Perşembe Bölüm 22
Okuduğu en son cümlenin üzerinden kaç dakika geçtiğini bilmiyordu. Kafası allak bullak olmuş, ne düşüneceğini şaşırmıştı.
Telefonu çıkarıp Ahmet Bey’i aradı.
“Merhaba. Rica etsem akşama kadar Yiğit’in yanında siz kalır mısınız?”
Elbette, hemen kabul etti adam. Selen de bilgisayarı kapatıp dolaba attığı gibi odayı terk etti. Yiğit geri getirilmeden buradan uzaklaşmalıydı.
Öğlen olmak üzereydi. Gidebileceği hiç bir yer yoktu. Park Yolu’na gelmiş olduğunu fark ettiğinde şaşırmadı bile. Kontağı kapattı.
Gezegen diyorlardı. Galaksi diyorlardı. Selen bunları başından beri şaka gibi okumuştu. Zeyra’nın garipliği olarak… Şu anda ise, okuduklarının şaka barındırmadığını fark ediyordu.
Yiğit ‘Gittim,’ diyordu. ‘Küçük kızla Zyepran’a gittim…’ Yiğit’ten şüphe mi duyacaktı? Yaşlılığında yanına gitmeyi unutmamak için önlem alacak kadar Zeyra’ya önem veren bir insanın sözlerinden deli olduğu sonucunu mu çıkaracaktı?
İnanç, bilinçaltını zorlayan bir kavramdı. Gerçek düşüncemiz bilinçaltımızda bizi gizliden yönlendirirken, toplumsal eğilimler görüntüden başka bir şey değildi.
Uzaylı der, gezegenlerin kişiliklerimiz üzerindeki astrolojik etkilerini gazetelerden takip eder; Dünya’nın da bir gezegen olduğunu bilir, üzerinde yaşayan canlılar olmamıza rağmen Zeyra’nın Zyepran gezegeninden gelmiş olabileceğine inanmazdık.
Deli derdik.
Tıpkı, her şeyi yapabilecek gücü kendisine yakıştırdığımız Tanrı’nın, sırf eğlenmek için bile olsa insanlar arasına karışacağına inanmadığımız gibi… Aramızdan birisini seçip onunla bizlere mesajlar yolladığına inanırdık ama karşımıza çıkacağına inanmazdık. Neden bunu yapmayacaksa? Yaparken bizden izin mi alacaktı?
Ama emindik. Birisi ‘Ben Tanrı’yım. Sıkıldım da biraz dolaşıyorum,’ dese anında akıl hastanesindeydi. Kimi yerlerde doğrudan linç edilirdi. Neden? Bilinçaltımız onun Tanrı olmadığından neden bu kadar emindi?
Selen Yiğit’e inanıyordu. Selen, Yiğit’in Zeyra’nın Zyepran’dan geldiğine inanmasına inanıyordu.
İyi de… Yiğit tarafından neden bu kadar normal aksettirilmişti bunlar? Neredeydi şaşkınlığı, dehşeti? Bir uzaylıyla karşılaşmak ürkütücü olmalıydı, değil mi?
Selen buna birkaç cevap üretebilirdi aslında. İlki… Zeyra ile ilk karşılaştığında Yiğit çocuktu. Her şeye inanabilecek arılıktaydı. Zeyra onu Zyepran’a götürmüşse, Yiğit bunun gerçekliğini sorgulamazdı.
İkincisi… Yiğit büyüdükten sonra Zeyra’yı gördüğünde, beklenen tepkiyi göstermemişti: Kızı garip bulmak. Formaliteden ‘garip kız’ deyip normal kabul etmişti sadece. Yirmi üç yaşında bir erkek, konuşmasındaki farklılık nedeniyle bile yaşananları daha fazla sorgular, kızdan uzak dururdu. En azından sevgili olarak… Yiğit, bunu konu etmemişti. Bilinçaltı onu hatırladığından mı?
