Perşembe Bölüm 27
Kıvırcık değil miydi o bahçede oturan? Gökyüzünü seyrediyordu tatlı şey. Geçip gidecekti aslında Nihat ama bir şey engel oldu. Ayakları kendiliğinden kadının oturduğu banka götürdü onu. Sormadı bile, oturdu.
İşinde çok iyi olmanın gerçek dünyadaki dezavantajı buydu. Nihat gibilerde, iş hayatı dışında da herkesin tebaa olduğu varsayımı gelişiyordu. Komik duruma düştüklerini çoğu zaman fark etmiyor ama açıkçası umursamıyorlardı da.
Kendisine görmeden bakan bu kadının gözleri şaşırtıyordu Nihat’ı. Tebaasından sıkılmış bir insan için şaşırmak güzel bir değişiklikti.
“Evrende bizden başka canlılar da olabilir mi?”
Hah. Çok güzel. Normal olsa neden bu kadından hoşlanmış olsundu ki zaten?
“Biz varsak onlar da vardır.” derken üzerine düşünmedi bile.
“Neredeler peki? Aramızda olabilirler mi?”
Dönüp gözlerini kendisine dikti kadın. Ciddiydi. Gerçek bir cevap peşindeydi.
“Dünya üzerindeki bütün kadınların başka gezegenlerden geldiğine eminim.”
Güldü kıvırcık. O ana kadar işin gırgırında olan Nihat, ilk kez gerçekten etkilendi bir gülüşten. Hüzne bulanmış bir gülümsemeydi, o yüzden de sanki… farklı? eşsiz? değerli? Hangisiydi? Sanki sadece bu kadına özeldi.
“Ben değil. Ben özbeöz Dünyalıyım.” deyişindeki aitliği sevdi.
“İçinden mi?”
Kötüydü, tamam. Çıkıvermişti ağzından öylesine. Tüm ilgisini kaybetti kadın da, çevirdi başını uzaklara.
İyi değildi kıvırcık, görebiliyordu. Bir barajın taşmadan önceki son birikişi gibi sınırdaydı. Belki yüz hatlarındaki gerginlikten… Belki gözüne ilişen seğirmelerden… Bankın kenarını sıkıca kavramış elin renginden… Nefes alış verişindeki düzensizlikten…
Aceleyle devam edip kadını dindirmek istedi. “Neresinden olduğun değil aslında, şu anda nerede olduğun daha önemli.”
“Nerede olduğum…” Çatıldı kaşlar ama dönmedi gözler Nihat’a. “Dipteyim. En dipte.”
En dip… Böyle bir cümle duymayalı kaç sene olmuştu? Ne zamandı? Lise dönemi mi? Öyle olmalıydı. Tıbba girdikten sonra bir daha hayatı sorgulamaya hiç zamanı olmamıştı çünkü.
“Dip güzelmiş aslında.”
Ezber bozan kadın… Oyunbozan kadın… Yanına oturan adama bahşettiği üstünkörü bakışla, ona kendi oyununu unutturan kadın…
“İnsanın en güçlü ve korkusuz olduğu yermiş.”
Kıvırcık kendi kendine konuşuyordu. Nihat yanında olsa da olurdu, olmasa da. Bir an, delicesine kendini belli etmek, kadının gözünde bir varlığa dönüşmek istedi.
“Ben o noktaya zirve derdim.” dedi o yüzden. Çünkü Nihat zirve adamıydı. Gurur, yüz hatlarına alışık bir şekilde gelip yerleşti.
“Yanılırdın. Zirvede en yoğun hissedilen duygu güç değil, korku. Sahip olduklarını elinde tutamama korkusu… Aşağı düşme korkusu… En çok canının acıyacağı, kaybedecek en fazla şeyinin olduğu yer zirve. Oysa dip… Kaçacak yerin olmayıp kendinle yüzleştiğin, kaybedecek bir şeyinin kalmadığı, ayakta kalmayı başarırsan kendi gücünle tanıştığın yer.”
Gülümsedi kadın ama Nihat’a değil. “Kendimi hiç bu kadar özgür hissetmemiştim.“
Çok uzun baktı kadına Nihat. Artık kimse konuşmadığından, o sessizlikte bu bakışlar gereksiz bir gürültü çıkarmıştı. Kıvırcığa, henüz en dibi görmediğini söyleyecekken vazgeçti. Kadının yıkımı çok yakındaydı, ayakta kalmayı başarmasını diledi.
“Kocan seni kaybetmek istememekte haklıymış.”
Şaşkınlıktan kocaman olan kahve tadındaki gözlerin keyfine vardı bir süre. Ama kaçtı gözler yeniden. İçlerindeki inançsızlığı saklamak istedi.
