Perşembe Bölüm 26
Biz Dünyalılar… Yiğit’in itirafıydı bu. Zeyra’nın Zyepranlı olduğunu kabullenişi… Selen şaşkınlık mı dehşet mi olduğunu bilemediği bir duyguyla öylece donup kalmıştı.
Yiğit bu günlüğü o günden belki aylar, belki yıllar sonra yazmıştı. Yanılgılar çözüldükten, sorular cevaplandıktan sonra… Genç adam buraya detayları değil sonuçları yazmıştı. O zaman… Yiğit’in yaşadığı bu şey… Bu günlüğe yazacak kadar gerçek miydi yani?
Zeyra gerçekten uzaylıysa, insan değildi. Yalnız da değildi. Onun gibi en azından dört uzaylı daha vardı gezegende. Bunlar sadece bildikleriydi. Ya daha da varsa? Cazcı doktor mesela… Zeyra ne kadar garipse, o da o kadar garipti.
Yiğit’ten başka birilerinin onlardan haberi var mıydı? Hükümet, MİT, CIA, FBI, KGB, MOSSAD, NASA, Ahmet Ünsal? Haberleri olsa bunu öylece kabullenmeleri mümkün müydü? Zeyra rahat rahat parkta oturabilir miydi? Filmler… Uzaylıların peşindeki ajanlar… Silahlar… Savaşlar… İstilalar… Of!
Birileri deli olmak zorundaydı. Zeyra… ya da Yiğit… Deli ya da hasta… Ama neden? Zeyra neden uzaylı olamıyordu ki?
Ailesiyle -demek ki onlarda da aile kavramı vardı- Dünya’ya gelip sonra birbirlerinden ayrı düşmüşlerse… Baba Zeyra’yı burada bırakıp gitmek zorunda kalmışsa… “Bekle beni, geleceğim,” demişse… Yanına da dört uzaylısını bırakmışsa… Aracıyla Dünya gezegenine iniş yapabilmesi için güneşin ve ayın belli bir düzende olması gerekiyor, o da her ayın üçüncü perşembesine denk geliyorsa… Dünyanın dışında zaman çok yavaş ilerliyorsa… Babası için birkaç dakika süren bir ayrılık kızı için senelere yayılmışsa…
Neden olmasın?
Bedenlerini insan formuna sokabiliyorlar belli ki. Ama beşi de insanoğlunun yanında garip kalıyorlar. Çünkü medeni olmanın gerçek anlamını bize gösteriyorlar. Yabancısı olduğumuz, medeniyetin kendisi mi yoksa?
Gözlemciler. Belki de her şeyden haberdarlar. Selen’den? Zeyra’nın Selen’i biliyor olması gerekmez miydi o zaman? Bilip de ürkütmemek için mi belli etmemişti? O zaman neden kocam demişti? Selen’i Yiğit’i kaybetmekten daha fazla ürkütecek bir şey olamayacağını da biliyor olması gerekmez miydi?
Ah, Zeyra’yı yeniden görebilseydi! Bugün günlerden perşembeydi ve tam bir hafta geçmişti aradan. Ama Temmuz’un üçüncü perşembesi için dört hafta daha beklemesi gerekiyordu. Bu kez arada beş hafta vardı çünkü… Yiğit’e bu bekleyişlerin neden kâbus gibi geldiğini anlayabiliyordu.
Yiğit’e sorsa? Ne soracaktı? “Deli olabilir misin Yiğit?” Güldü. Gülümsemedi, bir sinir boşalması yaşadı. Sorabileceği kimse yoktu. Elinde sadece ve sadece bu günlük vardı. Okuduğu her satırda sorular çözülmek yerine değişerek artıyordu. Bir ihaneti okumaya oturmuşken, evrenin sırrıyla uğraşır olmuştu. Parkta gördüğü o kızdan nefret etmesi gerekirken şimdi onun için kaygılanıyordu.
Ve evliliğine giderek yabancılaşıyordu.
Sonraki birkaç günü de uyuyarak geçirdim. Bu seferki uykum gönüllüydü. Gözlerimi açıp da Zeyra ve diğerleriyle göz göze gelmek istemiyordum. Önce gördüklerimi hazmetmek zorundaydım.
Uyanık olduğum ender zamanlarda dört adam yanıma gelip bana insan anatomisi hakkında bilgi veriyorlardı. Sinir sistemi, zayıf noktalar, küçük baskılar, büyük sonuçlar…
Söylediklerinden anladığım, doğru yere basit bir dokunuşla bir insanı belli bir süre için felç edebileceğim ya da öldürebileceğimdi. Onlar için sıradan olan bu bilgi benim en büyük kâbusum olmaya adaydı. Çünkü ben, kendimi korumak adına bile olsa kimseyi öldürmeyi istemiyordum.
