Perşembe Bölüm 23
Hastaneden önce eve gidip duş almak ve giysilerini değiştirmek çok vaktini almamıştı. Arabayı hastanenin park yerine bıraktığında ziyaret saatinin bitmiş olmasına sevindi. Çok fazla insanla aynı atmosferi paylaşmaya bile gücü yoktu. Tek isteği Ahmet Bey’i bir an önce evine göndermek ve odanın kapısını kapatmaktı.
Odaya girdiğinde Ahmet Bey’i sandalyede uyuklarken buldu. Gözleri Yiğit’e kaydı sonra. O da uyuyordu. Ama çok rahat olmadığı uzaktan bile belli oluyordu. Gergindi. Kaşları çatıktı. Mutsuzdu.
Kim mutluydu ki?
Omzuna dokunarak kayınpederini uyandırdı. Adam önce Selen’e, sonra Yiğit’e baktı. Ses çıkarmadan elini dudaklarına götürdü, susma işareti yaptı ve sandalyeden kalkarak toparlandı. Sadece gözlerle anlaştılar. Onunla birlikte dışarı çıktı Selen.
“Yorulmuşsunuz. Gidip yatın hemen.” Omuzlarını geren adamın yorgunluğu vicdanına dokundu bir an. “Çok oyalandım, özür dilerim.”
Gülümsedi kayınpederi. “Önemli değil ki kızım. Sen de biraz kafanı dağıtmalısın. Yiğit sen yokken neredeyse hiç açmadı gözünü. Aynı çocukluğundaki gibi… Uyur numarası yaptı bana.” Kıkırdadı. “O zaman da anlardım, şimdi de kanmıyorum.”
İçi neşeye boğuldu bir an genç kadının. “Bana uyanıkmış gibi gelmedi ama şimdi?”
“Yeni uyudu. Fizikçi biraz yordu onu bu sefer galiba. İki saate yakın getirmedi çünkü odaya.”
Başını salladı Selen. Bakıştılar, anlaştılar ve adam arkasını dönüp gitti.
Odaya dönen genç kadın sandalyeye oturup bir süre kocasını seyretti. Yiğit’in bedenindeki gerginliği oturduğu yerden bile algılayabiliyordu. Arada omuzlarında seğirmeler olduğunu fark ediyordu. Kasları istemsizce kasılıyordu sanki.
Belirtilerin artmaya başladığını görünce huzursuzlandı. Acaba hemşirelere haber verse miydi? Bu kasılmalar normal değildi. Nefesi de sanki artık daha hızlı ve düzensizdi.
Korkudan aklı çıkmak üzereydi. Hemşireyi çağırma aleti neredeydi? Ahmet Bey nereye koymuştu onu? Yatağa yaklaşıp elini Yiğit’in yanağına dayadı.
“Sakin ol. Her şey yolunda.”
Hala yatağın etrafında aleti aranırken genç adamın bedenindeki rahatlamayı neredeyse gözleriyle izledi Selen. Seğirme duruldu, kaslar gevşedi. Çatık kaşlar inip yerini rahat bir uykuya bıraktı.
Sonraki dakikalarda elini Yiğit’in yüzünden çekemedi Selen. Çekmek istemedi. Büyülenmiş gibi kocasının sakinleşmiş yüzünü seyretti.
Sonra, çok sonra, tuvalete gitmesi gerektiğinde isteksizce bıraktı dokunmayı. Hayatının en hızlı tuvalet deneyimini yaşayıp geri döndü.
Sandalyeye oturmadan önce dolaba gidip bilgisayarı yanına aldı. Uykusu gelene kadar okuyacaktı. Hatta uykusu gelse bile okuyacaktı. Zyepranlı Zeyra’nın Dünyalı kocasını uykusunda neden bırakıp gittiğini anlayacaktı.
Ne düşünüp ne hissedeceğimi bilemediğim günler boyunca, içime yerleşmiş olan boşluğu dolduracak bir şey bulamadım. Doğru soruların ne olduğunu bilmediğim için soramıyor, o yüzden hiçbir şeyi çözemiyor, adını koyup rahatlayamıyordum. Bir noktada sıkışıp kalmış, ne ileri ne geri gidebiliyordum.
Bu evde geçirdiğim çocukluğumu elbette hatırlıyordum. Sekiz yaşım çok da hatırlamayacak bir yaş değildi ama annemin değiştiği dönemdi. O zamanlardan aklımda sadece annemin gözyaşları ve babamın “Saçmalıyorsun Melike, kendine sorun üretiyorsun” deyişi vardı. Ne olduğunu anlamıyordum ama evin havası da annemle birlikte değişmişti sanki. Melike Ünsal gülüşlerini yitirmiş, Ahmet Ünsal’ın alnındaki o derin çizgi de o günlerde peydahlanmıştı.