Son olarak, o anlarda her ne yaşandıysa, aylar ya da yıllar sonra yazılmış olan bu günlük sırasında kanıksanmıştı. Yiğit, cevapların çoğunu, hatta tümünü artık biliyor olmalıydı. O yüzden bir olayın yaşanması değil, sonradan anlatılması söz konusuydu. Fıkralar bile sadece ilk anlatıldığında komik olmaz mıydı?
Bu cevaplar Selen için yeterliydi. Peki, ya Zeyra’nın babası? Başta her şey açıktı aslında Selen için. Olmayan bir babanın beklendiğini düşünüyordu. Belki ölmüş, belki hiç var olmamış. Aslında Selen de bilinçaltında Zeyra’nın deli olduğunu düşünmeye yatkındı. Böyle olması işine geliyordu. Bir deli kıskanılmazdı.
Ama o baba gerçekten vardı ve Yiğit’in ve ailesinin adını tanıştırılmadan biliyordu.
Adam ailenin tanıdığı olabilirdi. Ahmet Bey’in arkadaşı. Ya da… Aile sadece, parkta kendi çocuklarıyla oynayan küçük bir kızın babasını eve davet etmişti.
Eli istemsizce telefonuna gidip hızlı aramadan Ahmet Ünsal’ı çevirdi.
“Selen, kızım yoldayım henüz. Sen çık istersen.”
Kaçarcasına uzaklaştığını ne bilsin adam… Teşekkür edip durakladı.
“Ahmet Bey…”
“Efendim kızım.”
“Zeyra adında birisini tanıyor musunuz?”
Dedi ve o kadar utandı ki. Bu Yiğit’in özeliydi. O ismi babasına açık etmeye ne gerek vardı?
Adamın tedirgin sesi, sorunun kendisini huzursuz ettiğinin kanıtıydı zaten. “Hayır kızım, tanımıyorum.” İkisi de konuşmadı bir süre. “Tanımam gereken birisi mi?”
Ne kibarlık… Ne asalet… ‘Yiğit’in halt yediği biri mi?’ sorusunun bu kadar naif sorulması inanılmazdı.
“Hayır, hayır, sadece ismi duymuş olabilir misiniz diye merak ettim.”
İşin kıvırılacak bir tarafı yoktu. Artık Ahmet Bey’in gözünde sorunun adı Zeyra olmuştu.
“Sizi oyalamayayım ben. Birkaç saate kadar gelirim. Getirmemi istediğiniz bir şey olursa arayın lütfen.” diyerek hızla kapattı telefonu.
Artık, Zeyra’nın Yiğit’in ailesi tarafından tanınan birisi olmadığı da ortaya çıkmıştı. Adam Yiğit’in, annesinin ve babasının adlarını nereden biliyordu? Zeyra’nın evindeki o dört adam, Yiğit hakkında bu kadar bilgiye nasıl ulaşmışlardı?
Zihninde bastırmaya çalıştığı kelimenin zuzaylıdan uzaylıya evrildiğini fark etmek bile içini huzursuzluğa boğmaya yetmişti. Yol ayrımındaydı, biliyordu. Ya kaybolur ya doğruyu bulurdu. Kaybolmamak için sadece önyargıdan uzak, objektif bir bakış açısına ve bulabildiği her türlü veriye ihtiyacı vardı.
O halde araştıracaktı. Yiğit’e inanarak araştıracaktı. Deli diye kesip atmayacaktı. Ne Yiğit’i, ne Zeyra’yı…
Üzerine gelen sakinlikle rahatladı. Okunacak bir günlüğü ve inceleme yapabileceği bir olay yeri vardı. Ev karşısındaydı. Bir yaşam belirtisi aradı. Bir kıpırtı, oynatılan bir perde… Zeyra evdeyse terastaydı zaten, onu da buradan göremezdi. Ama Zeyra’nın bu evde yaşamadığından nedense emindi.
Hayır. Selen’in çözmeye çalıştığı şey bir ihanet değildi. İhanet olarak algılanabilecek bir şeyin neden yaşandığıydı.
