Perşembe Bölüm 28

Perşembe Bölüm 28

Eve girmek hiç iyi gelmedi Selen’e. Her yer Yiğit’ti. Her yer Yiğit’indi. Salona giremedi. Yatak odasında duramadı. Çalışma odasının kapısını bile açamadı. Belki duş alsa…

Dakikalarca akan suyun altında bekledi. Burası da Yiğit’ti. Duş kabininin kapısı açılacak, Yiğit içeri girip ona sarılacaktı.

Duramadı, oradan da çıktı. Hızla kurulanıp mutfağa kaçtı.

Evet… Belki burası. Koyu bir kahve hazırlayıp içmeye çalıştı. Gerginlikten midesi bulanıyordu. Bu evde nasıl duracaktı? Ama hastaneye dönmek için de biraz zamana ihtiyacı vardı. Fazla değil… Birkaç saat. Sonra toparlardı.

Kapının yanındaki bilgisayar çantasına gözü takılınca kalkıp aldı ve mutfak masasına kurdu. Biraz daha okusa… Yiğit’le birlikte olabilmek için biraz daha okusa… Onu hissedebilmek, kelimeleriyle sarmalanmak için…

O gün o bankta değişmiştim. Olgunlaşmak değil ama değişmekten kastım, kendime teslim olmak. Seçimimi özgür irademle yapmıştım ve normal hissettiğim son andı o an.

Normal. Bu kelime benim hayatıma uymazdı bundan sonra. Benim hiçbir şeyim normal olmayacaktı. Normal ilişkilerim. Normal arkadaşlıklarım. Normal dertlerim… Heyecanlarım… Beklentilerim…

Ben kimseye Zeyra’yı anlatamazdım. Onun neden hayatımda olduğunu ama hayatımın neden onunla olmadığını açıklayamazdım. Ne babama… Ne Batuhan ya da diğerlerine… Ne de geleceğimdeki herhangi birine. Bu yüzden ben kimseyi hayatıma da alamazdım.

Bunu kabullendikten sonra, bir yol haritası belirledim. Önceliğim Zeyra’ydı… Onu tanımalı, öğrenmeli ve anlamalıydım. Kendimi yok etmeden onu var etmenin yolunu bulmalıydım. Bir yerlerde bir orta nokta olmalıydı. Tıpkı insan ilişkileri gibi. Tıpkı karı ile koca arasındaki ilişki gibi. Azalmadan çoğalabilmek… Zordu ama başarabilirdim.

Zeyra’dan başka, sahipleneceğim bir insanım daha vardı. Babam. İstediği gibi, onunla birlikte çalışacaktım. Birileri mutlu olmalıydı. En azından sevdiklerim… Bunu yapabilmek elimde kalan tek şeydi.

Perşembe sabahı lapa lapa yağan karın altında yol ayrımında durdum. Dövüldüğüm yerde. Hala seçim hakkım vardı. Bu yola girmeyip ardıma bakmadan devam edebilirdim. Başka yerlerde başka insanlar ve hayatlar arasına karışabilirdim. Evlenirdim. Çocuğum olurdu. Kızım belki de. Ama beş yaşına gelip, gözlerime inançla, güvenle baktığında… işte o zaman… insanı en çok kendisi yargılar… kendimden çok utanırdım.

Kararımın doğruluğundan hiç tereddüt duymadan sokağa girdim. İçim rahattı. Başkalarının seçimlerini bilemezdim ama benim doğrum buydu.  Bu yola girmezsem asla mutlu olamayacaktım. Oysa şimdi hala şansım vardı.

Arazinin etrafındaki bitkilerin yanına geldiğimde, Zeyra bahçeden henüz çıkıyordu. Korumaları yanındaydı ve yüzleri hiç görmediğim kadar asıktı.

Zeyra farklıydı. Parlamıyordu. Yüzünü göremiyordum çünkü neredeyse burnunun ucuna kadar kaşkolünü örtmüştü. Ama beden dili yalnızlık saçıyordu.

Karlar içinde bata çıka yürümeye devam ettim. Önce pençelerden biri gördü geldiğimi, diğerlerine işaret etti. Adamlar bana döndü. Gözleri Zeyra ile benim aramda mekik dokudu.

Sonra Zeyra fark etti beni. Değişimi adım adım izledim. Başı kalktı, omuzları dikleşti, yüzü aydınlandı. Sanki güneş saklanmaktan vazgeçmişti. Nedeni bendim, anladım. Zeyra için ne anlam ifade ettiğimi sadece o iki saniyede anladım.

“Parçalarını arayan ruh demek Zeyra. Farklı yerlere dağılmış, bir araya gelmeyi başaramamış tek bir ruh. Her bir parçanın ayrı ayrı diğerlerini aradığı ve birleşemediği için acı çektiği söylenir.”

