Perşembe Bölüm 25

Perşembe Bölüm 25

İlk günlerde yattığım yerde kıpırdayamadım bile. Ne zaman gözlerimi açsam, Zeyra’nın bedenimi bir merhemle ovaladığını fark ediyordum. Kokusu uykumu getiriyordu. Kimi zaman korumalardan biri, mavi beyaz renkleri gözümü alan bir şişeden şeffaf renkli bir sıvıyı bedenime zerk ediyordu Bazen de yine onlar tarafından, ısıtılmış bir havuza sokuluyordum. Normalde yaşama ancak acıyla tutunabilecek olan bedenim, onların çabalarıyla hiçbir şey hissetmiyordu.

Bilincimi tam anlamıyla kazanmam birkaç gün sürdü. O sabah gözlerimi açtığımda odada benden başka kimse yoktu. Zeyra’nın yanımda olmaması, bulunduğum mekânın yabancılığını bir tokat gibi yüzüme vurdu.

Oda beyazdı. Mobilya olarak sadece üzerinde yattığım yatak vardı. Yatağa serili çarşaf, örtü, yastık gibi malzemeler çok yumuşak ve kaliteli görünüyordu.

Örtüyü kenara çekip doğruldum. Üzerimde bana ait olmayan bir çamaşır dışında giysi yoktu. Özellikle karın bölgemde yoğunlaşan morlukların canımı çok yakıyor olması gerekirken bir şey hissetmiyor olmam ilginçti.

Bedenimdeki yaraları incelerken adamların bana vururken çıkardıkları sesler kulağıma doldu. Öfke doluydu… Tekme atarken nasıl da zevk alıyorlardı… İçimi bir titreme sarınca düşünmemeye çalıştım.

Morluklardan başka göğsümde üç yuvarlak bant vardı. Elimle dokunup ne olduklarını anlamaya çalıştım.

“Kalbin deri yüzeyinde oluşturduğu voltaj değerlerini ölçer.”

Oturduğum yerde korkudan zıpladım. Korumalardan birinin odaya girdiğini fark etmemiştim. Elindeki bornozu bana uzatıyordu. Ayağa kalktığımda hafifçe sendeledim ama bornozu giymek bana kendimi iyi hissettirdi.

“Onlar sayesinde beden fonksiyonlarını izleyebiliyoruz.” Duvarı işaret edip, “İzleme üssümüz burada,” dedi. Ben anlamsız gözlerle bildiğimiz düz duvara bakarken o anlatmaya devam ediyordu.

“Yaşamsal parametrelerin burada toplanıp…”

 “…periferik kılcal oksijen satürasyonu…”

“…sıcaklık sensörü, non-invasive basınç…”

“…kalbin kulakçık ve karıncıklarının kasılma ve…”

Anlamıyordum. Başım kazan gibiydi ve bir an için midem bulanır gibi olmuştu. Elinde nereden çıktığı belli olmayan bir enjektör ile yanıma yaklaştığında huzursuz olarak birkaç adım geri gittim.

“Sakin ol,” dedi. “Düşmanın değilim. Sen benim Prensesimin Dünya’ya tutunabilmesini sağladın. O yüzden çok önemlisin. Bu ilaç ağrı ve acıyı senden uzak tutacak.”

Koluma uzandı. Bileğini tutup durdurdum. Gözlüksüz ilk defa görüyordum onlardan birini. Gözleri maviydi.

“Zyepran neresi? Zeyra’nın söyledikleri doğru mu?”

Nefes bile almadan tepkilerini izledim. Doğrudan gözlerimin içine bakıyordu ve mavi gözlerinde hiçbir duygu yoktu.

“Zeyra yalan söylemeyi bilmez. Yalan, Dünyalılara özgü bir kavramdır.”

Hayır, hayır, böyle kaçamak cevaplarla beni geçiştiremezdi. Bana istediğim cevapları vermeyeceği belliydi. O halde ben de onların oyununu oynardım.

“Yena nedir?”

Duraklamadı. “Aremp galaksisinin güneşi.”

Duyduğumla kulaklarım uğuldarken koluma bir iğnenin battığını hissettim. Eğer Aremp diye bir galaksi olmasaydı, bu adam yıllar önce beş yaşında bir çocuğun bana söylemiş olduğu güneşin adını bilemezdi.

Damarlarıma dolan sıvıyla birlikte içimi ani bir enerjinin sardığını hissettim. İyiydim. Ruhen ve bedenen çok iyiydim. Biraz önce Zeyra’nın uzaylı olduğu kesinleşmişti. Ben ise neşeli ve umursamazdım.

“Nesiniz siz? Zeyra’nın babasının öğrencileri mi yoksa kızının korumaları mı? Özel güvenlikli bilim adamları mısınız yoksa?”

Bir kahkaha fırladı ağzımdan. “Dördünüz aranızda şöyle konuşmalar yapıyor olmalısınız.

– Bana oradan Pisagor’un teoremini uzatsana Rea.

– Elimdeki insancığın nazalını fraktür edeyim, hemen, Mem.”