Ben medeni bir insan olmayı istiyordum. Barış içinde, saygı duyarak ve duyularak yaşamak… Aklıma o iki adam gelince de bu dünyada yanlış olanın ben olduğumu anlıyordum. Normal olanlar onlardı. Çoğunluk olanlar… İnsan denen yaratık tembel, bencil, barbardı. Üretmek yerine gasp etmeyi yaşam biçimi olarak benimsemişti. Sevmek yerine kullanmayı… Vermek yerine kandırmayı… Onların arasında hayatta kalabilmek için sevmeyi değil öldürmeyi öğrenmem gerekiyordu.
Ve kendi türümden korunmam için bana yabancılar yardım ediyordu.
Öldüresiye dövüldüğüm o günden bir hafta sonra ne çok değişmiş olduğum sanki dışarıdan bile görülebilirmiş gibi hissediyordum. Büyümek değildi değişimden kastım. Kirlenmekti.
Belki bazılarına abartı gelebilirdi bu yaşadıklarım. Alt tarafı iki adamdan dayak yedi, denilebilirdi. Küçükken hiç pataklamamışlar bunu, o yüzden iki fiskede dengesi bozulmuş…
Öyle miydi gerçekten? Yoksa iyilerin ya da masumların kötülük karşısında ne denli aciz olduğunun farkına varmış olmak, masalın sonunu mu getirmişti? Aileni güvende tutamayacaksan iyi olmanın ne anlamı vardı?
Bize anlatılan masal… Doğarsın, büyürsün, eğitim alır, para kazanırsın. Aile kurar, çoğalır, çocuğunu yetiştirir ve ölürsün. Öyle değil miydi? Kurallara uyacaktık. Oyuncaklarımızı arkadaşlarımızla paylaşacaktık. Yasaları çiğnemeyecektik. Yalan söylemeyecektik. İnsanları sevecek, küçükleri, yaşlıları ve zayıfları koruyacaktık… Falandık, filandık, yalandık, dolandık…
Sokakta rastladığın bir adamı zevkine dövmek bu masalın neresine sığıyordu? Yolda gördüğün kıza tecavüz edip öldürmek… Bir karınca yuvasını ayağınla dağıtmak… Kediye köpeğe işkence etmek… Parayı emekle kazanmak yerine rüşvet almak… Adil olmak yerine hak yemek… Nefret etmek… Vurmak… Kırmak… Yok etmek… Hangi bölümde anlatılıyordu? Bizi neden bu masallarla büyütüp kötülük karşısında savunmasız bırakıyorlardı?
İnancımla birlikte aidiyetimi de yitirmiştim. Artık Dünya üzerinde en az Zeyra kadar yabancıydım. Üstelik artık, öldürmeyi biliyordum.
O akşam, kimseye haber vermeden evden çıktım. Bahçede göremediğim bir kapının bana geçit vermesini bekledim. Sokağa çıktığımda, amaçlarımın arasında eve ulaşmaktan başka bir şey yer almıyordu.
Zeyra’nın gidişlerinin ne olduğunu da, kendi gidişimle anlamıştım. Artık var olamadığında gidiyordu. Tahammül edemediğinde… Kendi masalını dinleyemediğinde…
Bir şeylerin adını bu yüzden koymuyordu. Adını koymak, yerleşik düzeni olanlar içindi. Gidecek olanların adlara ihtiyacı yoktu.
Zeyra babasını bekliyordu. O gelince gidecekti. Benim ise artık gidecek bir yerim yoktu. Uzaylı olan oydu ama kaybolan bendim.
Belki kaybolanların bulunmayı umdukları yerdi evimin önündeki o bank. Sonraki günlerde huzur bulabildiğim tek yer o park oldu çünkü.
Zeyra ile yer değiştirmiş gibiydim. Artık bekleyen bendim. Neyi beklediğimi bilmeden bekliyordum üstelik. Sanki cevaplar gökyüzündeydi. Yıldızların arasından çıkıp gelecek, beraberinde de barışı, huzuru getirecekti. O ana kadar her şey anlamsız ve gereksizdi. O ana kadar her şey kaybedilmişti.
