Perşembe Bölüm 20
Niye bu kadar mutluydu ki? Uykusunda gülümsediğini fark ederek uyanmıştı. İçi cıvıl cıvıl, kahkaha doluydu. Gözlerini açmadan yanındaki bedene biraz daha sokuldu.
Hemen kucaklanıp sarılmış olması gerekirdi aslında. Yiğit’in elleri çoktan bedeninde dolaşmaya başlamış olmalıydı. Aralarında boşluk kalmışsa eğer, iyice bastırıp kendisine yapıştırmış olmalıydı. Boynuna yüzünü gömmeliydi, sonra üzerine dönüp bacaklarının arasına yerleşmeliydi. Selen çoktan hazırdı.
Hiç hareket yoktu. Sadece bileğinin içini okşayan tek bir parmak… Gözlerini açtı. Yiğit’in kendisine dönük yüzü… Sıcacık bakan bal gözleri… Kıpırdamayan bedeni… Elektronik aletlerin sesleri… Kablolar… Selen ona sarılmış, Yiğit de sağlam eliyle karısının bileğini tutmuştu…
Gülümsemesi değil ama yüreğindeki mutluluk yavaşça soldu.
“Günaydın.”
Eskiden aşkım da derdi. Ama artık ne eski Selen vardı, ne eski Yiğit.
Gözlerinin içine kırıklık yerleştiği an asıldı Yiğit’in yüzü. Hatları gergin, gözleri ısrarlıydı. Bileğindeki el sıkılaştı.
“Doktorlar gelmeden kalksam iyi olur. Bizi böyle görürlerse çok ayıp olur.”
Onun kimseyi umursamayacağını ikisi de çok iyi biliyordu. Ama artık aralarına riyakâr bir kibarlık gelip çöreklenmişti.
Yataktan kalkarken Yiğit’in gözlerine bakmış olsaydı, içlerindeki yenilgiyi ve çaresizliği görebilirdi. Bakmadı. Sevgisinden utanan inanların burukluğuyla kocasının dışında her yere dokundu gözleri. Aralarındaki o aşina yakınlık, Selen’in yabancı gözlerinde soldu, büyüsünü yitirdi.
Hemşireler… Stajyerler… Cazcı doktor… Ahmet Ünsal… Her birinin gelişi Yiğit’in ısrarlı gözlerine bakmamak için Selen’e bahane oldu. Bakamazdı. Aklı çok karışıktı.
‘Seni istiyorum.’
Yatak cümlesi değil, hayat cümlesiydi. Dört sene bu iki kelimeyi duymak için beklemişti Selen. ‘Seni seviyorum’dan çoktan geçmişti. İstemesi bile çok kıymetliydi.
Tanrım! O başını sallayışı… Gözlerini kırparak onay verişi… Avucundaki parmağın kıpırtısı… Aklına geldikçe kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oluyordu. Nefesi ciğerlerine dar geliyor ama o sahneyi defalarca gözlerinin önüne getirmenin verdiği mutlulukta içine yaşam doluyordu.
‘Şu an suratındaki salak gülümsemeyi kimse görmediği için şanslısın kızım.’
Usulca sildi yüzündeki sevinci. Nasıl da buldumcuk olmuştu. Tanrım nasıl muhtaçtı. Nasıl…
Yine hayal kuruyordu. Yiğit hiçbir şey dememişti. Hem bağıra çağıra ‘Seni istiyorum!’ dese ne olacaktı ki? Artık Selen’in dünyasını anlamlı kılacak kelimeler yoktu ki. Zeyra ile hepsi tükenmişti.
‘Dört sene içinde tek bir kez fısıldasa, ilacım olurdu. Şimdi haykırsa, hangi yarama süreyim?’
Ruhunu yavaşça terk edip giden sevincin ardından… Tam da merdiven boşluğunda… Tam da Ahmet Bey oğlunun yanında olduğu için acele etmesi gerekmezken… Biraz kendisine dürüst olabilirdi.