Karşımdaki korumanın adı neydi bilmiyordum ama nazal fraktürün burun kırığı demek olduğunu geçen sene Eren’i hastaneye götürdüğümüzde öğrenmiştim. Onun da gülümsediğini görmek ilginçti. Normal insana benzemişti bir anda.

“Zeyra o adamları öldürdü mü?”

Ses çıkarmadı hiç.

“Neredeler şimdi? Bahçeye mi gömdünüz?”

Öylece seyretti beni. Ben ise öfkeliydim. O acizlik duygusu yine içimi sarmıştı.

“Umurumda değil! Ona bir şey olmadı ya, inan hiç umurumda değil ölmeleri! Yapabilseydim, ben öldürmek isterdim onları.”

Sesim sonlara doğru zayıflayıp titredi. Ya ona bir şey yapmış olsalardı? Ben nasıl yaşayacaktım?

Bedenime yerleşen ani çöküntüyle omuzlarım dikliğini kaybetti, başım öne eğildi. Utanıyordum.

Yanıma yaklaşıp omuzumu sıkması şaşırttı beni. Eğilip gözlerimin içine baktı uzunca bir süre.

“Yerel güvenlik birimlerine teslim ettik ikisini de. Hapisten kaçmışlardı. Sabah bütün yayın organlarında bu haber vardı ama senin haberin yoktu. Prensesimiz engel olmasa seni zevkle öldüreceklerdi.”

Adamların Zeyra tarafından öldürülmemiş olması beni mutlu etti sanırım. Sanki sevgilim biraz daha normal ya da bana benzermiş gibi.

Uzaylı bir Zeyra beni huzursuz etmiyordu ama uzaylı bir koruma ile aynı odada bulunma düşüncesine tahammül edemeyip dışarı çıkmak istedim. Kapıya doğru yürürken, bir an için bana izin vermeyebileceği ihtimaliyle ürperdim. Ama hayır, engel olmadı. Kapı, ben yaklaşınca yana kayarak açıldı ve derin bir nefes alarak kendimi dışarı attım.

Çıktığım yer evin zemin katıydı. Sokak kapısı ve pencerelerden mekânın bizim bildiğimiz evlere benzediği anlaşılıyordu. Ortadaki merdiven, birkaç katlı bir yapıda olduğumun ipuçlarını da veriyordu. Bir uzay gemisinde değildim kısacası. Rahat olabilirdim.

Bulunduğumuz katta sadece benim içinden çıktığım ve bir de tam simetriğindeki bir odada kapı vardı. Bunun dışında kalan her yer açıklıktı. O kapıyı da Zeyra açıp dışarı çıktığında görebildim zaten.

Beni görür görmez gülümseyerek yanıma geldi. Yine siyahlar içerisindeydi. Elimi tutup ışıl ışıl parlayan gözleriyle bana bakınca her şeyi unutuverdim.

“Kahvaltı edelim.”

Emir mi vermişti? Koruma bir anda ortadan kayboldu çünkü. Elim elinde, merdivenlerin arka tarafına yürüdük. Zeyra’nın sıcacık gülümsemesinin büyüsünde onu seyrederken, diğer yandan da evi anlamaya çalışıyordum.

“Bu katman sadece benim yaşam alanım. Yukarı katmanlar Yaze, Rea, Mem ve Zaer’in bölgeleri. En üstte güvenlik ve iletişim üssü var.”

Gördüğümden ne anlayacaksam, paranoyak bir şekilde sağıma soluma bakıyordum. Üsler, katmanlar… Artık bunlara sadece garip kelimelermiş gibi bakmıyordum. Zeyra üs dediğinde, gerçekten bir üsten bahsettiğini anlıyordum. En üst katta, her yere hâkim olmuş bilgisayar ekranları, uçuk aletler, korunma kalkanları, sağa sola koşuşturan Zyepranlılar görsem şaşırmayacaktım.

Belki çocuklukta yaşadığımız o an ile ilgiliydi, bilmiyorum ama başından bu yana Zeyra’nın söylediği her şeyin gerçekliğine inanıyor ve tartışma gereği duymuyordum. Gerçek üstü olan Zeyra’nın kendisiydi. Onunla her şey anlaşılabilir ve kabul edilebilir oluyordu.

Açık, kocaman bir mutfaktan bahçeye çıktık. Mart ayının ortasında üzerimde bir bornozla bahçedeydim ve üşümüyordum.

“Neden soğuk değil?” Şaşkın halim Zeyra’yı gülümsetti.

“Yirmi adım ileri gitsen mevsim değerlerini tam anlamıyla hissedersin ama evin dört tarafında, yapıdan on iki metre uzaklığa kadarki alan tam fonksiyonlu kullanım için her zaman yirmi üç derecede tutulur.”

İyiymiş. Nasıl bir teknolojiydi ki bu? Yerden mi ısıtılıyordu?

