Perşembe Bölüm 24
Gözleri kaygıyla Yiğit’e döndü. Uyanmıştı. Kendisini seyrediyordu.
“Hayatını kurtarmış senin!”
Sanki o anda yaşanıyormuşçasına korktu Selen. Adamların Yiğit’e vuruşlarını düşündükçe kendi canı acımıştı.
“O tekmeler başına gelecekti. Eninde sonunda gelecekti. Öyle insanlar durmazlar. Yok edene, sen bitene, geriye bir şey kalmayana kadar durmazlar!”
Bilgisayarı yatağın ayakucuna bırakıp Yiğit’e yaklaştı. Yüzünü uzun uzun incelerken, aklındaki ‘Ya ona bir şey olsaydı, ya ölseydi, ya ben onu hiç tanıyamasaydım!’ kaygıları hatlarına neredeyse yapışmıştı.
Uzanıp bileğini tuttu Yiğit. Çekerek yaklaştırdı Selen’i kendisine. Yüzleri birbirine neredeyse değecek kadar yakın, gözleri birbirinin içindeydi. Siyah dört irisin etrafındaki renkler değişerek oynaşıyorlardı sanki. Bal renkleri kahve renklerine akıyordu, arada yeşilleniyor, yine bala çalıyorlardı.
Selen’in gözünde tek bir damla filizlendi. Olgunlaştı, ağırlaştı ve o pınarda daha fazla barınamayıp kendisini aşağı bıraktı. Büyülendi Yiğit. Dünyadaki en nadir performansı izliyormuşçasına içti bu görüntüyü.
“Canın çok acımıştır.”
Eliyle yanaklarını okşadı kocasının. Kemiklerinin ağrımadığından, tekmelerin izi kalmadığından emin olmak ister gibi yokluyordu yüzünü. Severse acımazmış, öperse geçermiş gibi.
Biraz daha çekti Yiğit Selen’i kendisine. Dudakları dudaklarına dokundu. Öylece… hiç kıpırdamadan durdular. Bir an nefes almadı ikisi de. Fazlasını da azını da istemez gibi… Kıyamet o anda kopsa, zamanı buymuş gibi. Sonra Yiğit’in derin soluklar aldığını duydu Selen. Kokusunu içine çekiyordu. Kapattı gözlerini.
Tıpkı eskisi gibiydi. İlk, gözlerine hapsederdi onu Yiğit, başını başka tarafa çeviremezdi. Sonra kokusuyla sevişirdi erkeği. Dudaklarıyla dokunmadan önce, içine iyice çekerdi Selen’i.
Başta bir sürü banyo kokusu alıp durmuştu bu yüzden Selen. Küvete atar, erimelerini bekler, sonra bedenine sinmeleri için dakikalarca küvette kalırdı. Bir gün, “Ben onların değil senin kokunu almak istiyorum. Saklama kendi kokunu benden,” demişti Yiğit. O gün, sevdiğinin uyurken nefes olarak kendisini soluduğunu fark etmiş, parfümeri reyonlarıyla ilişkisini tamamen kesmişti.
Bir an o kadar özel geldi ki Yiğit’in yaptıkları… Belki kuzguna yavrusu durumu söz konusuydu ama Yiğit’le yakınlaşmaları asla alelade olmamıştı.
Gözlerini açıp kocasına baktı. Burnunun temasıyla geziniyordu Yiğit yüzünde.
“Sana bir şey olmasın, buna dayanamam.”
Biraz geri çekilip görüşünü netleştirdi adam. Gözleri yumuşacıktı. Pırıl pırıl. Sonra iyice çekti Selen’i kendisine ve genç kadın uyku zamanının geldiğini anladı. Yiğit’in yanına yerleşip sokuldu kocasına.
Yiğit’in kolu bedenine dayalıydı ve bu Selen’i çok heyecanlandırıyordu. Oysa o kol hiçbir şey hissetmiyordu.