Öncelikle şu günlüğü okuyup bitirmeliydi. Ve bunu Yiğit yanında yokken yapmalıydı. Mimiklerini istila eden kırgınlığı kimsenin görmesine gerek yoktu. Hemşirelerin konuşmasından anladığı kadarıyla Yiğit her gün birkaç kez belli aralıklarla fizik tedaviye götürülecekti. O süreyi okumak için kullanabilirdi.
Sonra, Yiğit’in iyileşme süreci için payına düşen neyse bunu yapmalıydı. Yiğit bir an önce bu hastaneden çıkmalıydı. Selen ancak o zaman gitmekte özgür olacaktı.
Gitmekte özgür… Demek özgürlük, her kölenin rüyası olmayabiliyordu.
Odaya döndüğünde Cazcı Doktor Yiğit’in başındaydı. Adamın sevimsiz elektriği içini ürpertti. Anlamsız bir iddia ve inatlaşma için yaşıyor gibiydi. Normal konuşma güdüsünü belki de yitirmişti.
“Parmaklarını oynattı,” diye kendisine bakmayan adama bilgi verdiğinde, odadaki herkes susup ona döndü. Cazcının kaşları tek tek kalkıp indi. Önce sol kaş Selen’e bakarken kalktı, sonra sağdaki Yiğit’e bakarken… İçine dolan kahkahayı deli gibi bastırmaya çalışan Selen, yatağın yanına gidip parmaklarını Yiğit’in sağ eline sardı. Ve kocasının parmakları, gülümseyen gözlerine eşlik ederek Selen’in elinde kıpırdadı.
Takdir, mutluluk odanın genel havasına hâkim olurken, kimse Yiğit ile Selen arasındaki elektriği fark etmedi. Selen ile tek bir kez bile flört etmemiş olan Yiğit, şu an karısına sessizce kur yapıyordu. Herkese kendisinin özel olduğunu beyan ediyordu. Bunu sadece karım için yaparım diyordu.
Dalgın bakışlarla kocasını seyreden genç kadın, bugüne kadar Yiğit’in kendisiyle neredeyse telepatiye vardırdığı bir iletişim biçimi geliştirmiş olduğunu düşündü. O bakardı, Selen anlardı. Selen bunu kendi aşkına yorardı.
‘Gerçekten göremedim mi ben seni? Kanıksamışım ama fark etmemişim. Yiğit Ünsal’ı kaybetme korkusundan senin bana neler vermiş olduğunu hiç anlamamışım.’
Hoş, bu bir şey değiştirmezdi. Zeyra dört sene boyunca Yiğit’in hayatında var olmuşsa…
Kenara çekilip doktorların kontrolü bitirmesini bekledi. Ahmet Ünsal’ın el sallayıp gidişini, sinir adamın Yiğit’in bedeni üzerinden stajyer doktorlara bilgi verişini dalgın gözlerle izledi.
Arada Yiğit’in kendisini seyrettiğini fark ediyordu. Kim bilir ne kadar sevimsizdi içinde bulunduğu durum… Özel alan diye bir şeyi kalmamıştı. Etrafındaki insanlar elini, kolunu, bacağını, ayağını elleyip duruyorlardı. O ise, sanki bütün bunları bırakıp Selen’e kaçıyordu.
Yiğit’i odadan çıkarmadan önce Cazcı, Selen’e ikisi yalnızken de gün içinde yapabilecekleri hareketlerden bahsetti. Önemli olan, Yiğit’in sorunlu kolunu unutmasına engel olmaktı. Selen, her şey için sağ kolu kullandırmayı özendirecekti.
Herkes gidip odada tek başına kaldığında, içini kavuran yabancılaşma da doruğa çıktı. Ne işi vardı burada? Ait olmadığı bir yerde, ait olmadığı insanlar arasında…
Hastaneden çıktıklarında, ailesinin yanına gitmeliydi. Onların yanında, ait olmanın ne kadar onur verici bir duygu olduğunu hatırlayabilirdi.
Sonra boşanırdı. Peki, daha sonrasında, hayatı boyunca herhangi bir kişiye ait olabilecek miydi?