Aşkı tarif etmişti o bana. Adının anlamı buydu.

Yanlarına ulaşana kadar kimse konuşmadı. Sadece ağız ya da burunlardan çıkan buharlar vardı. Elimi uzatıp Zeyra’nın elini tuttum. Gülümsedi. Zyepran’a gittiğimiz gün gibi. Gidip öpüşüp evlendiğimiz gün gibi… Kaşkolü ile burnunu örtmeden önce, eğilip ucuna bir öpücük bıraktım. Bu, ‘Günaydın,’ demekti. Kara gözleri ışıl ışıldı, sadece dudakları değil, bütün yüzü gülümsüyordu. Mutluluğu soluğundan taşıyordu. Bana bakarken tamdı. Bütün. Ait. Aile. Âşık. Bana inanıyordu. Bana tapıyordu. Gözlerinde hepsini görüyordum. Sevginin en saf haliydi.

Yüzünü hiç soğuk almayacak şekilde kapattım.

“Eldivenin yok mu?”

Başını iki yana salladı. “Unutmuşum.”

“Öbür elini cebine sok o zaman,” diyerek tuttuğum eli kendiminkine soktum. Avucumun içinde ufacıktı. Sarmaladım.

Adamlara dönüp başımı sallarken, kendimi sevgilisini evinden almış genç bir adam gibi değil, emanetini teslim almış bir asker gibi hissediyordum.

Yürüdük. Eve kadar hiç konuşmadık. Parka yaklaştığımızda, “Bankta beklemek istiyorum babamı.” dedi Zeyra. Nedenini merak ettim.

“Evde olmak, beklemek gibi olmuyor. Ben hayatımı sürdürürken o da bir yandan kendi kendine gelecekmiş gibi oluyor. Oysa ben onu beklemek istiyorum. Tüm dikkatimle. Bütün enerjimi onun görüneceği koordinata yöneltmek istiyorum. Çünkü eminim o da beni görmek için dikkatle buraya bakıyor olacak. Önce sevgimiz kavuşsun istiyorum.”

Kimse birisini böyle beklemiş midir acaba? Böyle. Bu mantıkla. Dünya insanının beyninde böylesi bir arılık barınabilir mi? Kim bilir kaç kavuşan, ilk göründüğü an diğerinin gözleri başka şeylere odaklı olduğu için hayal kırıklığına uğramıştır. Ve akıllardan geçmiştir… ‘Benim özlediğim kadar özlememiş.’ Ama sarılmalar öpüşüp koklaşmalar arasında kaybolup gitmiştir o burukluk. Adı konamadan…

Zaer’in dediğini şimdi anlamıştım. Birisi seni böyle bekleseydi sen gelmez miydin? Gelirdim. Ne yapar eder, gelirdim.

Zeyra ile bir hayatım sadece bu nedenden bile olamazdı. O mükemmeldi. İnsan ötesi. Ben onu anlayamaz, ihtiyaçlarını karşılayamaz, mutlu edemezdim. Farklı dünyaların insanları olma deyimi, anlamını hiç bu kadar vakarla yansıtmamıştı.

O günden sonra her ayın üçüncü perşembesinde biz hep parkta bekledik. Sabah onu evinden aldım, akşam bıraktım. Çok soğuk olduğu zamanlarda benim eve kaçıyorduk. Kişisel ihtiyaçlarımız için evi kullanıyorduk. Bunun dışında gün dönümü tamamlanana kadar beklemek eyleminin hakkını veriyorduk.

Zaman içinde Zeyra’nın hikâyesini de öğrendim. Anlattıklarının çoğunu elbetteki anlamadım. Basitleştirdi… basitleştirdi… sonunda oyuna çevirip anlattı.

“…kardeş galaksi diyebiliriz aslında…”

“…İkiz gibi… tek yumurta galaksisi…”

“…neredeyse tamamen bir örnek fiziksel koşullar…”

“…biyolojik olarak benzer…”

“…ama Dünya’da zekâ düzeyinin gelişmesinde bir aksama…”

“…rivayetlere bel bağlayan yaşam biçimleriyle gelişimin önünü tıkama…”

“…ilkellik, cehalet, barbarlık…”

Konuyu uzatmak istemiyorum. Dinlerken moralim bozulmuştu, yazarken de aynı etkiyi yaratıyor. Kısacası diğer galaksiye denk düşseymişim daha iyiymiş.

Bizdeki gibi, Aremp’de de Yena’ya en yakın üçüncü gezegenmiş Zyepran. Onlar da diğer gezegenlerde henüz yaşam formu bulamamışlar. Tarihleri boyunca gezdikleri milyonlarca galaksi olmuş. Farklı formlar ve zekâlarla karşılaşmış ama en rahat iletişimi Samanyolu’ndaki formla kurmuşlar. Biz yani. Ama kendilerini bize asla açık etmeyeceklermiş. Güvenli değilmiş.

