Perşembe Bölüm 21

Perşembe Bölüm 21

İlk birkaç gün Zeyra’nın terastan içeri girmeye gönüllü olmadığını anladığımda, kamp malzemelerim arasında bulduğum bütün eski ve yeni matları yere dizmiş, üzerine de kışlık bir yorganı sererek kendimize üşümeyeceğimiz bir oturma, daha doğrusu uzanma mekânı yaratmıştım.

Müzik sistemini yukarı taşımak istediğimde elini koluma koyup engellemişti beni. “Sessizliği dinleyemeyiz sonra…”

Geceleri ışıkları da yaktırmadı bana. Sadece bir arkadaşımın hediyesi olan içten yanan uzun mumları koydu bazı noktalara. Onların da etrafını perdeledi. Oradan şuradan buradan yansıttı… Her ne yaptıysa, toplam beş mumla iki katlı evin her yerinde, onları görmeden ama hiçbir yere çarpmadan yürümeyi başardım.

Yaptığından memnun, gelip yanıma oturdu. “Gördün mü bak,” dedi. “Karanlığı kirletmedik, geceyi görebiliyoruz.”

Görüyorduk gerçekten. Her yanımız camdı. Gökyüzü burnumun dibine yaklaşmıştı. Yıldızların bir parçası olmuştuk. Orada uyuyor, oturuyor, yemek yiyorduk. Böylece bizim için ev, terastan ibaret oldu.

Sessizliği gerçekten sevdiği için, fazla konuşmaktan da hoşlanmıyordu Zeyra. Sorularımın dışında kendi kendine başlattığı tek konuşma, hep gökyüzü ile ilgili oluyordu.

“Yaşam koordinatın muhteşem,” diyordu mesela. “Güneş ışınlarının Dünya’ya geliş açısındaki artışı fark edebiliyorum burada.”

Ben her zaman anlamadan bakıyor oluyordum. O da her zaman sabırla açıklıyordu.

“Şubat ayının ilk günlerinde Güneş, gün ortasında, güney yönünde, ufuktan en fazla 33 derece yüksekten geçer. Şubatın sonlarına doğru bu yükseklik 9 derece artmış olur. İşte ben bu artışı bu koordinatta izleyebiliyorum.”

Hmm. Acaba dünya tersine dönüp de ben bu evi satacak olsam, ilana bunu da ekleyebilir miydim?

“…Dünya’nın kuzey yarımküresi…”

“…yavaş yavaş ısı artarak…”

“…Güneş ışınlarının geliş açısındaki artışla…”

Nasıl bir heyecan, nasıl bir mutluluk yerleşiyordu o yüze bunlardan bahsederken… Ah görmek lazımdı. Ah sevmek lazımdı. Ne anlattığı umurumda değildi. Ben o coşkuyu, aitliği, bilgeliğin huzurlu doyumunu seyrediyordum.

Böyle bir kadınla yaşarken, seks, aklınıza gelen en son şey oluyordu. İstediğiniz her an yatağa gidebileceğiniz biriyle birlikte yaşamak da cinsel isteği köreltiyor olabilirdi. On üç gün boyunca sadece ilk birkaç gün, bir de aralarda bir iki kez, o da ben yapılmazsa olmaz sandığımdan seks yapmıştık. Onun haricinde, her sabah birlikte duş alıyor olmamıza rağmen birbirimize dokunuyor ama sevişmiyorduk.

Zeyra seksi ne seviyor, ne sevmiyordu. Hayır demiyor, rahatsız olmuyor ama kendiliğinden bana sevişmek için dokunmuyordu. Ondan elektrik almadığım için, benim de aklıma gelmiyordu. Ayrıca… Sevişsek bile, bittiği an ikimizin aklından da tamamen çıkıyordu.

Daha farklı olur sanmıştım. Sevişilir. Gülünüp koklaşılır, yine sevişilir. Uyunur uyanılır, yine sevişilirdi. En azından bizim yaşımızda ilk günler için böyle olabilirdi. Ama anlaşılan ben filmlerde gördüğüm erkeklerden değildim. Demek biz Zeyra ile evli olsak, ben ayda ancak bir iki kere seks yapan bir insan olacaktım.

Eh, bu da parktaki kız ile birlikteyken kendi hakkımda keşfettiğim gerçeklerden birisiydi. Libidom yüksek değildi.