Gözyaşları o kadar ani bastırdı ki Selen ne olduğunu anlayamadı. Sanki dört senenin tanımı bu temasta gizliydi. Yiğit’in soru dolu gözleri, gözyaşlarının nedenini öğrenmek istiyordu. Selen sustukça bakışları sertleşti.
“Kalbine de inme inmiş meğer senin. Şu an o kolun beni nasıl hissedemiyorsa, kalbin de hissedemedi hiç. Oysa ben sadece ona dokunuyor olmakla mutluluktan ölebilirim.”
Sessizlik kulakları sağır etti bir an. Yiğit’in gözlerindeki alevlerde yanıp kavruldu Selen. Kızgındı Yiğit. Kaşları çatılmış, nefesi şiddetlenmişti. Sonra yüzündeki kızarıklığı fark etti Selen. Artıyordu. Yiğit’in yüzü giderek kızarıyordu. Sanki artık nefes de almıyordu.
Birden bedenine dayalı hareketsiz kolun kendisine baskı yaptığını fark etti. Gözleri kocaman açılarak Yiğit’e baktı. Genç adam bütün konsantrasyonunu toplamış, kolunu bedeninden ayırmaya yoğunlaşmıştı. Tek yapabildiği buydu. O da bunu yapmıştı. Kolunu Selen’e yaklaştırmıştı.
Heyecanla yerinden fırlayıp yatakta dizlerinin üzerine oturdu genç kadın. Gözlerini sağ kola dikip izledi. Elini kalbine koymuş, nefes bile almayı unutmuştu.
Yiğit gözleri Selen’de, kolunu çok hafif açıp kapattı. Gözleri buluştu, gözyaşları yine Selen’in görüşünü bulanıklaştırdı.
“Doktora haber vermeliyiz!”
Başını iki yana salladı adam. Diğer eliyle uzanıp çekti yeniden kadını yanına. Bu kez, bedenini tümüyle yasladı kocasına. ‘Hissediyorum,’ demişti Yiğit. ‘Sandığının aksine, seni hissediyorum.’
Gözyaşları inci taneleri gibi mutluluğa akarken, Selen uyudu. Çok uzun süredir ilk kez mutluydu.
Ertesi sabah hemşireler odaya girip çıkmaya başladıklarında Selen çoktan kalkmış, bilgisayarı telefonu üzerinden internete bağlamış ve doğu sporlarını araştırmaya başlamıştı.
“Bak, Ryukyu Kempo’da da var o. Kyusho Jitsu’da da.”
Gözleri ekranda hızlı hızlı kayıyor, durmadan tıklamalar yaparak sayfalar arasında dolaşıyordu. Kendisini gülümseyerek seyreden adamı fark etmeden heyecanla konuştu.
“Olay şuymuş. Her iki tarafta bastırılan damarlar arteria carotis externa imiş. Şah damarı yani.” Gözler satırlarda gezindi, gezindi… “Bu iki damara aynı anda basınç uygulandığında basınç reseptörleri beyne uyarı yollarlarmış ve tansiyonun çok yükseldiği yanılgısı oluşurmuş. Beyinden gelen uyarıyla, beden tansiyonu aniden normal değerlere getirmeye çalışırmış. Hâlbuki aslında normal olan tansiyon, böyle düşürülünce normalin altına inermiş ve adam baygınlık geçirirmiş.”
Bilmiş bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Hani dizide Jack Bauer yapardı ya, öyle işte.”
Eskiden birlikte seyrettikleri bir diziydi 24. Jack Bauer adlı karakteri görünüş olarak Yiğit’e benzettiği için çok severdi Selen. Ama konu saçmalamaya başladığında seyretmekten vazgeçmişlerdi.