Onlarda da aile varmış. Ama ülke yokmuş. Zyepran vatandaşıymış herkes. Uzun süre Dünya üzerindeki ayırımları anlayamamışlar. Kadın erkek, siyah beyaz, ırk, din, dil, ülke… Acıyarak bakıyordu bana bunları sayarken.

“…olmayan her şeyden ayırım yaratmış sizin türünüz. Oysa sadece insan vardır. Detaylar önemsizdir… Her şey herkesindir. Hiçbir şey kimseye ait değildir. Sadece aile aitliği vardır…”

Ah Zeyra… O detaylar için ne hayatlar sönüyor bu dünya üzerinde… Biz kendimiz anlamıyoruz ki onca ilkelliği… Ona nasıl anlatırsın?

Zeyra anlattı ama… Her perşembe başka bir şey… İstesem dillerini bile öğrenebilirdim aslında. Ama İngilizceyi zor öğrendim Zyepranca ile hiç uğraşamazdım. Yine de belli başlı kelimeleri biliyor sayılırım. İnsanın karşılığı onlarda pera. Hayvanlara zeme diyorlar. Zeyra’nın evinin etrafını menan ile örmüşler. Su, aar. Kadına perax, erkeğe peray, çocuğa peram diyorlar. Kafiyeli bir dil için bayağı uğraşmışlar.

Hemen hemen her şeyleri bizimle aynı ama zamanları bizden farklı. Onlar on dört ayda bir seneye ulaşıyorlar. Gün içindeki saat miktarı, ay, yıl, yani zamana ait ne birim varsa hepsi farklı. Zeyra’ya göre çok basit. “Şununla şunu çarpıp buna böldün mü, işte bak!” ellerini de çırpıyordu bu sırada, “sonucu şıp diye bulursun!”

“Güzelim, ben tüm bunların arasında sadece senin el çırpmanı anlayabildim,” dediğim an vazgeçti. Bana yemyeşil Zyepranlarını, tertemiz sularını, mis gibi atmosferlerini, ortaklaşa yönetim biçimlerini anlattı.

Bizim ütopya olarak adlandırdığımız şeyler, Zyepran’ın gerçekleriydi. O çok basit şeylerin ütopya durumuna gelmesine bizim yetersizliğimizin neden olduğunu da net bir şekilde göstermiş oldu.

“Söylesene,” dedim bir keresinde, “en çok neyimizi garipsiyorsun?”

Üzerine düşünmedi bile. “İmkânsızı betimlemek için ‘Dünya barışı’ demenizi.”

İşte, böyle moral bozucu şeylerdi konuştuklarımız. Ondan çok şey öğrendim, umarım bir şeyler de öğretebilmişimdir. İnsan olarak değil, Yiğit Ünsal olarak.

Kendime yazdığım notlarımın sonuna yaklaştım sanırım. Bugün, 9 Ocak 2013. Doğum günüm. Yirmi sekizinci yaşımı bitirdim. Zeyra’yı ilk görüşümün üzerinden yirmi, hayatıma yeniden girişinin üzerinden de beş yıl geçti.

Tam kırk altı perşembe. Her ay o günün tamamı onun. Aslında sadece gündüzki park kısmını içeriyor. Baştaki gibi eve gelip bende zaman geçirmiyoruz. Ben de epeydir onların kapısından içeri girmiyorum.

İlişkimiz dokunmayı içermiyor, ikimiz de istemiyoruz. Onu seviyorum ama bir kadın olarak göremiyorum. Onun hayatında ise cinsellik hiç yok. İlk başta ben yönlendirmemiş olsam hala bakire olabilirdi. Hatırladığına bile emin değilim.

Bu yüzden başka kadınlarla ilişkilerim oluyor. Salt sekse dayalı, gecelik ilişkiler. Onları eve getirmiyorum. Zeyra’nın zihnine korku tohumu ekmek istemiyorum. Beni kocası olarak tanımlıyor, Perşembe günüm ona yetiyor, bu da benim onun için yapmak isteyeceğimden çok daha azı… Keşke fazlasına gönlüm ya da gücüm yetseydi.

Babam durmadan beni arkadaşlarının kızlarıyla bir araya getirmek peşinde. Annem hayatta olmayınca, çöpçatanlık rolünün kendisine kaldığını düşünüyor olmalı. Oysa ben kimseyle bir ilişki kurmak istemiyorum. Evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak bana çok uzak. Ne diyeceğim onlara? ‘Siz benim ailemsiniz ama Zeyra da ailem’ mi? ‘O bana kocam der, siz takılmayın buna’ mı? ‘O uzaylı,’ diyememek önemli değil. Uzaylı değil hasta olsaydı, yine benim hayatımda var olacaktı. Ben onu yine bırakmayacaktım. O zaman kabullenmeleri daha mı kolay olurdu? Sanmıyorum. Bilmiyorum. Umursamıyorum. Kimse ile Zeyra’yı tartışacak değilim. O benim tartışma konum değil, gerçeğim.