Üç saate yakın bir süre evin ve parkın çevresinde yürüyüp gördüklerini okuduklarıyla birleştirmeye çalıştı. Zeyra’nın evinin olması gereken güzergâhın hangisi olabileceğine bakındı. Gördüğü her yeri resim olarak hafızasına kazıdı. Yollar… Sapaklar… Yokuşlar… Bin iki yüz yetmiş sekiz adım… Ormanlık alan…
Bulamadı elbette. Sadece baktı. Sonuç çıkarmıyor, yorumlamıyordu. Beyni veri toplamaya odaklanmıştı.
Parka döndü. Önce parkın evin önündeki bank dışında kalan her noktasını gezdi. Sonra oturdu banka ve etrafı inceledi. Ne görünüyordu, ne kadar görünüyordu? Yiğit hangi ağacın dibine saklanmıştı? Zeyra resmi nereye çizmişti?
Sonra dönüp eve baktı. Görmek istiyordu. Günlüğün sayfalarında dolaştığı gibi, evin içinde de dolaşmak istiyordu. Ama ne anahtarı vardı, ne alarm sisteminin şifresi…
Anahtar.
Yiğit’e araba çarptığında Perşembe günüydü. Anahtar Yiğit’in yanındaydı. Yiğit’e ait her şeyi hastanede bir torba içinde Selen’e vermişlerdi. Telefon, cüzdan, anahtarlar… O torba çantasındaydı.
Arabaya gidip çantasına uzandı. Evet. Yiğit’e ait her şey buradaydı işte. Arabanın kapısını kilitleyip eve yürüdü.
Yiğit’in annesinin evi. Yiğit’in çocukluğunun geçtiği ev. Taşındıktan seneler sonra geri dönüp yerleştiği ama Selen’i bir kez bile getirmediği ev.
Bahçenin dışında durup görüntüyü içine sindirdi. Sonra kapıdan içeri süzülüp merdivenleri tırmandı. Acelesi yoktu. Biraz da oradaki basamaklara oturdu. Yolu, parkı, bahçeyi seyretti. Kimse yoktu etrafta. Araba da geçmiyordu. Hava sıcaktı, güneşin en keskin saatleriydi. Kimse bu saatte parka gelmezdi.
Çantasının içindeki torbayı eline aldı. Hala yasak bir şeyler yapıyor olduğu duygusu vardı içinde ama bu artık onu ürkütmüyordu. Hayır… Sindirmiyordu. Aksine, yaramaz bir çocuğun heyecanı ile önündeki bu engeli nasıl aşabileceğinin çarelerini arıyordu.
Cüzdanı ellemedi bile. Onunla işi yoktu. Yiğit’in bu kadar da özeline girme hakkını kendisine vermiyordu. Telefonu açık olsa, mesajlarına da bakmazdı mesela. Yiğit’in özeline girmenin bir nedeni olması gerekirdi. Zeyra yüzünden günlüğü okumak gibi. Yine Zeyra yüzünden evi görüp anlamaya çalışmak gibi. Ama bunun dışında, Yiğit kocası diye… Kendisiyle paylaşmadı diye… Merak etti diye herhangi bir şeye bakmazdı. Bakamazdı.
Kapının üzerine monte edilen bir panelde, alarm şirketinin adı vardı. Arasa? Ne diyecekti? Aramadan eve girse… Alarm çaldığında polisten önce kimi arayacaklardı? Yiğit’i. Yiğit’in telefonu Selen’de idi. Açsa, cevap verse… Ben karısıyım dese…
Eve girebilmek için alarm şirketinden izin isteyen bir eş. Çok şık bir durumdu.
Hem Yiğit’in telefonunu nasıl açacaktı ki? Pinini bilmiyordu. Yine de eline alıp açma düğmesine bastı. Evet. Pil %50 doluydu. Pin ekranı karşısına geldi. Acaba Zeyra ile ilgili bir şey miydi? Selen bunu nasıl bilecekti ki? Pin kaç kere yanlış girerse kilitleniyordu?