Sonraki iki yıl hayatımız tamamen mahzun bir anne ve ne yapacağını şaşırmış bir babayla dolmuşken annemin hastalığı ortaya çıkmıştı. Kanser. Ve annemin, kendi kendine mırıldanıp duymadığımı sandığı cümlesi… “Neden onunla evlenmedi sanki?”
Kim kiminle evlenmemişti, annem neden üzgündü, neden içli içli ağlarken yakalıyordum onu, neden ağrıları vardı ve neden evden taşınmamız gerekiyordu, bilmiyordum. Ama on yaşındayken hayatımın en güzel yıllarını yaşadığım evimizden ayrılıp annemin tedavi gördüğü hastaneye yakın bir eve taşınmıştık.
Sadece son iki yıl yüzündendi bu evi çok düşünmeyişim. Bu yüzden Zeyra da annemin duygusal gelgitleri arasında unutulup gitmişti.
Oysa o gün babasıyla gitmeden önce, birbirimize söz vermiştik. Karım şimdi gidecekti, Zyepran’da ailesinin yanında büyüme sürecini tamamlayacak ve sonra bana dönecekti. Çünkü ruhunun parçası bendeydi. Ben de o parçaya çok iyi bakacaktım.
Parça değiş tokuşu gözleri kapatarak yapılıyordu. Yüzlerimiz birbirine dönük dizlerimiz birbirine değerek oturmuş, el ele tutuşmuştuk. “Tamam,” demişti Zeyra. “Artık sen bendesin, ben sende.”
Gözleri simsiyah bir alevdi. Beş yaşındaydı ve beni kendine sırılsıklam âşık etmişti. Ruhumu yakıyordu. Bakışlarındaki güven ve sevgiden başım dönüyordu. Yüzündeki gülümseme başka bir yere bakmama engel oluyordu.
“Seni göremeyecek miyim artık?”
“Zyepran’a gidiyorum. Gözlerini kapatıp yanıma gelebilirsin. Nasıl düşünce seyahati yapılacağını biliyorsun. Hem sen de Zyepranlı sayılırsın artık. Kocamsın ya.”
O seyahatin nasıl yapıldığını anlamadığımı söyleyemedim. Her şeyi Zeyra yapmıştı. Ben sadece gözlerimi kapatmıştım.
Bana uzanıp dudaklarıma şapırtılı bir öpücük kondurduğunda, Dünya üzerindeki en şanslı erkeğin ben olduğuma emin olmuştum.
Kuşku barındırmadığı belli olan ama tembihlemek bir görevmişçesine bunu yerine getiren karım “Eğer kendine başka bir eş seçersen, benim parçamı atma olur mu? Geldiğimde bulamayız sonra.” dediğinde, ateşli bir “Asla!” haykırışıyla ona sarıldığımı hatırlıyorum. Asla ondan başka bir eş seçmeyecektim kendime. Onun ruhu benim kalbimde güvendeydi. Ben ölene kadar da orada kalacaktı.
Babasıyla el ele yürüyerek uzaklaşmalarını seyrederken arkasını dönüp bana gülümseyişini hatırlıyorum. Hayat boyu görebileceğim en güzel gülümsemeydi. Gözlerimden süzülen yaşları kimse görmesin diye dakikalarca eve girmediğimi biliyorum. Ve içimde çok acıtan bir boşluk hissettiğimi. Benim ruhumun bir parçası da Zeyra ile gittiği için olabilirdi bu.
Evlendiğim haberini vermek için koşarak eve gittiğimi de hatırlıyorum. Ve hayatımın en büyük şokunu, annem ile babamı tartışırken gördüğümde yaşadığımı… O kadar inanılmaz bir sahneydi ki benim için. Ben bizim evimizde aşktan başka bir şey görmemiştim. Babamın da annemin de sevgileri gözlerinden okunurdu. Şimdi ise annem kırgındı.
“Bana söylemeliydin!” diyordu. “Böyle bir şeyi nasıl bilmem ben?”
Babamın şaşkın tavrını hatırlıyorum. Anneme bakıp ne yaşadıklarını anlamaya çalışıyordu sanırım.
“Üzerine düşünmediğim bir şeyin nesini söyleyecektim Melike?”