Kalktı Nihat ayağa. Bir süre, dudaklarını sertçe birbirine bastırıp duygularını dizginlemeye çalışan kadını süzdü. Bu kadın, kocasının kendisine olan duygularından habersizdi. Adamın korkusu bundan olsa gerekti.
“Göz körse, dibine sokulsan sinek kaçtı sanır.”
Yürüdü gitti sonra. Selen sağlı sollu tokat yemişçesine ardından öylece bakakaldı.
Neydi bu şimdi? Herkes Yiğit’in ona olan duygularını özelleştirmeyi kendisine görev edinmiş gibiydi. Kayınpederi tamam ama doktora neydi? Hangisi bilecekti Yiğit’in kalbine ulaşmaya çalışırken boş duvarlara çarpıp canının nasıl acıdığını? Kim anlayabilecekti tek bir ‘Seni seviyorum’ cümlesi için senelerce beklediğini?
Kaybetmek istemiyormuş. Hayır. Kaybetmek istemeyen birinin kendisine ait günü olmazdı. Uzaylı ya da değil, bir kadın kocasının geçmişine yerleşip kalmıştı. Büyük ihtimalle çok kısa süren bir fiziksel beraberlikten sonra ilişkileri seks içermeden senelerce devam etmişti. Ama o kadın, Selen’e ‘Beğenmiyorsan gidebilirsin.’ denilecek kadar önemsenen biriydi. Kaybedilmekten korkulan oydu, Selen değildi.
Bir kadın… Aslında şu anda Zeyra’ya kadın diyemiyordu. Öteki kadın. İkinci kadın. Metres. Kocamın sevgilisi. Hayır, hiçbirisi Zeyra’ya uymuyordu. Selen Yiğit’i anlamıştı. Zeyra bir kadın değil, hala babasını bekleyen küçük bir kızdı.
Garip bir şekilde, Yiğit’in kendisine ihanet ettiğini de düşünmemişti hiç. Perşembe günlerini Zeyra ile bütünleştirdiğinde… Zeyra Yiğit için kocam dediğinde… Anlamamış ama adına ihanet dememişti. Bunu, evdeki yatağı dağınık gördüğünde fark etmişti. O yatakta sevişilmiş olma ihtimali onu şok ettiğinde… Herhangi bir iz olmadığını görür görmez de ihanet kelimesini aklından silip atmıştı zaten.
Yiğit onu aldatmazdı. Onunla beraberken başka bir kadınla birlikte olmazdı. Gözü bir başkasına ilişirse, o an giderdi. Kalmanın angaryasıyla uğraşmazdı.
Onun yaptığı şey başkaydı. Daha kırıcı, can yakıcı… Senelerce Selen’i dâhil etmediği bir hayata sahip olmuştu. Bunu gizlememiş, şart koşmuştu. Kabul etmek ya da gitmekten başka bir seçenek sunmamıştı. Önceliklerini o an zaten ortaya koymuştu.
Şu an Yiğit’e olan duygularını sorgulamasına neden olan şey de işte buydu. Gerçekten seven bir kadın, kıyameti koparırdı. Sorgular, deşer, anlamaya çalışır, hakkını arar, olmadı giderdi. Sadece hastalıklı duygulara sahip bir kadın bunu kabullenirdi. İşte o, Selen’di. Yanlış olan… İhanet eden…
Ne kadar süreyle orada oturduğunu bilemedi ama dağılmak üzereydi, bunu biliyordu. Bir yanı içindeki kara bulutu dışarı kovana kadar çığlık atmayı, diğer yanı ardına bakmadan kaçmayı istiyordu.
Bunalmıştı. Çözümsüz kalmıştı. Kimseyle paylaşamaz, konuşamazdı. Annesine bile anlatamazdı. Dipteydi evet… Ama henüz ayakta kalıp kalmayacağı belli değildi. Cazcı doktora hava atmıştı. Dibe vurup ayakta kalmak… hiç kolay değildi. Selen dibin neresi olduğunu biliyordu. Bu hastaneden çıkıp Yiğit’le ayrı yollara gittiği yer olacaktı dip… Nasıl başaracaktı? Nasıl hayatta kalacak, nefes alacaktı? Bilmeye bile korkuyordu.
Odaya döndüğünde Yiğit’in henüz gelmemiş olduğunu görmek rahatlattı. Onun gözlerine bakmak canını yakıyordu. Çünkü Yiğit cevapları görüyordu. Çünkü Yiğit’e bakarsa ağlayacaktı. Yiğit anlayacaktı. Kaçmalıydı.
Eve götürülecek bir iki parça eşyayı toparladı. Bilgisayarı alıp çantasına koydu. Bundan sonrasını evde okumak istiyordu. Ara vermeksizin ne olduysa öğrenmek, sonra da gitmek istiyordu. Daha fazlası için gücü yoktu.