Dört koruma, hemen bir masa getirip üzerini hızla donattılar. Zeyra, gerçekten de bir ritüelin yerine getirilişini izleyen prenses gibiydi. Konu kahvaltı değildi. İnsanların onu mutlu etmek için kendilerini parçalayışı ve Zeyra’nın da bu çabayı vakarla kabul edişiydi.

Korumalar, Dünya üzerinde ya da belki de evrende tek olan bir varlığa hizmetkâr olabilme ayrıcalığına sahip seçilmiş kişilerin gururunu taşıyorlardı.

Ortamda bir adanmışlık, hayranlık vardı. Hepsi mutluydu, ben yabancı…

Kahvaltı süresince adamları izledim. Onlar yemiyor, bizimle oturup içtikleri çayla eşlik ediyorlardı.  Benimle odada konuşanın adı Zaer idi.

Sofra, kuş sütünün eksik olmadığı bir masa değildi. Temel kahvaltılıklar vardı sadece. Yumurta, peynir, zeytin, tereyağı, reçel, taze ekmek, süt, çay.

Çenemi açmakta zorlandığım için zorla bir iki parça bir şey yerken bahçeyi gözden geçirdim. Çok genişti. Ev gerçekten de alanın ortasına konumlanmış olmalıydı. Etrafında dolandığım çit ya da duvar benzeri bitkilere ulaşmak için epey adım atmam gerekiyordu. Sahi, çıkış neredeydi?

“Nereden girip çıkıyorsunuz siz buraya?”

Zeyra gülümsedi, diğerleri birbirlerine baktı. Sonra hepsi dönüp Zeyra’ya baktı.

“Biyometrik tanımlamasını içselleştirin. Kocamın evine rahatlıkla girip çıkabilmesi uygun olur.”

Zaer olmayanlardan biri cep telefonundan daha küçük bir aleti bana doğru tuttu, baştan aşağı beni ona okuttu, bir şeylere bastı ve tekrar cebine koydu. Bunları yaparken, diğer elindeki çay bardağını bırakmamıştı.

Sonra birden ürperdim. Zeyra burasının evim olduğunu söylemişti. Beni burada tutmayacaklardı değil mi?

Beni seyretmekte olan Zeyra, “Bundan sonra buraya gelmek istediğinde, sokağın herhangi bir noktasında yüzünü içeri çevirmen yeterli. Girişin açılacaktır.” dediğinde utandım. Ben çok fesat bir insanoğluydum ve karım da büyük ihtimalle düşüncelerimi okuyabilen bir uzaylıydı.

“Mem, Yaze, Zaer ve Rea kendini iyi hissettiğinde seni insan anatomisi hakkında bilgilendirecekler. Sunum ve uygulama sonrasında, gezegeniniz üzerindeki hiçbir insan bir daha sana fiziksel olarak zarar veremez hale dönüşecek.”

Sustum. Zeyra’nın kahvaltısı bitene kadar, nezaketen yiyormuş gibi yaparak oyalandım.

Aklım tıkır tıkır çalışıyordu. Belki de Zaer’in söylediklerine fazla anlam yüklemiştim. Bana çok uçuk gelen bu teknolojik donanımlar normal olabilirdi. Alt tarafı yüz tanıma sistemine dayandırılmış bir bitki yığınından bahsediyorduk. Bir de yerden ısıtmalı bahçeden… Kimsenin ışınlandığını ya da ağaç görünümüne büründüğünü görmemiştim. Yani herhalde görmemiştim. Çocukluğumuzda Zeyra bizi Zyepran’a ışınlamış olabilir miydi? Gitmeye karar vermemizle dönmemiz arasında gözlerimi açmadığım için bunu bilemezdim.

Bir an başım döndü. Gözlerimi Zeyra üzerinde sabitlemeye çalıştım. Sonra dört koruma ve Zeyra gözlerimin önünde yok oldu. Boş sandalyelerine bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştım.

Bahçe tarafında hissettiğim bir hareket üzerine başımı çevirdim ve onları dışarıya geçit veren bitkilerin yanında gördüm. Zaer olmayan adamlardan biri konuşuyor, Zeyra dinliyordu. Sonra dört adam bitkilerin arasında kayboldu.

Başım yine döndü. Bu arada Zeyra’nın da yok olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı. Ne yani? Beni burada bırakıp gitmişler miydi?

“İlk geçişini birlikte yaparız. Geçidini kullanmayı öğrenirsin böylece.”

Masadan gelmişti ses. Başımı yavaşça çevirdim ve Zeyra ile göz göze geldim.

“İyi görünmüyorsun. Uzanmak ister misin?”

İyi değildim. Ben zaten çok uzun süredir iyi değildim. Zeyra’nın ilk kez Zyepran kelimesini kullandığı Ocak ayından bu yana adım adım depresyona girmiş olduğumu artık biliyordum.

O gün içime dolan korku beni hiç terk etmemişti. Bir yerlere sinsice yerleşmiş, beklemişti.

Şimdi ise korku ile birlikte içim de boşalmıştı. Bugün burada benim için çok önemli olan bir şeyi yitirmiştim. Biz Dünyalılar buna umut diyorduk.