokunmadan. Değişmeden.

Ama Selen değişmişti. Dünyası tepetaklak, pembe bir toz bulutuna gömülmüştü. Dört sene boyunca hiç kalkmayacak olan perde gözlerine işte o an inmişti.

Yiğit’in gözlerinde heyecan yerine hala aynı uzaklığın olduğunu fark edememişti.

“Karşı çıkılmamayı istenmek sandım. İtilmemenin çekilmek olmadığını bilemedim.”

Bir damla yaş göz pınarından aşağı süzüldü.

“Neden beni engellemedin Yiğit?”

Bunun yerine yeni bir eve taşınmış, dekorasyonu da Selen’e bırakmıştı Yiğit. Sadece bir sekreter olmasına rağmen, onun evi için renkler, mobilyalar seçmiş, bunları Yiğit’e göstermiş, onayladıklarını almış, yerleştirilmesini sağlamıştı.

İş çıkışında o eve birlikte gitmek de yazılı olmayan kurallara böyle girmişti işte. Eksikler bir bir tamamlanırken Selen’in çemberi de giderek Yiğit’in etrafında daralmış, sonunda “Benimle sevişmeni istiyorum,” demişti.

“Neden yatağına girmeme izin verdin?”

O gün, ertesi gün, sonraki gün, her gün. Bir gün hariç her gün…

Dışarıdan bakıldığında değişen tek bir şey yoktu. Selen âşık, Yiğit kayıtsızdı. Ama kurallara iş çıkışı eve gidip sabaha kadar sevişmek de eklenmişti.

“Konuşmuyordun bile benimle. Kendinle ilgili hiçbir şey anlatmıyordun. Merak etmiyor, sadece anlattıklarımı dinliyordun.”

Bir de Selen’i seyrediyordu. Onu sık sık kendisine dalıp gitmişken yakalardı ve gözleri karşılaştığında, adam uzanıp öperdi genç kadını. Cinsel her türlü uyarımdan uzak bir öpücük olurdu bu. Dudaklarını içer gibi. Teni tenine karışıp yoğrulacakmış gibi. Gerçekliğinden emin olmak istermiş gibi.

“Öyle küçük şeyler vardı ki arada, bana olan sevginin ipuçları sanırdım onları. Uykunda bana sarılmanı, beni yanından hiç ayırmamanı, farkında bile olmadan gözlerinin bana kayışını…”

“Başımı dolabın kenarına çarptığımda kanı gördüğün anda beni kucaklayıp hastaneye götürüşünü ve orada ortalığı kasıp kavuruşunu hiç aklımdan çıkaramıyorum mesela… Dikiş atan doktor canımı acıtırsa diye onu tehdit etmene inanamamıştım. İki gün kucağından indirmemiştin beni. Prenses gibi hissetmiştim kendimi.”

“Lanet olsun sana Yiğit, bu sevgi değilse ne?”

Yaşlar gözlerinden pıtır pıtır aşağı yuvarlanırken akan burnunu çekti defalarca.

“Ben yanlış anladım herhalde sevginin ne olduğunu. Sevdim sandım, sevdin sandım.”

Hiç konuşulmadan, teklif edilmeden Yiğit’in evinde yaşar olmuştu Selen. Hele ki Perşembe’nin kabulünden sonra neredeyse hiç evine gitmemişti. Yiğit ‘siz o tek günde bile onun evinde beklemişti onu.

Bir gün elindeki telefon faturasına bakarken, “Evlenirsek kendi evine boşuna kira ödemek zorunda kalmazsın,” demişti genç adam. Öylesine. Selen’e bakmadan…

Dakikalarca kendisine gelemediğini şimdi bile hatırlıyordu.

“Ne eziğim değil mi? Sanki Paris’te Eiffel Kulesi’nden aşağı ‘Benimle evlenir misin?’ yazılı bir pankart sarkıtmanla eşdeğerdi benim için teklifin. Oysa elinden sarkan sadece bir kâğıt parçasıydı.”

Kabul edip etmediğini bile sormamış, ertesi gün işlemleri başlatmıştı genç adam. Bir hafta sonra da aile arasında kıyılan bir nikâhla Yiğit’in karısı olmuştu Selen.

“Mutluydum Yiğit. Zavallı ve mutluydum. Bütün hayatımı bu şekilde geçirebilirdim.”

Gözlerini kuruladı. Burnunu çekerek derin nefesler aldı. Sandalyenin üzerinde dimdik ve kararlı bakışlarla oturmuş hayatındaki en önemli adama bakıyordu.

“Ama artık ben yokum. Çünkü senin sadece sana ait olan bir Perşembe günün var. Belki Zeyra bir kadın değildir. Belki ben kurgulamışımdır her şeyi. Ama bu, bana ne yaptığımı gösterdi.”

“Beni kendince seviyorsan bile, ben bu ezik halimle sevilmek istemiyorum. Gerçek halimle, olduğum gibi sevilmek istiyorum.”

Cebinden bir kâğıt çıkarıp gözlerini dikti. Açmamıştı bile.

“Buraya bütün duygularımı yazdım. Sen söz konusu olduğunda kendime güvenemiyorum. Uyandığında gözlerine bakarak konuşamayabilirim. O yüzden bunu sana vereceğim. O zaman kadar da…”

Daha fazla konuşmanın bir anlamı yoktu.

“Neyse. Aklımı kurcalayan son bir şey var. Bununla ilgili ne yapacağımı bilmiyorum.”

“Demişsin ki… Yani öyle yazmışsın… Perşembe günü Zeyra’ya gitmen gerekiyor. Bu senin için o kadar önemli ki, yaşlandığında gitmeyi unutmaktan korkup önlem almışsın. Ama komaya girebileceğini hesaplayamamışsın.”

“Bugün Pazartesi. Ayın üçüncü haftası. Üç gün sonra Zeyra’ya gitmen gerekiyor ki bunu yapamayacaksın. Bense bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum.”

“Şimdi önümde iki seçenek var. Biri, oturup bekleyebilirim. Diğeri, Zeyra’nın ne olduğunu ve senin için yapabileceğim bir şey olup olmadığını anlamak için günlüğünü okuyabilirim.”

“Eğer hayatında kalacak olsaydım, oturup beklerdim. Ama gideceğim için, okumamın seni ne kadar rahatsız edebileceğine karar vermem yeterli.”

“Rahatsız olacağını biliyorum. Ama kendine not yazmışsın! Baksana unutma lüksün bile yokmuş. Bu yüzden, hiddetini göze alıyorum Yiğit. Eğer bu bir hataysa, şimdiden özür dilerim. Tek korkum, okuduktan sonra dört yılım için kendimi asla bağışlayamayacak olmak…”