Perşembe Bölüm 19

Perşembe Bölüm 19

“Ne güzel savunmuş sevgisini, değil mi? İnsanın Tahir olası geliyor.”

Gözleri Yiğit’inkilerde eriyebilirdi… Ama Selen olmak artık ayıptı. O yüzden kaçırdı bakışlarını.

“Tahir, sevmediğini bile bile Zühre‘nin yanında kalmak için vazgeçseydi Tahirliğinden… Nazım yine ayıp değil der miydi acaba?”

Döndü yeniden ekrana, karşılaşsın istemedi gözleri. Okumak da zordu… Okumamak da… Selen olmak, Tahir olmaktan da zordu.

Meğer güzel olan başlamak değil, anın hakkını vermekmiş. Bunu bana Zeyra ile geçirdiğim zaman gösterdi.

O sürede özel bir şey mi yaşadık? Hayır. Her şey sıradandı. Hatta pek çok evde yaşanandan daha bile sıradandı.

Zeyra eve girer girmez üst kata çıktı. Babasının geleceği gün olmasa bile, parkı görmek istiyor gibiydi. Sanki yaşamla arasındaki tek bağ o parktı.

Siyah elbisesi ve yüzünde her şeyden soyutlanmış ifadesiyle öyle tatlıydı ki. Ona bakarken içim sıkışıyor, evimde olması beni deliler gibi mutlu ediyordu. Burada rahat etmeliydi. Hiçbir eksiği kalmamalıydı.

Yanımıza eşyalarını almayı akıl edemeyişime hayıflandım. Kendimi tehdit altında hissettiğimden, bir an önce uzaklaşmak istemiştim onun evinden. Şimdi, üzerindeki siyah elbiseye bakıp kara kara düşünüyordum. Evinde olsa rahat etmek için ne giyerdi acaba? Eşofman? Gecelik? Pijama? Şort?

Şubat ayının ilk haftasında olsak da ev sıcaktı. Pantolonlarım değil ama paçalarını kıvırırsak eşofmanlarım iş görürdü.

“Sana bir gardırop oluşturalım burada. Gel hadi,” diyerek yatak odasına geçtim.

Tişörtlerimden en yenilerini seçip yatağın üzerine dizerken o da bir kenarda durmuş beni seyrediyordu. Sadece bunları bile giyse, elbise gibi dururdu üzerinde. Boksör şortlarımdan birkaç tanesini yanlarına koydum. İster çamaşır isterse de şort niyetine giyebilirdi. Fıstık yeşili olduğu için çok da giymediğim eşofmanın altını beline tutup genişliğine baktım, olurdu.

Gözüm, simsiyah saçlarının arasına gizlenmiş yüzüne ilişti o anda. Öylece bakıyordu. Mutlu ol be kadın! Bir tepki ver. Beğen, beğenme, bu olmaz de, beni kenara itip dolabımı alt üst et, ama öyle durma.

“Sana olur bunlar. Üzerindekinden daha rahat edersin. Giy hadi.”

Bir anda aydınlandı yüzü. Gülümsedi. O ana kadar ne yaptığımı anlamamış ki şapşalım.

Zeyra ile farklı düşünmeye alışmak zorundaydım. Yoksa bilmeden onu kıracaktım. Çok karmaşık şeyler onun için çocuk oyuncağı iken çok basit şeyleri kavraması için desteklenmesi gerekiyordu. Güldüm. Benden denklemi çözmek için on yedi bilinmeyen vermemi beklerken, iki bilinmeyenle cevabı istememe de o alışamıyordu galiba.

Ruhunu seyretmeye o kadar dalmışım ki, soyunup giyindiğini üzerindeki renkli giysilerimi gördüğümde fark ettim. İlk kez siyah dışında bir renk içindeydi. Yeşil eşofman, üzerinde açık gri tişörtüm. İkisinin de içinde dönüyordu ama çok sevimliydi. Hele o siyah saçları… Giyinirken dağılmış, sanki Zeyra artık daha normal biri olmuştu.

Normal… Ne demek istediğimi bilmiyorum.

Banyoya götürüp ona özel olarak almış olduğum malzemelerin yerini gösterdim. Kadın petleri, diş fırçası, şampuan, krem, saç fırçası, tokalar… Kozmetik reyonundaki kadının yardımıyla almıştım bunları. Ayrıca bir de büyükçe bir çanta vardı.

“Cilt tipi?” diye sormuştu kadın bana, öylece bakmıştım. “Yaşı?” Yirmi. “Makyaj yapıyor mu?” Başımı iki yana sallayınca bir daha soru sormadan çantaya bir şeyler koymuştu.