Umursamadığını fark etmek canını yaktı. Yiğit’e benzeyecekti… Belki o da bir başkasına bunları yaşatacaktı. ‘Olsan da olur, olmasan da…’ O başkasına bunu hissettirecekti, çünkü aynen böyle hissedecekti.
O halde döngü bir yerde kırılmalıydı. Zaten Selen’de kırılması kaçınılmazdı, çünkü Selen’in bedenine Yiğit’ten başka kimse dokunamazdı. Bu, bedenen Yiğit’e ait olmak değildi… Yüreğin aitliğiydi. Selen olmakla ilgiliydi. Selen, sadece yüreğinin olduğu yerde bedeniye var olabilirdi.
En son 17 Mayıs’ta sevişmişlerdi. Kazadan bir gün önce… Yiğit Zeyra’ya gitmeden bir gün önce… Bedeninin bir erkeğin bedenine dokunduğu son gün o gün olmuştu.
Yine iki günlük sevişmişti Yiğit Selen ile. Çatıldı kaşları. Gerçekten öyle mi oluyordu hep? Perşembe Selen’in yanında olmayacağını bilerek, geceyi biraz daha mı uzatıyordu?
Kocasının yanında olmadığı o tek günde hep çok yorgun olduğu usulca bilincine sızdı. Çünkü öncesinde yatağa kaçta girerlerse girsinler, Yiğit durmazdı. Yiğit bitmezdi. Defalarca içine boşalmak değildi yaptığı. Saatlerce sevişmekti. Ama Selen ertesi günün Perşembe olduğunu bilir, bundan başka bir şey düşünemezdi.
‘Anlamamışım.’
Anlamamıştı, evet. Kendi derdinde olduğundan Yiğit’i hiç dinlememişti. Hareketleriyle konuşan bu adamın sözleri senelerce boşlukta sönüp gitmişti.
‘Ben mi yaptım bunu? Bizi bu hale ben mi getirdim?’
Belki. Bunu sonra düşünecekti. Önce Zeyra’yı çözecek, Yiğit’in onunla olan ilişkisini anlayacaktı. Sonra… Kendi yerini anlardı her halde. Ama en son olarak… Hayalindeki sevgilisinin, kocasının Yiğit Ünsal’a benzeyip benzemediğini çözecekti. Büyük ihtimalle Selen’e en büyük yıkımı da bu getirecekti.
‘Bahane mi arıyorsun Selen? Suçu üzerine alıp Yiğit’i mi aklayacaksın? Onun yanında kalmaya devam edebilmenin yolunu mu yapıyorsun?’
Bahaneye ihtiyacı yoktu. İstese Yiğit ile kalırdı. Kendine bile bunun için hesap vermesine gerek yoktu. O zaten kendinden vazgeçerek başlamıştı ilişkiye. Baştan, kendi gözündeki değerinden feragat etmişti.
Yiğit’in yanında kalmayacaktı. Bunu kimse için değil, sadece kendisi için yapacaktı. Ve altında erdemli bir duygu olmadığını da en iyi o biliyordu. Selen, Zeyra’yı öğrenmeden önce, bu ilişkiden gitmeye karar vermişti. O daha fazlasını istiyordu… Artık istiyordu. Yiğit’in o kazada ölebileceğini anladığı an, daha fazlasını istediğini de anladığı andı… Selen sevilmek istiyordu.
Bilgisayarı alıp sandalyeye oturdu. Ayaklarını yatağa uzatıp gülümsedi. Şimdi Yiğit olsa, hemen ayağına uzanmış oldurdu.
‘Onsuz bir an geçir be kızım. Tek bir an.’
Tamam. Deneyecekti en azından.
Programı açıp kaldığı yeri ararken, her seferinde en baştan başlıyor, gözüne çarpan satırlar kendisiyle alay ediyormuş gibi hissediyordu. Evet, işte Zeyra’nın evindeki o gizemli adamlar… Yiğit hakkında o kadar çok şeyi nasıl bilebilirdi ki onlar? Araştırma bile yapmış olsalar, bardaki kızın adını nasıl öğrenmişlerdi?