Eve taşındığımdan bu yana her an izlenmekte olduğumu, ertesi gün anladım. Görünüşlerini bildiğim için artık o dört korumadan birinin neredeyse hep etrafımda olduğunu fark edebilmiştim. Eskiden dikkatimi hiç çekmeyen yerlerdeydiler. Bir ağacın, arabanın, başka insanların ardına gizlenmekte ustaydılar. Beynim bu kadar boş olmasa fark bile edemezdim. Ama boştu. Düşünebileceğim bir şeyim yoktu.
Aslında vardı. Ne yapacağımı düşünmeliydim. Zeyra ile karşılaştığımda ne olacaktı? Nasıl davranacaktım. Çığlık atarak kaçmayacağım kesindi. Ama sarılamayacağım da kesindi.
Belki de adım adım bulmalıydım cevaplarımı.
Zeyra’nın uzaylı olması beni korkutmalı mıydı? Önümde eriyip yapışkan bir sıvıya dönüşse korkardım elbette. Peki, bunu üç kere yapsa alışır mıydım? Evet.
“Tatlım, salonda erimesen keşke… Halıdan çıkaramıyorum sonra seni.”
“Tamam hayatım, şimdi topluyorum moleküllerimi.”
“Çok dağınıksın Zeyra! Daha beş yaşındayken bile ruhunu benim kalbime bırakmıştın. Yirmi birine geldin, hiçbir şey değişmedi. Bari evin içinde dağılma.”
“Ama ben sana adımın anlamını baştan söylemiştim. Şimdi bu yüzden şikâyet etmen çok insansı.”
“Zeyra, ben bir insanım.”
“Çok saçmasınız Dünyalım, çok.”
“Yine de bana bayılıyorsun.”
Güldüm. Uzaylı karım. Aradan geçen onca yılda o da büyümüş müydü yoksa bana göründüğü şekil mi farklılaşmıştı. Yarın onu önce yetmiş yaşında bir kadın, sonra da bir bebek olarak görme ihtimalim var mıydı?
Bebek… Ya hamile bırakmışsam onu? Lanet olsun! Korunmuştum elbette. Ama uzaylı bir yumurta da çok sallardı ya prezervatifi… Benim spermi anında ışınladıysa yanına?
“Hey, çok sıkılıyorum burada, gel birlikte oynayalım! Kromozomlarını göstersene bana.”
Bebeğimiz melez olacaktı. Bebeğimizden korkacaktım çünkü yeteneklerinin sınırını asla bilemeyecektim.
“Baba, o çocuk beni itti, ben de onu erittim!”
Lütfen hamile olmasın, lütfen! İçinde bulunduğum durumu anlayıp seçim yapabilir konuma gelmeden lütfen yeni hiçbir şey olmasın.
Bunları sakince düşünüyormuş gibi görünebilirim şu an ama o gün o bankta dehşet içerisindeydim. Korkudan betim benzim atmış olmalıydı. Tepkilerimi donuk bir maskenin ardına gizlemek dış görünüşü kurtardığından bunu seçmiş olabilirdim. Oysa babama bile gidip danışma şansım yoktu. Yapayalnızdım. Fikrini alabileceğim tek yaratık, ağacın arkasında dikilen bir başka uzaylıydı.
“Seni görüyorum.”
Çıktı ağacın arkasından.
“Görmene izin veriyorum.”
Normal insan gibiydi. Sadece donuk ve mesafeliydi. Seneler sonra sokakta karşılaşsak, “N’aber dostum?” diye sarılıp birbirimizin sırtına vurmazdık. Öylece bakışır, muhtemelen de konuşmadan yollarımıza devam ederdik.
Gelip yanıma oturdu. Kendime engel olamayıp bankın en ucuna kaydım.
“Benden korkuyor musun?”
Evet, lanet olsun. İnsanoğlu bilmediği şeyden korkuyor işte!
“Korkmalı mıyım?”
“Sana zarar vereceğimi düşünüyorsan, hayır. Korkmana gerek yok. Sen bizim için çok değerlisin.”
Hah, avucunuzda kuzu kuzu oturan bir deneğim tabii.
“Sen taşınmadan önce, prensesim senelerce konuşmamıştı.”
Prensesi? Bakışlarım soru işaretleriyle dolup taşmış olmalı.
“Sadece kardeşi geldiğinde var olabiliyordu. Onun dışında hep beyninin içine saklanıyordu.”
Kardeşi! Cenz.
“Neden birlikte yaşamıyorlar?”
“Eğitimi bitmedi. Prenses de buradan ayrılmayı reddediyor. Babasını parkta beklemek onu mutlu ediyorsa, kimse bunu ondan esirgemez.”