Kasada, “Bir kadının kendisini mutsuz hissetmeden belli bir süre yaşayabilmesi için gereken acil durum setine sahipsiniz artık.” dediğinde minnettarlığım sınır tanımamıştı.

Oysa Zeyra da en az benim kadar yabancı bakıyordu çantanın içine. Her bir şişeyi tek tek çıkarıp üzerini okuyor, geri koyuyordu. Kavanozlar… Spreyler… Hepsi benzer bir ilgi görebildiler ondan.

Kapının arkasına astığım küçük boy bornoz ve saç havlusuna da baktıktan sonra sarıldı bana. Yanağıma her hücresini hissetmeme yetecek yoğunlukta bir öpücük kondurdu. Gülümsedi.

Mutlu olmamın bu kadar kolay olduğunu hiç bilmiyordum. Bir gülümseme… Ve bitmiştim. O gülümseme, sonraki günlere de taşıdı büyüsünü zaten. Zeyra yanımda olduğu sürece hep mutlu hissettim.

Benimle kaldığı sürede hiç karışmadım ona. Ne istediyse onu yaptı. Yani… Hiçbir şey. Ben sorarsam cevaplıyor, ben öpersem sokuluyor ama kendiliğinden hiçbir şey yapmıyordu.

Hep yanımdaydı ama. Ne yaparsam yapayım yanımda duruyor, beni izliyordu. Yaşamımı, gündelik rutinimi… Arada uğrayan arkadaşlarımla ilişkilerimi… Okuduğumu, seyrettiğimi… Neyin beni sinirlendirdiğini, tepkilerimi… Nelerin bana yetip nelerle mutlu olduğumu…

Benim ise, hayata ve kendime ilişkin yanıtların Zeyra’nın bu suskunluğunda gizli olduğuna dair bir önsezim vardı. Bu yüzden onu kendi haline bırakıp ben de onu izledim.

Başta buruktum. Beni önemsemeyen bir kadın için neden bu kadar uğraştığımı merak ediyordum. Öyle ya, Zeyra hiçbir şeyin adını koymuyordu. Aramızdakine ilişki, bana sevgili, yanımda geçireceği süreye bir hafta demiyordu. Ve bunu bilinçli yapıyordu.

Oysa ben, değer verdiğim şeyleri adlandırdığımda, onların benim için olan önemini vurguluyor olurdum. Kendi bakış açımdan yola çıkarak Zeyra’nın bana değer vermediğini sanmıştım. Yanıldığımı, bana benden esirgediğini düşündüğüm bir haftadan daha fazlasını verdiğinde anladım. Tam on üç gün…

Evet, Zeyra tam on üç gün kaldı benimle.

Ben bunu bilemediğimden, ilk günlerde her an gidebilir diye tedirgin olup gün saymıştım. Üç gün, dört gün, gitti, gidecek, bitiyor, az kaldı… Bu yüzden de o bir hafta bana zehir olmuştu.

Yedinci günün sonunda vardığım sonuç ise şuydu… Zeyra’nın beni umursamadığı doğru değildi. O sadece etiketlere karşı çıkıyordu.

“Zamana hükmetmek özgürlük duygusunu nasıl zedeler?”

Kaçıncı gündeydik, bilmiyordum artık. Yan yana yere uzanmış, yıldızları seyrediyorduk terasta. Aslında yıldızları o seyrediyordu, ben onu…

Adamların yanında bana söylediği o cümlenin anlamını kavrayamıyordum bir türlü. Açıklamaya ihtiyacım vardı.

“Biriktiğine sevineceğine, azaldığına üzülen bir kum saatidir zaman.”

Konuşmadığım sürece açıklamaya devam edecekti, öğrenmiştim.

“Yedi gün. Bugün ilk gün, yaşasın! Ama altı gün kaldı, lanet olsun!”

İşte bu kesinlikle doğruydu. Süre belirlendiği an hiçbir günü hakkı ile yaşatmıyor, hep bir yas havasını içinde barındırıyordu. Bitiyor… Bitecek… Az kaldı…

“O kum saatinin içinde hangi kum tanesi özgür olabilir ki?”

“Adını koymazsan, kum saatin olmaz.” Söylediğime gülümsedi.

Zeyra… Ah, Zeyra… Suskunluğu ile bana en büyük sırları dillendiren kadın. O günden sonra bir daha asla zamanın adını koymadığımı biliyor muydu acaba?

“Benim adımı neden sevgili olarak koymuyorsun peki?”

Döndü bana. Yıldızlardan daha önemli olmayı başarmıştım o soruyla. Birbirimize dokunma mesafesinde değildik. Ama gözlerimin içindeki her pırıltı onunkinde yansıyordu.