Bilgisayarı kapatıp masanın üzerine koydu. Cevabını almıştı o. “Zeyra da bunun tek tarafa dokunmalısını yapmıştır. Ölmemiştir onlar. Felç olmuşlardır o an.” Gözlerini sımsıkı yumup, Yiğit’i kurtardığı için Zeyra’ya bir kez daha teşekkür etti.
”Ondan o kadar rahat dolaşıyormuş parklarda bu. Dördünüzü de ten uyumunu kontrol ediyorum bahanesiyle indiriverirmiş aşağıya…”
Önce kıkırdadı… Olduğu yerde kalakalması bir anda oldu. Yüzü dondu, ağzı açıldı…
“Senin yaptığın da buydu!”
Hatırlıyordu, evet. Sevgili olduktan bir ay sonra eve giderken trafikte bir araba Yiğit’in onları geçmesine çok sinirlenmiş, ışıkta önüne kırmıştı. İçinden üç adam çıkmış ve arabaya tekme atmaya başlamışlardı. Bir tanesinin elinde kalın bir sopa vardı. Kapıyı açıp Yiğit’i dışarı çıkarmıştı. Hepsi kocaman adamlardı. Üç ayı bir adamı ortalarına alıp dövmekten zevk alacaklardı. Kimse de korkusundan yardım etmeyecekti.
Selen korkuyla telefonundan polisi ararken, daha hat düşmeden Yiğit arabaya geri dönmüştü. Adamların üçü de yerdeydi. Yiğit yüzünde tek bir kas oynamaksızın arabayı sürüp gitmişti. Bu konu hakkında da hiç konuşulmamıştı.
“Trafikte bizi durduran adamların boyunlarına dokundun, pat yerdeler. Böyle olmuş olmalı… Bunu Zeyra’dan öğrenmiş olmalısın. Yoksa senin de zuzaylı olman gerekecek ki bu artık biraz abartı olur.”
Yiğit’e bakıp haylaz bir gülümseme gönderdi. “Onların uzaylı olması abartı değil de senin olman beni bozar. Sen Dünyalı olmak zorundasın.”
Yine gülümsedi Yiğit. Bu adam bu aralar hep gülümsüyor muydu yoksa Selen hayal mi kuruyordu? Hep gülsündü o. Çok yakışıyordu. Somurtmak da yakışıyordu. Arada somurtsundu da. Ama kendisine gülsündü.
O an ruhu bedeninden ayrılıp ensesine bir şaplak indirsin istedi. Düşünceleri yine yolunu şaşırmıştı. Sonu gelmiş bir evlilikte kocasına aptal bir âşık gibi sırıtmak uygun değildi. Bu düşünceler uygun değildi. Yiğit’in davranışlarının altında yatan duyguları keşfetmek için uygun bir zaman değildi. Bunların hepsi bahaneydi ve Selen’in Yiğit’in yanında kalma çabalarının ürünüydü. Bu tuzağa düşmemeliydi.
Cazcı doktorun odaya girişi her zamanki gibi gereksiz enerjikti. Adam zıplayan bir topu çağrıştırıyordu. Bunu yapan galiba gözleriydi. Her yere seri hareketlere dokunan ve dokunduğu yerdeki detayları anında kapan gözleri…
Gözlerini kendisine dikip, “Rahat uyumuş mu bakalım çiftimiz?” diye sordu. Al işte. Belli ki gece gelip onları birlikte uyurken görmüştü. İyi de birilerini illa ki utandırmanın ne gereği vardı? Sinirle dikkati üzerinden uzaklaştırmak istedi. ”Kolunu açtı biraz.”
Hah! Adam zekiyse Selen kadındı. Zekâ, kadının genlerine doğuştan işlenmişti. Cazcı, bir anda her şeyi unutup tüm ilgisini Yiğit’e verdi. Fizik tedavi için talimatları sıralarken gözü bir an için pis pis sırıtan kadına ve ona gülümseyen kocaya kaydı. Bunlar neye gülüyordu?