Zeyra’yı hayatımdan çıkarmam. Hiçbir kadın da Zeyra’nın hayatımdaki yerini anlamaz. Onların yerinde ben olsam, ben de anlamam.

Tam da bu yüzden… hayatıma kimseyi almayacağım. Daha önce birisini sevip de ona söylemediğim için kanser olup ölüşünü izlemeyeceğim. Onu, annemle benzer bir kadere mahkûm etmeyeceğim.

İşte bu yüzden… yalnız yaşlanacağımı sanıyorum. Yanımda kimse olmayacak. Eğer… bu yazıyı okurken, yaşadıklarımı anımsamıyorsam…

takvime bak Yiğit Ünsal

ayın üçüncü Perşembe günü ise

bir taksiye bin

seni Park Yolu 22 numaralı evin önündeki parka götürmesini söyle

ilk banktaki siyah saçlı kızın yanına otur

ve ona gülümse.

Hepsi bu.

Hepsi bu… Hepsi bu… Peki Selen? Hepsi buysa Selen neydi? Niyeydi?

Bitmişti günlük. Cevaplanan hiçbir şey yoktu. Bütün soru işaretleri yerli yerindeydi. Neden Selen?

Yiğit’e gitmeliydi. Ona sormalıydı. Cevaplar sadece ondaydı.

Bilgisayarı kapatıp hızla evden çıktı. Araba kullanabilecek kadar sakin değildi. Karmakarışıktı. Taksiye bindi.

Hastaneden içeri girdiğinde akşam telaşesi başlamıştı. Yemek servisi… İlaç dağıtımları… Odaları dolaşan hemşireler. Üçüncü kat. 305.

Kapıyı açtığında tek algıladığı beyaz renkti. Beyaz. Yatak beyaz. Duvarlar beyaz. Dolaplar beyaz. Beyazı kıran serum askısının metalik parlaması yoktu odada mesela. Hasta dosyasının gri kapağı da yoktu. Monitörlerden parlayan kırmızı mavi renkli rakamlar harfler yoktu. Hepsi kapalıydı. Yataktaki yeşil hastane giysisi yoktu. Yastıkta seyrelmiş kumral saçlar yoktu… Artık yastık da beyazdı, yatak da… Yiğit odada yoktu.

Yiğit o an odada yoktu değil… O odada artık Yiğit yoktu. Nefesi tıkandı, eli ayağı boşaldı, düşmemek için kapıya tutundu. Yanına gelen hemşireye “Kocam?” diye sorarken korktu.

“Kocanız taburcu oldu.” Meraklı gözler entrika kokusu almış gibi ışıl ışıldı. Asansör fiyaskosundan sonra kadının kocasının taburcu olduğundan haberi de yoktu. İster misin adam kadını bırakmış olsun! Bunu kızlara ballandırarak anlatacaktı.

Taburcu oldu… Taburcu… “Ne zaman?”

“Öğlen siz gittikten sonra.”

Öğlen. Ama eve gelmemişti. Geriye düşer gibi oldu, sırtı kapıya yaslandı. Düşmeden yere kaydı. Oturdu. Yiğit eve gelmemişti. Hemşirenin telaşlı sesini duyuyor, dediğini anlamıyordu. Yiğit gitmişti. Eve gelmemişti. Selen’e. Biliyordu, gelmeyecekti. Gitmişti. Bitmişti.

Cep telefonunu açıp hızlı aramalardan kayınpederini çevirdi. Telefon çaldı… çaldı. Çok sonra, açıldı.

“Efendim kızım.”

Ses tedirgindi.

“Baba?”

Baba mı? Evet. Baba. Şu an öyle hissediyordu. Şu an öylesine ihtiyacı vardı.

“Kızım.”

Titremiş miydi o ses?

“Yiğit?”

Sessizlik.

Selen’in de kelimeleri yoktu, bekledi.

“Fizik Tedavi Merkezi’ne gitmek istedi Yiğit. Bundan sonra orada olacak.” Sessizlik. “Eve artık gelmeyecek Selen. Çıktığında Park Yolu’na geçecek.”

Telefon elinden düştü. Galiba yağmur yağmaya başlamıştı. Islanıyordu. Karanlık üzerini bir yorgan gibi örtünce de altına sığındı. Burası güzeldi. Karanlıkta sonsuza kadar saklanabilirdi.