Çaresiz bakışlarını telefondan çekip bahçede gezdirdi. Bulması mümkün değildi. 0303 olacak değildi ya. Dalgınca tuşladı bu rakamı. 0303. Hoş geldiniz diyen görüntüye anlamadan bakakaldı. Önce bir tane, ardından sürüyle gözyaşı gözlerini istila ettiğinde, aklında sadece tek bir şey vardı.
Doğum günümmüş!
Dakikalarca elindeki telefona bakarak hıçkıra hıçkıra ağladı genç kadın. Sokağın bu kadar boş olmasına sevinmeliydi belki de. Kendisini sıkmasına gerek kalmadan özgürce ağlayabilmek çok güzeldi.
Çok sonra, burnunu çeke çeke sustu. İçeri girmeliydi. Elindeki anahtarları inceleyip eve ve şirkete ait olmayan iki tanesini ayırdı. Kendi telefonundan alarm şirketinin numarasını çevirdi.
“İyi günler. Park Yolu 22 numara, Yiğit Ünsal’a ait ev için arıyorum. Ben Selen Ünsal, eşiyim.”
Bla bla bla… ‘Parolayı bilsem sizi mi aradım acaba,’ diye düşünüp adamın konuşmasını kesti.
“Bakın, eşim bir kaza geçirdi. Şimdi benim bu eve girmem gerekiyor ama şifreyi bilmiyorum. Eşimin telefonu da bende. Uyarı için aradığınızda yine ben çıkacağım karşınıza. Şimdi, bu durumda ne yapmamız gerekiyor?”
Bla bla bla… “Kocam arayabilecek olsa size laf anlatmaya uğraşıyor olur muydum?”
Bla bla bla… “Ben sıkıldım. Eve giriyorum. Alarm çalacak. İster polisi gönderin, ister kendiniz gelin.”
Telefonu adamın suratına kapatıp gülümsedi. Bu işlerin makul bir çözümü asla olmazdı. Bıdı bıdı… O kadardı. Telefondaki adam asla yeterince şey bilmez, asla gerekli yetkiye sahip olmaz, asla işinizi çözmeye uğraşmazdı. Olmazları sıralayıp çekip gitmenizi beklerdi.
Selen de asla buna yenilmezdi.
Elindeki anahtarları sırayla uygun kilitlere sokup kapıyı açtı. Bir… iki… üç… dört… beş. Ciyak ciyak öten alarmı dinleyip gülümsedi. Telefonu hazırlayıp çaldığında bakmadan açtı.
“Yiğit Ünsal’ın telefonu. Ben Selen Ünsal.”
Bla bla… “Eve gireceğimi söylemiştim size.”
Bla bla… “Tamam, kimliğimin resmini gönderiyorum şimdi.”
Bunu önceden isteyemezdi sanki… İşte çözümler birer birer üretiliyordu. Ehliyetinin fotoğrafını çekip mesajla gönderdi. Bu arada alarm da susmuştu.
Ve işte sonunda, asla davet edilmediği evdeydi.
Kepenkler kapalı olduğundan evin içi loştu. Dış kapıyı açık bırakıp içeri birkaç adım attı. Elektrik düğmesini bulup bastı. Ve hayatında bugüne kadar gördüğü en sıcak ev karşısında belirdi.
Yiğit’in bu evi neden sevdiği belliydi. Evin her yerine annesi damgasını vurmuştu. Ne babasının ne de Yiğit’in hayatında bu evdeki gibi toparlayıcı bir güç yoktu.
Her şey örtülerin altındaydı aslında. Ne mobilyalar, ne detaylar kendisini göstermiyordu. Ama evin yerleşiminde öyle bir şey vardı ki, her yerinden sevgi taşıyordu.
Koltukların yerleşimiydi galiba… Bütün sıcaklık buradaydı. Koltuklar, evde yaşayanların birbirlerini görebileceği şekilde yerleştirilmişti. Yalnız kalmak ya da ortamdan soyutlanmak için tasarlanmış tek bir mobilya yoktu. Her şey anın herkes tarafından paylaşılmasına ayarlanmıştı.