Annemin inanamadığı bir şeyle karşılaşmış gibi başını sallayıp, “Evlilik bu kadar basit bir şey mi? Birisini evlenmeyi düşünecek kadar sevmek aklından çıkıverdi, öyle mi?”
Vay! Evlendiğimi söylemenin o an asla ve asla sırası değildi. Tamam o zaman, sonra söylerdim. Ama annemle babamın kavgalarını duymak da istemedim ve odama çıkıp yattım.
Sabaha kadar düşüncelerimde Zeyra vardı. Onu şimdiden çok özlemiştim. Bizimle kalmasını teklif etmek aklıma gelmediği için de çok pişmandım. Özlemimden biraz ağlamış bile olabilirim.
Sonra aklıma düşünce yolculuğu geldi. Gözlerimi kapattığımda Zeyra’nın yanında olabilirdim, öyle değil mi? Denedim. Gözlerimi sımsıkı yumup ‘Zyepran! Zyepran!’ diye bağırdım içimden. Olmadığında, ‘Zeyra!’ demeyi denedim. Bir yıldıza binip uçtuğumu düşledim sonra. O beni Samanyolu’ndan Aremp’e götürecekti. Orada Zyepran’ı bulacak, Zeyra’nın evinin üzerinde aşağı atlayacaktım. Uyumamış olsaydım yapabilirdim…
Sonraki günlerde bizimkilere Zeyra’dan bahsetmeyi düşündüm ama evin elektriği beni ürküttüğünden çok da varlığımı belli etmemeye çalıştım. Annem küskün, babam bıkkındı. Ben de bu yeni atmosferde soluduğum kaygılar yüzünden birkaç gün içerisinde Zeyra’yı unutmuştum.
Tamam, unutmam doğaldı ama yeniden gördüğümde neden hatırlamamıştım? Üzerinden on beş sene geçmiş olsa da, paylaştığımız zaman dilimi saatlerle sınırlı kalsa da Zeyra bende çok büyük bir iz bırakmıştı. O birkaç saate sığan duygu zenginliği hayatımın geri kalanını şekillendirmişti.
İnanmak, güvenmek, bağlanmak, bir gizi paylaşmak, birlik olmak, sevmek, sahiplenmek, adanmak, umut etmek, sabretmek, olgunlaşmak… Bunların hepsi, Zeyra ile benim o kısacık an içinde yaşadığımız duygulardı. Çocuktuk. Birimiz beş, birimiz sekiz yaşındaydık. Ama kimi evliliklerin bizim o gün paylaştıklarımızın yakınından bile geçemediğini bilmek zor değildi.
Zeyra’yı unutsam da, izi üzerimde kalmıştı. Kendimi hep evli bir erkek olgunluğunda hissettiğimi söylesem, o ruhu aksettirebilir miyim acaba? Kız peşinde koşmamıştım mesela. Birlikte olmuş ama kız arkadaş edinmemiştim. Bekliyordum sanki. Sadece ne beklediğimi bilmiyordum.
Evlilikten bahsedildiğinde diğer çocuklar itiraz çığlıkları attığında, onları yatıştırıyordum. “Korkmayın, kötü olamaz,” diyordum, sanki evliliğin ne olduğunu bilirmişim gibi…
Bir de… hiç hayal kurmuyordum. Okul bitince işe girip, evlenip, çoluk çocuğa karışacağım günler üzerine düşünmemiştim mesela. Hayatım bir noktada duraklatılmış gibiydi. Birisinin devam düğmesine basmasını bekliyordum…
Eski evimize yeniden taşındığım gün basıldı o düğmeye. Terastan aşağı bakıp da gökyüzünü seyreden siyahlı kızı gördüğümde…
Beni bu kadar etkilemiş bir insanı hatırlamamak için neden bu kadar direnmiştim ki? Ne zaman hatırlamaya yaklaşsam, bir ipucunun yakınlarında dolaşsam içime hüzün yerleşiyordu. Her şeyi hatırlamış olduğum şu anımdaki gibi… Hüzün vardı. Yas vardı. Kayıp duygusu vardı. Hatırlamak kaybetmekti. Nedenini hala bilmiyordum.
Ya o?
O zaman babasıyla nereye gitmişlerdi ve ne zaman geri dönmüştü? Beni hiç unutmamış mıydı? Kocası olduğumu düşünmekten vazgeçmemiş miydi? On beş sene boyunca bir çocuk oyununu sürdürmüş müydü?