Adamlar Zeyra’nın her adımını izliyor olmalıydılar. Kızın o kadar korkusuz olmasının nedeni buydu belki de. Onun zarar görmesine hiç izin vermemiş olabilirlerdi. Yiğit’le ilişkisi başlayınca da onu araştırmışlardı. Dört adam olduğuna göre, sadece birisi onu izlese, Yiğit’in ruhu duymazdı.
Zeyra’nın ailesi zengin olmalıydı. Ve sahiplenici. Aklında onunla ilgili bir sürü soru vardı ve kızla bir kere daha konuşsa cevapları öğrenirdi. Ama bunun için üç hafta daha beklemesi gerektiğini fark edince, Yiğit’in neler hissetmiş olduğunu biraz daha anlar gibi oldu. Özellikle de sahilden sonra kendisiyle kalmayıp gittiğinde… Dört hafta beklerken delirmiş olmalıydı. O çaresizliğin ardından gelen kızgınlık… Zeyra’ya duyduğu öfke…
‘Biraz daha zorlarsan, bardaki kızla yatışına bile empati yapabileceksin kızım.’
Empati yapmak, kabul edip onaylamak değildi. Sadece anlamaktı. Selen de Yiğit’i anlamak istiyordu. Bir aşkın yeşermesi için dört hafta boşluk gerçekten uzundu. İnsan âşık olduğu kişiyi her gün görmek isterdi. Aşk, onunla ilgili yeni şeyler öğrenmek, paylaşılanları çoğaltmak, istemek, istemek, ona dair her şeyi durmaksızın istemekti.
Hayır, Ben Yiğit Ünsal’dım. Kimsenin sevgilisi olmayacaktım. Kimse beni birilerinin yerine koymayı başaramayacaktı. Benim adımı sadece ben koyacaktım. Yiğit Ünsal. Kimsenin hiçbir şeyi olmayan Yiğit Ünsal.
“Bahse girerim ki, canımı bundan daha fazla yakabilecek bir bölümü okutacaksın sen bana Yiğit. Hadi bakalım…”
Olmadım gerçekten de… Ne ben onun sevgilisi oldum, ne o benim… Her an farklı yönlere gidebilecek iki gemi gibi birbirimizi ışıklarımızla aydınlattık.
Kalan günlerimizde Zeyra’ya ait her şeyi öğrenmek benim için bir oyuna dönüştü. Önce hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeyleri sorguladım. Ama bunlar doğrudan sorular değil, konuşmalarımın içine serpiştirilmiş gizli meraklardı.
Denizi seviyor ama yüzme bilmiyordu mesela. Çünkü hiç denize girmemişti. Onu denize götüren olmamıştı. Onu denize götürecek kadar kimse yanında kalmamıştı.
Böyle böyle öğrendiğim yaşamı, beni dehşete düşüren bir yalnızlık barındırıyordu. Zeyra hiçbir aile üyesi yanında olmadan senelerdir tek başına o ormanlık evde yaşıyordu.
Anne yoktu ortada. Bahsi bile geçmiyordu. Baba bekleniyordu. Gelecekti ama gelmek bilmiyordu.
Arada kardeşi geliyor ama çok kısa kalıyordu. Cenz’in evde odası yoktu mesela. Bavulla da gelmiyordu. Geliyor, aynı gün dönüyordu. Neyle geldiğini sorduğumda aldığım hava aracı cevabının uçak ya da helikopter olduğunu düşünmeyi tercih ettim.
Tercih ettim çünkü bilinçaltıma itip durduğum o düşünce asla dile gelmiyordu. ‘Zyepran’. Ben o kelimeyi biliyordum. Önceden duymuştum ama hatırlamaya hazır değildim. Bildiğim bir şey yoktu. Bilinecek bir şey yoktu. Zeyra ile daha önce karşılaşmamıştık. O görüntüler hayalimin bir oyunuydu. O isim… Zyepran… oyundu. Hepsi oyundu. Babasının kucağından inen siyah saçlı kızın mis gibi kokusu burun deliklerinden içeri dolarken “Büyüyünce senin kocan ben olacağım.” diyen küçük oğlanın oyunu…