305 numaralı odadan gelen kahkaha sesine tüm hemşireler irkildi. Öyle alışılmadık bir sesti ki… Engellenemeyen, nefesi kesen ama durdurulamayan sinir boşalması gibi bir şeydi. Yiğit Ünsal odada değildi, karısı tekti ve içeriden bu ses geliyordu.

Hepsi birden kapıya üşüşüp merakla camdan içeri baktılar. Kadın gerçekten kafayı yemiş olmalıydı. Yatağa kapanmış gülüyordu. Ağzını çarşafla kapatıp sesi önlemeye çalışıyordu. Camdaki hemşirelere gözü ilişince bu çabasından da vazgeçti. Kasıklarını tuta tuta… Haykıra haykıra güldü.

Hastanın tam da o an odaya getirilmesi evrenin bir cilvesi olmalıydı. İçeri sokulan Yiğit Ünsal, karısını işte tam da böyle gördü. Onun ağlamakla gülmek arasındaki nefes alma çabalarına, yatağın ayakucunda açık duran bilgisayara baktı ve gözleri Selen’in üzerine sabitlenip bir daha hiç ayrılmadı.

Özür mırıltılarıyla odadan dışarı attı kendisini Selen. Hemşirelere gözü ilişip yine krize girecek gibi olunca merdiven boşluğuna kaçtı.

Libidosu yüksek değilmiş…

Hayatının sonuna kadar buna gülebilirdi Selen.

Evli olsalarmış, ayda ancak bir iki kere seks yaparmış…

Neden bu kadar komik bulduğunu bilmiyordu ama galiba Yiğit’in Zeyra ile seksi böyle tanımlaması, Selen’i inanılmaz mutlu etmişti. Yiğit’in gözünde ondan bir adım ötede olacağı bir konu bulmuş olmanın coşkusuyla kabına sığamıyordu.

Konu seks değildi. Konu zevk değildi. Ama Yiğit’in gözlerinde umursamazlığının altında hep bir ateş olmuştu. Ve kocası, o lanet olası perşembelerin dışında, neredeyse adet gördüğü günlerin çoğunda bile Selen’in içindeydi.

Libidosu yüksek değilmiş…

“Sizinkinin aşk olmadığını söylemiştim ben. Siz yanlıştınız çünkü senin doğru kadının bendim Yiğit.”

Tamam. Merdiven boşluğunda, takımı gol atmış futbol taraftarı gibi hareketler çekmenin çok da bir anlamı yoktu. Psikiyatri koğuşu buralarda bir yerde olabilirdi. Yaptığı, ‘kadının gururu okşanmış’ değil, ‘kadın kafayı yemiş’ olarak algılanabilirdi.

Yüz hatlarını yaşına ve konumuna yakışan bir ciddiyete büründürüp kapıya yaklaştı. Açmadan önce, yumruğunu sıkıp bir ‘nasıl geçirdik ama’ hareketi daha sergileyip koridora çıktı. Oradan odaya… Odada Yiğit’e hiç bakmadan sandalyeye…

Gözünün önünde dans eden o üç kelime yüz kaslarını yeniden eline geçirirken, gözleri Yiğit’in merakla bakan bal küplerine ilişti. Önce dudaklarında hapsetmeye çalıştı kahkahayı, birbirine bastırdı.  Burnuna yükselen kıkırtıya engel olabilmek için, havayı ciğerlerinde sıkıştırmayı denedi. Göbeği güldü lanet olsun. Her yerini baskıladı ama kahkahası karın kaslarındaki kasılmalarda gün yüzüne çıktı.

Önlenemezdi, bıraktı. Yiğit’in gözleri önünde sakinleşene kadar kıkır kıkır cıvıldayıp sonunda duruldu… Yiğit’in bal küpleri erimek üzereydi. Karısının kahkahalarını seyrederken onun da yüzü yumuşamıştı. Tek kaşını kaldırıp sessiz sorusunu sordu?

“Libidonun yüksek olmadığını keşfetmişsin.”

İlk anda Yiğit’in gözlerinin içi de kahkahalarla doldu. Birbirine takılıp kaldılar gülerken. Sonra, özlem yerleşti içlerine… Burukluk… Pişmanlık… Birbirine dokunan iki tenin göz önünden bir film şeridi gibi akması için ölüm anında olmaya gerek yoktu. Pişmanlık yetiyordu.