Seneler sonra elini bana uzattığında biliyor muydu kim olduğumu? “Demek senin eşin var,” derken, onu tanımamı mı ummuştu? O gün o evde kocasına gelmiş, sekiz ay boyunca onu hatırlamasını mı beklemişti? Hatırlanmadığında canı yanmış mıydı?
Bunlar ona sormam gereken sorulardı. Ve o yine gitmişti. En kalması gereken zamanda… Sanki düşünmeme fırsat vermek istermiş gibi… Sanki hazmetmeme olanak sağlarmış gibi… Sanki kaçmak istersem kapıyı açık bırakırmış gibi…
Zeyra benim bütün duygularımı daha ben yaşamadan biliyordu. Artık bundan gerçekten emindim.
Benim de bir şeyleri bilme zamanım gelmişti. Öylesine yaşayamazdım. Zeyra’ya öylesine davranamazdım. Sorumluluk almam gerekiyordu. Doğru ya da yanlış, onunla bir geçmişimiz vardı. Bu geçmişin bugüne taşıdığı bir beklenti vardı. Zeyra benimle evli olduğunu düşünüyordu.
Ne yapacaktım?
Zeyra’nın Zyepran’dan gelip gelmediğini anlamanın bir yolunu bulmalıydım. Doğru olmadığını söyleyerek kestirip atamazdım, uzayda yaşam olabilirdi. Olup olmayacağına ben karar verecek değildim. Ama ikna olmam gerekirdi. Olmazsam, sorun var demekti.
Zeyra dışında insanlara ihtiyacım vardı. Bahçedeki o adamlarla konuşabilirdim. Zeyra’nın babasına ulaşmaya çalışabilirdim. Bunun için de yine o eve gitmem gerekecekti.
Beklemeye ancak iki hafta dayanabildim. Cuma günü ayaklarım beni Zeyra’nın evine götürdüğünde sabah saatleriydi. Mart ayının soğukluğu içimi üşütüyordu. Ağzımdan çıkan dumanlar eşliğinde bitkisel kalkanda bir delik arayıp durdum. İçeri nasıl girilip çıkılıyor olabilirdi ki?
Görülmekten korkmadan rahatça inceleme yapabilmek güzeldi. İçeriden beni seyrettiklerini biliyordum. Çabalarımla eğleniyor olmalıydılar. Bir saatin sonunda gerçekten çok sıkılmış ve pes etmiştim. Biraz da Zeyra’ya kızgındım sanırım. Beni bu kadar çaresiz bırakmamalıydı. Diğerlerinin bana gülmelerine izin vermemeliydi. Kocası olduğuma göre, gururumun kırılmasına neden olacak durumlar yaratmamalıydı.
Öfkeyle sokağı terk ederken hem acıkmış hem de çok da üşümüştüm. Çabuk pes edip etmediğimi sorguluyor, kendimce kumpasa gelmiş erkek paranoyasına kapılmış olabileceğimi de hesaba katıyordum.
Ya içeriden beni izleyen yoksa? Ya bana gülmüyorlarsa? Ya Zeyra beni gördüğünde mutlu olacaksa? Geri mi dönseydim? Sesimi duyurana kadar Zeyra’nın adını mı bağırsaydım?
Yolun ortasında öyle kararsız bir şekilde dururken, sapaktan dönüp bana doğru yürüyen iki adam dikkatimi çekti. Adamlarda yanlış bir şey vardı. Bu semte hiç uymuyorlardı. Daha çok, hapishane avlusunda volta atacak tiplere benziyorlardı.
İnsanları görünüşleriyle yargılamaktan hoşlanmam ama bunlar görünüşten çok tavırlarının bende uyandırdığı duygulardı. Bakışlarından, tehdit edildiğimi hissediyordum. Bekledim.
Yanı başımda durdular. İri, benden uzun… dikkatimi çekti de nedense herkes benden uzun oluyordu… bıyıklı esmer tiplerdi. Kirli bir şeyler vardı havalarında. Ya bakışları ya kokuları ya ruhları…
Kıyafetlerinin günlerdir üzerinde olduğu belliydi. Dişleri ya da saçları fırça ile hiç tanışmamış bile olabilirdi. Bakımsız ve umursamazlardı.
Bir tanesi yüzüne yalancı bir gülümseme oturturken diğeri buna yeltenmedi bile. Ona kalsa beni oracıkta boğazlamaktan keyif alacaktı.
Korkmalıydım. Korktum da.
“Hemşerim, bir bak hele.”
Evet. Bela bodoslama üzerime gelmişti. Cevap vermedim.
“Üzerindeki parayı bir ver hele.”