Babasını sormanın tam sırasıydı aslında. “Babası gelecek mi?”
“Birisi seni böyle bekleseydi sen gelmez miydin?”
Bu bir cevap değildi. Baba öldüyse istese de gelemezdi. Uzaylılar ölmüyor olabilir miydi?
“Kocası olduğunu söylüyor.”
Ne diyecektim şimdi? Ben sekiz o beş yaşındayken evlendik mi? Belli ki bunu bilmiyorlardı. Sesimi çıkarmazsam altında daha derin anlamlar olduğunu sanabilirlerdi. Eğer düşüncelerimi okuyabiliyorsa da şu an bana çok gülüyor olmalıydı.
“Onu seviyorsun.”
İşte buna ne diyebileceğimi gerçekten bilmiyordum. Zeyra’yı sevmek… Evet, Zeyra’yı seviyordum. Buna ne zaman başladığımı bilmiyordum. Belki sekiz yaşımda, belki yirmi üç. Ama Zyepran kelimesini seneler sonra yeniden duyduğum o ilk andan itibaren sevgimle birlikte sahiplenme duygum da günden güne katlanarak artmıştı.
İçimdeki duygular, içerdikleri kelime anlamından biraz farklıydı. Sahiplenmek, bir erkeğin kadınını sahiplenmesi değildi mesela. Daha ciddi, daha önemliydi. Zeyra benim kadınım değildi. O benim beş yaşındaki karımdı.
İnsanoğlunun bu duyguyu anlamasını beklemek hayal bile olabilir. Kimse, o günkü saflığa ve temizliğe sahip olmayacaktı. Yaşayan kişi olmasam, ben de o günün anlamını kavrayamazdım.
Ben büyümüştüm o büyümemişti. O günkü kıza duyduğum bağlılık, bir erkeğin karısına duyacağı bağlılığın üzerine çıkmıştı. Bir erkeğin, beş yaşındaki çocuğuna duyacağı bağlılık gibi… Küçümsenemez, ihanet edilemezdi… Asla terk edilemezdi…
Başımı salladım. Onu sevdiğimi bilmelerini istiyordum.
“O çok özel bir zekâ. Öyle fazla ki, bir beden içerisine sığması imkânsız. Bu yüzden beden, zekâyı yok etme potansiyeline sahip.”
Önemli bir şeyler söyleniyordu ama bilgi düzeyim anlamları kavramaya yeterli değildi, farkındaydım. Belki bunca zaman sonra yazarken kelimelerde bir iki farklılık yapmış olabilirim ama öz buydu.
“Sen bir şekilde onun dünya üzerindeki dengesi olmayı başarmışsın. Tam on beş sene babasıyla birlikte seni de bekledi. Geleceğine hiç inanmadık. Sonuçta sekiz yaşında bir çocuktun. Ama o, sana inanmış. Ve öngörülerimizin aksine, sen geldin.”
Tesadüftü. Bilerek değildi. Bunu ben biliyordum. Kimileri buna kader diyebilirlerdi ama değildi.
“Şimdi, sen yanındayken korkmuyor. Aksine, inanç ve güven duyguları seninle anlamını buldu. En büyük korkumuz bilimsel gücünü zayıflatan duygusal bilinmezlikte kaybolmasıydı, sen onun oradan çıkmasını sağladın ve onu bütünleştirdin.”
Ben.
Şey, aferin bana da… Ben ne yaptığımı bilmiyordum. Sadece Zeyra’ya ihanet etmemiştim, o kadar.
Ayağa kalkıp beni süzdü bir süre.
“Bizden korkma Yiğit Ünsal. Prensesimden de korkma. Sen sevmekte, gitmekte, vazgeçmekte özgürsün.”
Ve gitti. O anda önümüzden birileri geçtiği için yürümeyi tercih etmiş olmalıydı. Bir süre arkasından bakıp düşündüm.
En büyük korkumun cevabını vermek için mi gelmişti yanıma? Zeyra ile ilgili her şey benim seçimim olmaya devam edecekti. Bunu bilmek, bir anda içimdeki korkuyu söküp atmıştı. Hangi günde olduğumuzu bilmeye ihtiyacım vardı. Önümüzdeki birkaç gün içinde Mart’ın üçüncü perşembesi geliyor olmalıydı. Sabah evine gidip, Zeyra’yı almalı, parka getirmeli ve onunla babasını beklemeliydim. Bunu yapmak, benim için zorunluluk değil, bir onurdu. Minik kızımı asla yalnız bırakmayacaktım.