Yiğit odadan çıkarılırken cazcı bir süre gözlerini Selen’e dikip ‘itiraf et, neden güldüğünü ben biliyorum ama senden duyarsam daha iyi olur’ bakışını attı. Lanet olsun, kadın bunu yemedi ve masum olmadığından adı gibi emin olduğu masum bakışlarla kendisine baktı.
Bu kadın tam Nihatlıktı, ki bu az bulunan bir türdü. Dünya üzerinde ancak birkaç tane bulunurdu. Ve bu kadın maalesef kapılmıştı. Suratını asıp odadan çıktı.
Herkes gittiğinde Selen bir anda kendisini bomboş hissetti. Ne tepsiyle kenarda duran kahvaltıya dokunmak, ne eve gitmek istiyordu. O Yiğit’i istiyordu. Onunla aynı odada olmak… aynı havayı solumak… gözünün değebileceği bir yerde bulunmak…
Bilgisayarı kucağına alıp sandalyeye oturdu. Ayaklarını da yatağa uzatıp uzun soluklu bir yolculuğa hazırlandı. En azından iki saati vardı. Bakalım mahşerin dört pençesi o iki pisliğe ne yapmışlardı…
Gözlerimi açtığımda Zeyra başucumda idi. Buz torbalarını üzerime koyup kaldırıyordu. Üçer dakikalık bir rotasyonla bedenimin neredeyse her noktası soğuk kompresten medet umuyordu.
Ağrı vardı. Ama yoktu. Olması gerektiği kadar yoktu. Benim şu anda can acısıyla haykırıyor olmam gerekiyordu. Onca darbe… Onca kötü niyetli darbe… Sadece sızlıyordu.
Uyandığımı fark eden Zeyra, gülümseyerek bana baktı.
“Canın acımıyor. Acıyı aldım senden. Bedenin zedelenmedi, moleküllerine kadar inceledim seni. Ruhunda zede var ama, kötülüğe bu kadar yakından temas etmek seni acıttı.”
Bir boka yaramaz herifin tekisin demiyor da… Ne söylediği çok da umurumda değildi. Bok gibiydim. O yaşadığımız anlamsızlıkta Zeyra tecavüze uğrayabilirdi ve ben seyretmekten başka hiçbir şey yapamazdım. Acizliğim boğuyordu beni, çok önemli anlamaları yitirmiş gibiydim.
Ne olsan, ne yapsan boştu. Senden güçlü bir kötülük mutlaka bulunurdu. Ve senin en değer verdiğin varlığı ezip yok ederdi.
Bir daha kendimi asla güvende hissedemeyecektim. Bir daha sevdiklerimi koruyabileceğime asla inanmayacaktım. Çökmüştüm. Tecavüze uğramıştım. Ruhum bütün saflığını ve inancını yitirmişti. Adalet, hak, güven kavramları kötülüğün karşısında ezilip gitmişti.
Boş bakışlarla tavana bakıyor, kimin tavanı altında olduğumu bile ayrımsayamıyordum. Benim evimde miydik yoksa Zeyra’nın ormanında mı? Umurumda değildi.
Yanıma oturdu Zeyra. “Güç olmadan iyi kalınamaz. Güç zekâdır. Güç bilgidir. Öğrenilir.” Zeyra’nın arkasında duran adamlar yatağa yaklaşınca onların da odada olduğunu fark ettim.
“Yaze, Mem, Zaer ve Rea ile daha önce aynı koordinatta bulunmuştunuz, belleğinde yer aldılar.”
Nasıl almasınlar? Bir fare gibi beni havaya kaldırıp incelemişlerdi. Şu anda yaşadığımız ise bir tanışma töreniydi galiba. Oysa onlarla tanışmak için hiç de uygun değildi. Kendimi küçümsüyor, utanıyordum. Kendimi çöpe atmak istiyordum. Zayıflığımdan nefret ediyordum.
“Onlar sana öğretecek.”