Belki de filmi oynatan hep pişmanlıktı, ölüm değil. O anları bir daha yaşayamayacak olmanın pişmanlığı… Yeterince yaşayamamış olmanın pişmanlığı… Yapılan yanlışların pişmanlığı…

Cazcı doktor odaya girdiğinde, karı kocayı buruk gözlerle birbirine dalıp gitmiş buldu. Bu odanın atmosferi tehlikeliydi, hemen değişmeliydi.

Yanındakinin stajyer hemşire olduğunu fark etmeden, “Bakalım dilini dakikada kaç darbeye çıkarabiliyoruz. Hastayı iki saat kadar Turbo Dil Ahmet’e bırakın. Refakatçisi evci çıkabilir.” diyerek Yiğit’e sırıttı. Cazcının ne dediğini, boşluğa bakakalan stajyer hemşireye, hastabakıcılardan biri açıkladı. “Ek binada Dil ve Konuşma Terapisti yardoç Ahmet’e götüreceğiz.”

Selen o cümleye öfkelenirdi aslında ama günlüğü okumaya devam edebilecek olmak işine gelmişti. Gözü Yiğit’e ilişince elinde olmadan yine kıkırdadı. Gözlerini deviren adam ve ona gülümseyen karısı, cazcı doktor tarafından kıskanıldı.

Yiğit yeniden odadan çıkarılınca, hevesle bilgisayarı açtı kadın. Kaldığı cümle tam önündeydi. Libidosu yüksek değilmişmiş… Minik bir kahkahanın ardından okumaya devam etti.

On üçüncü gün, Şubat’ın üçüncü Perşembe günüydü ve Zeyra o güne benim evimde ilk kez girdi.

Diğer günlerden farklı değildik. Sabah duşumuzu birlikte aldık. Kahvaltımızı terasta yaptık. Gün boyu minik sohbetleri, engin sessizlikleri paylaştık. Akşam yemeğimizi dışarıdan siparişle getirttim. Hava karardığında, kalkıp mumlarımızı yaktım. Bitmek üzerelerdi. Yenilerini almalıydım. Yoksa karanlığı kirletecektik.

“Karanlık nasıl kirlenir ki?”

Önce bana baktı bir süre, sonra yattığı yerden kalkıp yanıma geldi. Elimden tutup yürüttü. Konuşmadan yapılan eylemlere alışmıştım. Açıklama istemek yerine onu izledim.

Aşağı indik, evden çıktık. Parktan kendi evine doğru giden yolda yokuşun en tepesinde durup etrafına baktı ve sonra beni yoldan çıkarıp ağaçların arasına yöneltti. Beş yüz metre kadar sonra yol, ağaçlar, her şey bitmişti. Aydınlatma yoktu, bulunduğumuz nokta karanlıktı. Şehir, ışıl ışıl görüntüsüyle gözlerimin önündeydi.

Yere oturduk ve seyrettik bir süre. Ayağa kalkıp arkama geçti sonra, çömeldi. Gözlerimiz aynı hizada şehre bakıyorduk. Elini uzatıp bir noktayı gösterdi.

“Parlamayı görüyor musun?”

Evet, karanlığın içinden gökyüzüne doğru bir ışık bulutu olduğu görülüyordu. Aslında sadece o noktada değil, onun gibi birçok noktada aynı şekilde ışık gökyüzüne yönelmişti.

“Orada kimse yıldızları göremiyor.”

Gerçekten. O kadar çok ışık vardı ki, orada olup yukarı baksam, gecenin bu saatinde tek bir yıldızı bile görmem mümkün olmazdı.

“O koordinatlardaki yıldızları biz buradan da göremiyoruz.”

Bulut gibiydi şehrin o bölümü gerçekten. Duman gibi. Ama pırıl pırıl değildi. Hiç yıldız yoktu. Yıldızlar, o bölümden uzakta başlıyordu.

“Işığı tanımayan doğru yere tutamaz. Işık yanlış yerlerde parlar, atmosferden geri yansır, yapay gök ışıması olur, yani gökyüzü ve karanlık ışıkla kirlenir.“

Önümdeki manzara artık bana çok çirkin görünüyordu.

