Perşembe Bölüm 2

Perşembe Bölüm 2

Yiğit’in babası Ahmet Ünsal içinde hiç yitirmediği umuduyla odanın kapısına geldiğinde, içeride göreceği manzarayı çoktan biliyordu. Oğlu yatakta, gelini de hemen yanı başında olacaktı.

Bir an, kızın kendisine ait bir hayatı olup olmadığını merak etti. Sanki tüm yaşamını kocasına adamış, onsuz tanımlanmayı reddetmiş gibi gelirdi Ahmet’e. Hem de en başından beri.

İçeri girmeden kapı önünde bir süre durup gülümseyen bir adama dönüşmeye çalıştı. Oğlu için değil ama gelini için bunun yapmak zorundaydı.

Selen’i severdi. Güzel bir kızdı. Sarı, kıvır kıvır saçları beline kadar uzanırdı. Zayıf olmasına çalışmadığı balıketi düzgün bir vücudu vardı. Ama bunu göstermek için çaba harcamazdı.

Akıllıydı. Öyle ki, adayların arasında o cin gibi gözleri ve kendine güvenen yüzdeki hoşnut gamzeleri gördüğünde diğer başvurulara bakmaya gerek bile duymamıştı.

Şirkete sekreter olarak başladığı ilk gün gözleri oğluna kilitlenmiş, bir daha da çözülmemişti. Yiğit’in onca kayıtsızlığına rağmen inancını hiç yitirmemişti. Sonunda da Yiğit’in kapalı duvarlarının içine sızmayı bir şekilde başarmıştı.

Gelinini bu yüzden hep takdir ediyordu Ahmet. Ama acıyordu da. Kırıntıları lezzetli bir ziyafetmişçesine kabullenmesine sinirleniyordu.

Her kadın aşkla sevilmeliydi. Kayıtsız bir kabullenişle değil.

Ama Yiğit buydu. Ya da üniversiteden sonraki beş senede buna dönüşmüştü. Nedenini bilmiyordu Ahmet ama yirmi üç yaşına kadar hayat dolu olan oğlunun bir yerlerde kırıldığını fark etmişti. İçindeki yaşam arzusu sönmüş, Selen şirkete başlayana kadar da formaliteleri yerine getirmek dışında bir gereksinim duymamıştı.

Selen’e âşık değildi Yiğit. Selen’in aşkını karşılıksız bırakmama formalitesini de yerine getirmişti sadece. Onu duvarlarının içine kabul etmiş, ama kendisi dışarı çıkmamıştı.

Selen mutluydu. Yiğit kayıtsızdı. Ahmet nerede hata yaptığını bilememenin üzüntüsüyle sadece bir seyirciydi.

Melike hayatta olsaydı, oğluna ulaşabilirdi belki. Karısının ölümüne işte en çok bu yüzden isyan ediyordu. Kendisini yalnız bırakmıştı, tamam… Ama oğlunu bırakmasına içerliyordu. Sanki kanser olmak onun seçimiymiş gibi…

Derin bir nefes alıp kapıyı açtı. Gözleri bir umut oğluna yöneldiyse de değişen bir şey olmadığını anlamak için uzman doktor olmasına gerek yoktu.

“Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk kızım. Nasılsın?”

Mahzun gözler yatağa dönüp yanıtı orada aradı. Yiğit iyi değilse, Selen iyi değildi.

“İyiyim. Buyurun böyle oturun.”

Hala patronuyla konuşur gibiydi. İlk iki sene sadece oğlunun sevgilisiyken böyle olmasını anlardı da sonraki iki sene artık gelini olarak biraz daha farklı davranması gerektiğini düşünüyordu.

Yatağın yanındaki sandalyeye otururken, ‘belki de Yiğit’in karısı ve benim gelinim olduğuna kendisi de inanmıyor,’ diye geçirdi içinden. Bu düşünceyle içi sızlayarak gelininin elini tuttu.

“Sen benim kızımsın, biliyorsun değil mi Selen?”

Şaşkın kahve gözler ürkek ışıltıyı saklayamadan Ahmet’e yakalandı, ama hemen bir perdenin ardına gizlendi.

“Elbette.” Elini çekti.

Yalan söylüyordu. Ait değildi. Ahmet’in hiçbir şeyi gibi hissetmiyordu kendisini. Yabancıydı. Ahmet bunu onun her nefesinde hissediyordu.

İncitici bir duygu olmalıydı ait hissetmemek. Selen’in gözlerinde gördüğü o eğretilik bu yüzdendi. Yiğit’le karşılaşmadan önce yoktu, biliyordu. Ondan gizli gizli hoşlanırken de yoktu. Ne zaman sevgili olmuşlardı, işte o andan sonra Selen hep böyle bakmıştı… Eğreti.