Kayınpederini aramak için bahçeye çıkarken asansörden onun çıkması güzeldi. Son gücünü gülümsemek için kullandı.
“Ben de sizi aramak üzereydim.”
Gelininin elindeki torbaları gören adam, “Evci mi çıkıyorsun yine?” diye takılmaktan kendisini alamadı. Buruktu aldığı karşılık. Selen iyi değildi. Hiç iyi değildi ve bu artık dışarıdan bile belli oluyordu.
Gelinini kenara çekip duvara dayalı bekleme sıralarına oturttu. Elindekileri yere bıraktırıp sevgiyle parmaklarını kavradı. Gözlerindeki ilgi, Selen’in canını yaktı.
“Ne oluyor Selen? Yiğit ölümcül bir kazadan kurtuldu, hızla iyileşme sürecinde. Bir seneye kalmadan bugünleri hatırlamayacağız bile. O zaman bu kadar mutsuzluğun sebebi nedir kızım?”
Zeyra’yı merak ediyordu. Oğluna konduramadığı bir gerçeği öğrenmek pahasına Selen’e destek olmak istiyordu.
“Ben onu sevmiyormuşum.”
Galiba Selen idi daha çok şaşıran. Ne yeri, ne sırası ne de muhatabıydı. Bu bir itirafsa bile, o ana ait olmamalıydı.
Arka planda yürüyen, konuşan hemşireler, bilgisayar klavyesinde tıklamalar, açılıp kapanan asansör kapıları, çınlamalar, tınlamalar… Hepsi önemini yitirdi. Ahmet Selen’e baktı, Selen Ahmet’e. Dünya durmuştu sanki. Ama Selen duramıyordu.
“Selen…” Çok geçti. Selen durma aşamasını geçmişti.
Yüreğinden taşan yaşlar yanaklarından aşağı süzülürken adam kızın ellerini sıkıca kavradı.
“Yiğit’i çok sevdiğimi sanmıştım hep. Oysa benimki Yiğit’i sevmeyi sevmekmiş.”
Ahmet anlamıyordu, Selen anlatamıyordu. Bunun yerine gözyaşları yavaşça yüreğine akıyordu.
“Tanımıyorum ki ben onu. Zeyra ne kadar haklıymış. İçimde bir Yiğit yaratmışım, onu sevmişim. Sevgilim, kocam… Ama ben gerçek Yiğit’i hiç görememişim.”
Sessizlikte sözleri kendi kulağını bile yaralar gibiydi. Sanki tüm hastane susmuş, Selen’e kulak vermişti.
“Gitmek zorundayım. Onu bırakmak zorundayım.” Akan burnunu koluyla sildiğinde ne kadar süredir hıçkırdığını bilemedi. “İçimde Yiğit’e beslediğim bu hastalıklı duyguyu süzüp yok etmek zorundayım.”
Adamın kaygılı gözlerine baktı… Gözyaşlarından çok da net göremiyordu. Ama kayınpederi onu anlardı…
“Ya altı boşsa… Ya hastalığı temizlediğimde geriye bir şey kalmamış olursa?”
Çın!
Söyleyeceği her şeyi söylediği için duydu belki de o sesi. Başını istemsizce yana çevirdi. Birileri asansörden iniyor, birileri biniyordu. Ama daha da önemlisi… tekerlekli sandalyedeki Yiğit onu seyrediyordu. Arkasındaki hemşire durmuştu. Cazcı doktor duvara yaslanmıştı. Oradalardı… Hepsi duymuştu… Ahmet Bey ellerini tutarak Selen’i uyarmak istemiş ama o bunu anlamamıştı.
Gözleri Yiğit’in gözlerinde sabitlendi. Bal rengi değildi. Artık değildi. Yiğit, dört sene önce o asansörden indiğinde bile bu kadar yabancı değildi. Üşüdü… Dondu. Çok soğuktu. Titriyordu. Kayıyordu. Aşağı kayıyordu. En dibe…
Başıyla hemşireye işaret eden kocasının önünden geçirilip odaya sokulmasını yerinden kıpırdayamadan izledi. Hemşireler odaya girdi, koridor yeniden sakinledi. Ahmet Bey, “Git şimdi kızım. Yarın konuşup anlaşırsınız,” dedi. “Ben senin ne demek istediğini anlıyorum. O da anlar.” Ahmet Ünsal da odaya girdiğinde, koridorda duvara yaslanan adamdan başka kimse kalmadı. Selen onu görmedi. Selen hiçbir şey görmedi. Kalktı. Torbaları ve çantayı aldı. Asansöre yürüyüp düğmeye bastı. İki kat alttaki asansörün gelişini bekledi. Kapı açıldı. Çın! Bu ses… Tanıdıktı. Hatırlayamadı. Bindi ve kapılar ardından kapandı.