“Doğru ışık tesadüfen olmaz. Işıklandırma bir sanattır ve onu tasarlamak gerekir.” Şehre baktı. “Bu şehir, bilgisizliğin kurbanı. Şu an bir sanat eserine bakıyor olabilirdik. Oysa şimdi, ben bir çöplüğe baktığımı biliyorum, sen onu bile bilmiyorsun.”

Hayda! Beni neden aşağılamıştı ki şimdi?

“Bilmeyebilirim ama sen bundan nasıl bu kadar eminsin?”

Dönüp gözlerime baktı. Kaşlarını çatmış, öylece duruyordu. Yanıma oturdu.

“Dünyanızda çoğu kişi bunu bilmiyor, bilenler de ya umursamıyor ya da sesini duyuramıyor.”

İstemiyordum. Bu konuşmayı yapmayı hiç istemiyordum.

“Dünyamız.”

Başını salladı.

“Ama senin değil…”

Bakıştık. Gece karanlıktı. Zeyra geceden daha karanlıktı. Göz bebeklerinin içindeki azıcık beyazlıkta, kararsızlığını görebiliyordum.

Çok uzun bir süre sonra, “Değil.” dedi.

Nefesim içimde sıkıştı.

“Peki, senin dünyan?”

“Biliyorsun.”

Biliyorum. Biliyorum demek.

“Peki, nereden biliyorum?”

“Seni oraya götürdüm.”

İçim sıkıştı. Kaçmak istiyordum, deli gibi hem de. Ama artık kaçabileceğim bir yerim yoktu. O an, Zeyra’yı kaybetmekte olduğumu biliyordum.

“Ne zaman oldu peki bu?”

“Eş olarak beni seçtiğinde.”

‘Büyüyünce senin kocan ben olacağım.’

Bana bakan küçük kızın simsiyah gözleri bir anda beliriverdi gözlerimin önünde.

Işıl ışıl bir siyahtı. Bir adım atıp dibime kadar girdi. Boyu o kadar kısaydı ki, beni görebilmek için başını yukarı kaldırması gerekiyordu. Ben de aşağı bakıyordum.

“Benim eşim olursan, ruhumun kalbime ait parçasını sana veririm.”

Tamam, sorun yoktu.

“Ama sonra fikrini değiştirirsen, o sende kalmış olur.”

Fikrimi değiştirmek mi?

“Diğer bütün parçalarım birbirini bulsa da kalbimdeki eksik kalır. Eksik parçamla birleşemezsem ruhum acı çeker.”

Hayır hayır, ben ona hiç acı çektirmek istemem. O kadar güzel ve o kadar küçük ki… Ben onun ruhunun parçasını ölene kadar onun için saklarım.

“Senin ruhun istediği kadar benim kalbimin içinde durabilir.” dedim. “Benim kalbim de her zaman senin ruhunun yanında atar.”

Gülümsedi. O kadar güzel gülümsedi ki ağlamak istedim.

“O zaman dünyanızda kalabilirim. Dağılsam bile ruhum, sendeki parçama tutunabilir.”

“Kal. Benim dünyamda kal. Bendeki parçan her zaman burada olacak. Başka bir yere gitme. Tamam mı? Gel ve bende birleş.”

Elini uzatıp yanağıma dokundu. Konuştuğunda yüzünde güveni ve gururu gördüm.

“Büyümemize gerek yok. Seni kabul ediyorum.”

Sekiz yaşında olabilirdim ama onurlandırılan bir erkek olmanın gururunu iliklerime kadar hissetmiştim.

“Tamam o zaman, karımsın.”

“Tamam o zaman, kocamsın.”

“Bu kadar mı?”

“Hayır, şimdi gözlerini kapat, seni Zyepran’a götüreceğim.”

Bütün gün anlattığı kendi gezegeni… Babasıyla birlikte gelmişlerdi. Adam parkta ona gökyüzündeki yıldızları tanıtırken, o da Zyepran’ın yerini bulmaya çalışıyordu. Bir türlü bulamıyor, bu çabasıyla babasını
güldürüyordu. Ben de çaktırmadan ağacın dibinde onları dinlemiştim.

“Ahmet ve Melike Ünsal’ın oğlu Yiğit. Saklanma orada, gel yanımıza,” demişti sonra adam. “Gel ve kızımla tanış.”

Ürkek adımlarla ve yakalanma mahcubiyetiyle yanlarına gitmiştim. Bizimkilerin ve benim adlarımızı biliyor olmasından inanılmaz korkmuştum.