Konuşacakları bir konuları yoktu. Tek ortak noktaları Yiğit’ti ve hep birlikteyken de Ahmet oğluyla sohbet ederken Selen eşlik ederdi. O yüzden şimdi genç kadını hiç tanımıyor olmanın huzursuzluğunu hissediyordu.

İşten bahsetmek en kolay çözüm gibi geldi bir an. “Yiğit’e gelen epostalara bakma imkânın var mı Selen?”

Şaşkın gözler bir an Ahmet’in üzerine takılı kaldı. Yiğit’e gelen epostalar… Yiğit’e ait bilgisayar…

“Şey, var elbette. Bilgisayarı evde. İsterseniz getireyim bakın.”

Sınırı geçmeye korkmak gibiydi üzerine sinen çekiniklik. Bu kız Yiğit’e ait bir bilgisayara bakmaya bile hak görmüyor muydu kendinde?

“Gerek yok, sen bak, bana Dolfin Grup’la ilgili yazışmaları yönlendir, Yiğit uyanana kadar bir atlama yapmış olmayalım.”

Tedirginliği ellerini ovuşturmasından apaçık belli olan gelini, kendi içinde bir savaş verdikten sonra, sekreter ruhuyla “Otelin üç boyutlu çizimlerini tamamlamıştı en son. Onları da kopyalayıp getirmemi ister misiniz?” diye sordu.

Geliniyle sekreteri ne kadar farklı iki insandı. Biri ürkek, diğeri özgüvenli…

“Onlar Yiğit’in çizimleri. Uyandığında kendisi yapar sunumunu.”

Biraz olsun umut vermek istemişti genç kadına. Yiğit’in uyanacağına inanmasını istemişti. Kendisi de inanmak zorundaydı. Umut edemezse, bugünle yarının bir farkı kalmazdı.

Dönüp oğlunu seyretti bir süre. İçinde bir yerlerde, oğlunun uyanmak için hiç çaba harcamıyor olduğu korkusunu duymaktan nefret ediyordu. Ama o korku hep vardı. Yiğit yaşamak istemiyordu. Şimdi değil, dokuz senedir istemiyordu.

‘Yirmi üç yaşındayken ne oldu Yiğit? Neyi yitirdin?’

Vicdan azabı kalbini sıkıştırarak kendisini belli etti. İyi bir baba olamamıştı. Yeterli değildi. Onun ne yaşadığını fark bile edememişti. Şirkete gelip mimar kadrosunun en altından başlamaya karar verdiğini söylediğinde mutlulukla kabullenmiş ama hayta oğlunun birdenbire neden durulduğuna kafa yormamıştı.

Tüm bunlara sadece son on beş gündür dikkat etmeye başladığını bilmek, içindeki yetersizlik duygusunu daha da artırdı. Uzanıp oğlunun elini tuttu.

‘Özür dilerim oğlum.’

Baba ile oğulu uzaktan seyreden Selen, ikisinin arasındaki benzerliğe bakıp, Yiğit’in bundan yirmi beş sene sonra nasıl görüneceğini bildiğini düşündü. Aynı babası gibi olacaktı. Ama iki haftadır Ahmet Bey elli yedi yaşından çok daha fazla gösterir olmuştu.

Bugün onun ne demek istediğini aslında çok iyi anlıyordu Selen. Bunu bir hediye olarak görüp kabullenmek, onun güven veren varlığına sığınmak ne kolay olurdu. Ve ne huzurlu… Ve nasıl da yalan…

Kendisine ait olmayan bir erkeğin babası da ona ait olamazdı. Bu odada sadece Selen Yiğit’e aitti, o da onun talep ettiği kadarıyla. Ya da etmediği kadarıyla…

Zorla yamamıştı kendisini Yiğit’e, biliyordu. Ona olan aşkını ilk andan itibaren ortaya döküvermişti. Yiğit sadece bakıp susmuştu. Hiçbir duygu uyandırmamıştı onun içinde Selen’in aşkı. Gurur bile duymamıştı. Ama itmemişti de.

Selen kendisinden verdikçe sadece seyretmişti. İlgisini, hayranlığını, heyecanını… Tepki göstermemişti.

Rahatsız olduğunu ya da bu ilgiyi istemediğini belli edecek tek bir hareketinde giderdi Selen. Ama Yiğit bunu da yapmamıştı. Selen de bunun umuduyla devam etmişti duygularını özgürce büyütmeye.

İlk öpücüğü Selen vermişti Yiğit’e. İlk dokunuşu Selen başlatmıştı. Onu yatağa Selen götürmüş, ilk erkeği olmasını istemişti.