Onlar bana öğretecek… Onlar… Gözlerinde hiç duygu barındırmadan bakıyorlardı bana. Kınama, alay, küçümseme aradım içlerinde, yoktu. İlgi de yoktu. Benimseme, gülümseme de yoktu. Bu adamlarda insani hiçbir duygu yoktu.
Yattığım yerde doğrulup oturdum. Yavaş yavaş farkındalığım artıyordu. Bildiğim bir yerde değildim. Ruhu olmayan bir odada, şilteden başka bir şey olmayan bir yataktaydım. Zemin katta olmalıydık çünkü pencereden ağaçların gövdeleri görünüyordu. Akşamüstü saatleriydi, o halde birkaç saat baygın kalmıştım.
“Onlar kim?”
Kendimi tehdit altında hissetmiyordum. Dünyalı olmayabilirlerdi, uzaydan gelmiş yaratıklar olabilirlerdi ama beni o iki insanoğlu kadar korkutmamışlardı. En çaresiz anımda bile, onlardan korkmamıştım ben. Sadece anlamamıştım. Hepsi buydu.
Bu yüzden şimdi sadece soruyordum ve anlamak istiyordum. Alacağım her cevap kabulümdü.
“Dördü de babamın öğrenenleri. Aslında yedi binden fazlaydılar. Hepsini aynı anda tanımadım tabii. Her sene değişiyorlardı. Yine de her birinin sadece adlarını ve numaralarını değil, oturma yerlerini bile hatırlıyorum.”
Adamlara dönüp tek tek işaret ederek, “Önden iki, sağdan 7. En arka, soldan 12. Arkadan 6, sağdan 4. Önden 5, soldan 4.” dediğinde dördü de başlarını salladı.
“Onlarla bilgi değiş tokuşu yapıyordum. İlk 2500 gündönümünde onlar bana öğretti, sonrasında ben onlara… Babam yerine benim öğrenenim oldular.”
Hop hop, bir dakika… 365’i kendisiyle bile toplayamayacağımdan, parmaklarımla dört yüz, sekiz yüz, bin iki yüz diyerek yıl anlamaya çalıştım. Altı yıl 2400 gün ediyordu. Demek altı yedi yaşlarından bahsediyorduk. Peki, yedi yaşından sonra bu dört adama Zeyra ne öğretmişti?
“Bilgi değiş tokuşu derken?”
“Senin dilinle fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi.”
“Yani yedi yaşından sonra onlara sen fizik, kimya, biyoloji ve matematik öğrettin gibi.”
Başlarını salladı adamlar.
“Ben cevapları öğrenmeden kendim bulabiliyorum. Sorulmamış çok soru var Dünya ve Zyepran üzerinde, biz de onlarla hem soruları hem cevaplarını konuşuyoruz.”
Anladım. Anlamadım tabi ama anlamış gibi başımı salladım.
“Yaze, Mem, Zaer ve Rea benim öğrenenim olarak kalmaya devam etmek istediler. Bir yandan da beni korumak istediklerini biliyorum. Zyepranlılar ve şimdi de Dünyalılar arasında yaşamakta çok başarılı değilim. Çünkü bulunduğum anı unutup teorem çözmeye dalıyorum, bu da beni özellikle Dünya’da savunmasız bırakıyor.”
Zeyra’yı dinlerken adamlara ilişti gözüm. Ona hayrandılar, bunu görebiliyordum. Kişiye değil zekâya duyulan bir hayranlıktı bu. Ne dese yaparlardı. Onu korumak için ölürlerdi. Belliydi.
“Burada benimle kalıp bana Dünyanızda tek başıma nasıl yaşayabileceğimi öğretmeye devam ettiler.”
Zuzaylılar şimdi de bana Dünyamda nasıl yaşayabileceğimi öğreteceklerdi demek. Ne kadar ironik… Ne kadar acınası… Yazık.