Kıpırdamadım. Üzerimde para olmamasının iyi mi kötü mü olduğunu düşünüyordum. Para bulamayınca zevkine öldürebilirlerdi beni.
Yalandan gülümsemeyen, yerimden kıpırdamadığımı görünce iki adımda yanımda bitti. Mideme o yumruğu ne ara yedim, ne zaman yere yığıldım anlamadım. Canımın acısından hareket bile edemedim.
Bir yandan beni tekmeliyor, küfrediyor, bir yandan da üzerimi arıyorlardı. Bir şey bulamayacakları kesindi. Evin anahtarı bile yoktu çünkü üzerimde. Zeyra gelirse diye kapı açıktı, bu yüzden yanıma almamıştım. Tek isteğim, bunun onları beni öldürecek kadar sinirlendirmemesiydi.
Yüzüme denk gelen tekmelerden ağzım burnum dağılmış olmalıydı. Nefes alamıyordum. Ne ses çıkarıyor ne de yardım gelmesi ümidine kapılıyordum. Buradan kimse geçmezdi. Geçse bile yardım etmezdi.
Artık sadece benden sıkılmalarını bekliyordum. Can acısı aşamasını çoktan geçmiştim. Tekmeleri hissetmiyor, sadece darbelerle savruluyordum. Kaslarımı sıkıp daha az zarar görmeyi diledim. Küfürlerini dinledim. Sonra bütün dünyamı paramparça eden o sesi duydum.
“Yeter.”
Zeyra?
Adamlar durdu. Hiç kıpırdamadan yanı başımıza dikilmiş olan narin kıza baktılar.
Korku hakkında en ufak bir fikrim vardıysa bile şu an o kavram zihnimde yeniden tanımlanıyordu.
Zeyra bu adamların eline düşecekti. Ve ben hiçbir şey yapamayacaktım.
Bana vurmayı bıraktı adam. Doğrulup Zeyra’ya baktı.
“De bakayım bir daha?”
Şişlikten kapanmış olan gözlerimi kısarak görüntüyü netleştirmeye ve Zeyra’yı görmeye çalıştım.
“Yeter, dedim.”
İğrenç kahkaha eşliğinde vıcık cıvık bir ses duydum. “Yeter demiş la Necati.”
Necati olan Zeyra’ya yaklaştı.
“Sen kucağıma gel de yetsin kuşum.”
Bağırmak, çığlık atmak istiyordum ama ne nefesim ne sesim çıkmıyordu. Adam Zeyra’ya yaklaşıyordu. Diğeri de beni bırakmış ona katılıyordu.
Ölmek istedim. O an elimde silah olsa, o iki adamı gözümü kırpmadan öldürürdüm. Ama silah yoktu, o yüzden ölmek istedim. Hem Zeyra’yı hem kendimi öldürmek istedim. Zeyra biraz sonra yaşanacakları yaşamadan… Ben buna şahit olmadan… ölüm gelsin bizi alsın istedim.
“Bana dokunmamanı tercih ederim.”
Güldüler. İğrenç kahkahaları canımı yaktı. Zeyra’nın bana baktığını görüyor ama nefes alamadığım için kaçmasını söyleyemiyordum. Gözyaşlarım gözlerimi yakıyordu. Kan ağlamak bu yaşadığımın tanımı olabilirdi. Ağlıyordum ama gözümden kan akıyordu.
“Sana dokunmaktan fazlasını yapacağım orospu,” diyen adam Zeyra’nın belini kavrayıp kendisine yapıştırdı. Sonra da yere düştü.
Necati olan, Zeyra’nın kolunu kavrayıp yerdeki arkadaşına şaşkınlıkla baktı. “Noldu lan? Kalksana? Ne yapıyorsun yerde?”
Bu kez gördüm.
Zeyra elini adamın boynuna uzatıp dokundu. Ve o adam da yere düştü.
Yanıma koşuşu, yüzümü inceleyişi, gözlerimi açıp içlerine bakışı… Ellerini bedenimde gezdirip kırık çıkık olmadığını kontrol edişi…
Güçlükle başımı çevirip yerdeki adamlara baktım. Gözleri açık, nefesleri kesilmiş hareket etmeden yatıyorlardı. Ölmüşler miydi? Ölmelerini her şeyden çok istemiştim evet ama küçük bir kadının tek bir dokunuşla onları öldürebilmiş olmasına sevinmeden önce, dehşetimi bir yaşamalıydım. Bayılmadan önce son gördüğüm koşarak bize yaklaşan dört korumaydı. Mahşerin dört pençesi…