“Zyepranlı Zeyra ve Dünyalı Yiğit. Birlikte oynamak ister misiniz?”

Kız bana hevesle bakarken, hayatımın ilk aşkını yaşıyor olmanın şaşkınlığıyla sadece başımı sallayabilmiştim. Sonrasında ne parka yanımıza gelen annem ve babamla, ne de adamı alıp bizim eve gidişleriyle ilgilenmiştim.

Dakikalarca bana kendi gezegenini anlatan kızı dinlerken, o babasının rolünü üstlenmiş, bana yıldızlar arasından evini tarif etmeye çalışıyordu. Sonra eline bir dal alıp toprağa karmaşık bir resmin ana hatlarını çizdi.

“Burası sizin Samanyolu’nuz.” Bir takım harfler yazdı. Yana geçti, “Bu da bizim Aremp galaksimiz.” Oraya da yazdı. “Bu sizin Güneş’iniz, bu bizim Yena’mız. Bu sizin Dünya’nız, bu bizim Zyepran’ımız.”

“Sen yazmayı biliyor musun?”

Şaşırdı. “Sen bilmiyor musun?”

“Biliyorum tabi! İkinci sınıftayım ben.” Ama okumakta hala sıkıntılarım oluğundan bahsetmemeyi yeğledim. Yine de eve gider gitmez ders çalışmayı kafama koymuştum.

“Ben 900 gündönümü öncesinde bile yazmayı bildiğimi hatırlıyorum. Belki de bilerek doğmuşumdur. Babama sormalıyım.”

Anlamadım, umursamadım da.  Zyepran’ı dinledim ondan. Şimdi, beni oraya götürürken gözlerimi kapalı tutmamı söylüyordu. Yapamayabilirdim.

“Açarsam?”

“Toz kaçar, hiçbir şey göremezsin.”

“Gemiyle gitmeyecek miyiz?”

“Hayır, düşünce seyahati yapabiliriz ikimiz.”

Tüh. Gemiyle gitmek çok havalı olurdu.

“Anneme Zyepran’a gittiğimizi söylemeliyim.”

“Öpüşüp geri döneceğiz hemencecik.”

“Orada mı öpüşmemiz gerek?”

“Zyepran töreni için, evet.”

“Tamam o zaman karım.”

Gözlerimi kapattım.

“Şimdi hemen öpüşelim.”

Vay! Zyepran mı burası? Çok havalı be!

“Geldik mi?”

“Evet, dinle bak, hiç ses yok.”

“Yok mu?”

“Yok.”

Tişörtümün kavranıp çekildiğini hissediyordum ama bir şey olmuyordu.

“Çömel lütfen. Yetişemiyorum sana.”

Çömeldim. Tam dudaklarımın üzerinde şapırtılı, sesli bir öpücük hissettim.

“Oldu mu?”

“Oldu. Artık kocamsın. Açabilirsin gözlerini.”

Dönmüştük. Kimse ayrıldığımızı gördü mü diye etrafımızı kolaçan ettim. Hayır… Her şey bıraktığımız gibiydi.

Karım mutluydu. Bana sıcacık gülümsemesiyle bakıyordu. Kendimi çok ama çok mutlu hissettim.

Eyvah, ya annem kızarsa? “Ailelerimize söylemeli miyiz?”

Şaşırdı karım. “Ne gerek var? Bu sadece ikimizi ilgilendiren bir seçim.”

Garip konuşuyordu. Seçim meçim.

“Ama kızlar evlenirken gelinlik giymek ister. Tören, düğün, gözyaşları, hediyeler… Söylemezsek bunları nasıl yapacağız?”

Elini kalbime koydu. “Tören kalptedir. Diğerleri yalan.”

Olabilir. Hem öyle tören falan beni bozar. Yine de Zeyra isterse diye katlanırdım.

“Karım.”

Düşündüğümü sanıyordum, dile getirmişim. Bunu, Zeyra gülümsediğinde anladım.

“Kocam.”

İçimdeki kayıp duygusu giderek büyürken, “Hadi gel,” dedim. “Eve gidelim.”

Konuşmadan yürüdük. Konuşmadan terasa çıktık. Konuşmadan uzandık. Konuşmadan uyuduk. Sabah uyandığımda, konuşmak istesem de yanımda kimse yoktu.