Bir süre gülümseyerek seyretti salonu. Sonra gözü merdivenlere ilişti. Yiğit’in odası, teras… Kapıyı kapatıp derin bir nefes aldı ve basamaklara yürüdü… Merdivenleri çıkarken canının kanadığını fark etti. Onunla burada sevişmişti Yiğit. Ona burada dokunmuştu. Ya kendisi ne yapıyordu şimdi burada?
Ne yaptığı belliydi. Anlamaya çalışıyordu. Yiğit’i… Zeyra’yı… Günlükteki gizemi… Konuya arabesk ya da akılcı yaklaşmak kendi elindeydi. Ya oturup ağlar ya da ikna olacağı mantıklı cevapların peşine düşerdi.
Merdivenler bittiği an ne görmeyi beklediğini bilmiyordu ama dağınık bir yatak beklemediği de açıktı. Bir an nefesi boğazına takıldı. Yoksa?
Gözünü hiç ayırmadan yatağa baktı. Dağınık… Yiğit dağınık sevişmezdi. Yiğit akrobasi hareketleri de yapmazdı. Sevişmenin her anında gözlerinin birbirinin içinde erimesini sağlardı. Asla ama asla ayrılmazdı bakışları gözlerinden. Onları kapatmasına da izin vermezdi Selen’e. İçlerindeki her duyguyu an be an izlerdi.
‘Neden o kadar yalnızdın peki?’
Sırası mıydı şimdi? Yalnızdı… Çünkü yataktan kalkıp, gideceğini söylese Yiğit itiraz etmezdi! Bu yüzden yalnızdı! Ve güvensiz. Ve korku dolu.
Sahiplenme yoksa, her şey tesadüflere bağlıydı. O yatakta sevişilen herhangi bir kadın olabilirdi. Sahiplenme yoksa o kadın gider, daha güzeli gelirdi. Ve ortalıktaki neredeyse bütün kadınlar Selen’den güzeldi.
‘Seni yalnız hissettiren Yiğit mi yoksa Selen mi?’
Of. Kendisiyle hesaplaşmak için içinde bulunduğu an hiç de doğru bir an değildi.
Sonra… Hesaplaşmaya bu cümleden başlayacaktı. Ama sonra. Yiğit’ten gittikten sonra…
Gözleriyle yatağı baştan aşağı taradı.
“Yalnız yatmışsın burada. Dağınık ama siyah tek bir saç teli bile yok. Ne yastıklarda, ne çarşafta. Çarşaf lekesiz. Öylesine sermişsin zaten. Neden yattın ki burada? Huzurlu bir uyku uyumamışsın. Dönüp durmuşsun. Yatağı senin huzursuzluğun dağıtmış.”
Neden eve dönmemişti? Neden koynuna yeniden girmek için sabah olmasını beklemişti? Her Cuma gününe içinde Yiğit’le başlamıştı Selen. Günaydın öpücükleri özlem dolu bir sevişmeyle sonlanmıştı.
“Göremediğim bir şey var benim. Cevabı bu evde mi, günlükte mi, Yiğit’te mi?”
‘Belki de sende.’
Terasa yöneldi. Evin kullanılmıyor oluşunun en büyük delili karşısındaydı. Bütün camlar kapalıydı. Ne bir oturma grubu ne masa vardı. Gözleriyle yeri, gökyüzünü, dört bir yandan görülen manzarayı taradı. Kenara gidip yola, parka, parktaki banka baktı. Hepsini ezbere biliyordu. Arkasını dönse Zeyra ile Yiğit’i yere uzanmış, gökyüzünü seyrederken görecekti…
Bu kadarı yeterliydi. Evle işi bitmişti. Artık hastaneye dönebilirdi. Belki sonra, sadece Zeyra’nın evini bulmak için yeniden gelirdi.