Yiğit bunların hepsini yapmıştı. Kayıtsızlığı ruhundaydı, davranışlarında değil. Özen göstermişti Selen’e. Onun mutlu olmasını istemişti. Canını yakmadan sevişmek için çok dikkat etmişti.

Sadece bunların hiç birisini Yiğit talep etmemişti.

Yiğit’in evinde kalmaya başlaması… Eşyalarının bir kısmını onun gardırobunda bırakması… Banyosuna kişisel bakım ürünlerini yayması… Hep Selen idi bunları yapan. Yiğit karşı çıkmamıştı.

Gündüz işyerindeki mesafeli tavrı geceleri biraz daha yumuşamıştı. Ona kendiliğinden sarılıp televizyon seyrettikleri bile oluyordu. Yiğit Selen’e alışmıştı aslında.

Her gece sevişiyorlardı. Kendisini bir kadın olarak çekici bulduğunu biliyordu. Ne zaman yanına sokulsa Yiğit’in hazır olduğunu fark ederdi. Ve sevişirken Yiğit’in aklının kendisinde olduğunu bilirdi.

Ama herhangi bir anda gideceğini söylese, Yiğit’in itiraz etmeyeceğini de bilirdi.

Kendisini hiç kandırmamıştı Selen. Neye sahip olduğunu ve olmadığını çok iyi anlamıştı. Yiğit’e sahip değildi. Ama ona kimse sahip değildi.

Bir kez bile bir kadına bakmamıştı Yiğit. Ne öncesinde, ne sonrasında… Onun eşcinsel olma ihtimalini bile düşünmüştü Selen. Bir an. Ama değildi.

Sonra, onun sadece kendisinden değil, hayattan bir talebi olmadığını fark etmişti. Yiğit yaşıyordu. Sadece yaşıyordu. İstemiyor, umut etmiyor, beklemiyordu. Sunulanı kabul ediyor, sunulmayana arkasını dönüp gidiyordu.

İşinde iyiydi. Sosyal ilişkilerinde başarılıydı. Oyunu kurallarıyla oynuyordu. Bunun bir oyun olduğunu ise sadece Selen görüyordu.

Yiğit’in kayıtsızlığının kendisine değil hayat karşı olduğunu anladığı an, Selen için karar anı olmuştu. Yetinmek ya da gitmek… Selen de yetinmeyi seçmişti.

Seçiminin hayatını bir ipin üzerinde yürümeye dönüştürdüğünü zaman içinde fark etmişti. Güven, huzur, umut kavramlarına yabancıydı artık. Sadece yaşadığı ana sahipti. Yarın yoktu.

Böylesi bir belirsizliği ne kadar sürdürebileceğini sormuştu kendisine. Yanıtıysa gece Yiğit’in kolları arasında uyumadan önceki son saniyede vermişti. O an mutluydu. O zaman, gittiği yere kadar gidecekti.

Bu kararından sonra bir daha düşünmemiş, sadece olmak istediği tek yerde olmanın tadını çıkarmıştı.

Her gece.

Her ayın sadece tek bir günü haricinde her gece…

Ne zaman fark ettiğini bilmiyordu. Belki adet günlerini yazdığı takvime Yiğit’in eve gelmediği o tek günü de işaretlemeye başladığı içindi… Bir anda dikkatini çekmişti. Her ayın üçüncü Perşembe günü Yiğit sabah evden çıkıyor ve ertesi sabaha kadar dönmüyordu.

Sonra taşlar yerine oturmuştu. İşe başladığı ilk gün Selen’e not aldırmıştı Yiğit. Ayın 15’i ile 21’i arasında asla şehir dışı program yapılmayacak, teklifler kabul edilmeyecekti. Üçüncü Perşembe de, her ay bu günlerden birisine denk geliyordu.

Birinci senenin sonunda bir gün dayanamayıp Yiğit’e sormuştu o Perşembe’yi. Cümlesini tamamladığı anda Yiğit’in yüzünde tanıştıklarından beri ilk kez bir duygu görmenin şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra, bunun öfke olduğunu anlamıştı. Buz gibi bir öfke… Kanını donduran, bacaklarını üzerinde duramayacak kadar titreten, nefesini boğazına tıkayıp ciğerlerini acıya boğan o öfke…

“O Perşembe bana ait. Sadece bana,” demişti sonra. Gözleri buz gibi bir meydan okumayla kendisininkilere dikilmişti. “Bununla ilgili bir sorunun var mı?” Anlamıştı Selen. Gitme ya da kalma zamanıydı. Kayıtsızlığın altından bıçak gibi fırlayıp Selen’in boğazına dayanmıştı. Korku içini bulandırırken Yiğit’in yüzünde en ufak bir yumuşama görememenin paniğiyle “Yok,” demişti. “Hiçbir sorunum yok.”