“Hayalimdeki sen olabilecek misin?”

Hayalindeki ben?

“Küçükken başlarsın hayal kurmaya. Büyüyünce bir sevgilin olacak, seni çok mutlu edecek…” Gözleri hülyalıydı bunu söylerken. Belki beş yaşındaydı o anda. Babasının kucağında oturuyordu bankta. “Ona bir beden, bir ses verirsin. Konuşursun onunla.”

Gözlerimi kapadım. Babasının kucağındaki kız indi o banktan. Yanıma gelip gözlerime baktı. Siyah. Simsiyah gözlerle… “Elini tutar, yanağını öper ve kulağına fısıldar.”

Daha Zeyra’nın ağzından dökülmeden önce cümleyi biliyordum. Onunla aynı anda içimde ben de seslendiriyordum.

“Büyüyünce senin kocan ben olacağım.”

Zeyra’nın sesi artık daha geriden gelir olmuştu. Ben başka bir yerde başka biriydim. Babasının kucağından inip yanıma gelen siyah saçlı kızın elini tutmuştum. Uzanıp yanağını öperken mis gibi kokusu burun deliklerimden içeri dolmuştu. “Sakın kimseyle evlenme. Büyüyünce senin kocan ben olacağım.” Kızın bana duyduğu güveni şu an bile hissedebiliyordum. Bana inanmıştı. Ben de bana inanmıştım.

“Yıllar boyu seninle büyür o da. Hayalinde… Seni üzenler olduğunda onlara vurur. Canın yandığında o öpünce geçer. Kalabalıkta bile yalnız kalmana izin vermez, elini tutar.”

Zeyra’nın sesi yeniden netleşip kulaklarıma dolduğunda, trans halinden çıkıp onun gözlerine odaklandım. Hayır, bu anlattıklarını bilmiyordum. Ama o cümleyi biliyordum. Hayal gücüm bir anlığına arşa varmış ya da Zeyra ile bir şekilde telepati kurmuştum.

“Senin adını sevgili koyarsam… Senden o olmanı beklerim. Farklı olursan benzetirim. Seni törpüler, örseler, senlikten çıkarırım. Sen o olmayı başarabilir misin?”

Ne konuşuyorduk biz? Bunu neden konuşuyorduk?

Hayır, Ben Yiğit Ünsal’dım. Kimsenin sevgilisi olmayacaktım. Kimse beni birilerinin yerine koymayı başaramayacaktı. Benim adımı sadece ben koyacaktım. Yiğit Ünsal. Kimsenin hiçbir şeyi olmayan Yiğit Ünsal.

“Hah! Harika! Bilin bakalım bu adını koyma meselesi kimin başına patlar?”

Bilgisayarın kapağını o kadar sert kapattı ki, bir daha açılıp açılmayacağına asla emin olamazdı.

“Ne yaşadığınızı bile anlamıyorum. Hasta mı, uzaylı mı, psişik mi, reenkarnasyon mu, neyi okuyorum ben Tanrı aşkına! Niye okuyorum?”

Ağlamak üzereydi. Yiğit’e değil, kendi kendine söyleniyordu.

“Kimsenin sevgilisi olmayacakmış. Aferin sana! Koymayın adını. Sevgilim deme ona. Bana karım deme. Beni senelerce sevgimin ortasında pusulasız, yönsüz bir başıma bırak.”

‘Ne yapıyorsun Selen! Sakinleş!’

Derin nefeslerle içindeki kaynamayı soğutmaya çalıştı. Yiğit’in gözlerine bakamıyordu.

“Haddimi aşıyorum. Üzgünüm. Sizin ilişkiniz sadece sizi ilgilendirir.” 

Kalkıp bilgisayarı masaya koydu, yeniden oturdu sandalyeye.

“Ama kendi aşkımı savunma hakkına sahibim. Herkesin aklında hayali bir sevgili bulunmaz. Babanın yanında çalışmaya başlayana kadar aşk üzerine düşünmemiştim bile. Sen geldin, aşk geldi. Hepsi buydu.” Bakışları Yiğit’e takılmış, dört yıl öncesine gitmişti.

“Yine de bir konuda haklı galiba Zeyra. Ben adımızı koymaya çalıştım ve senden hayali bir sevgili yarattım. Sen bunu istemedin. Sen sadece Yiğit Ünsal olmak istedin. Seni benim sahibim yapan bendim.”

Bir an şaşırdı. “Sen benim sahibim olmak istemedin. Sadece kendin olmak istedin. Seni tanımıyor olabilir miyim? Hep sevgilime ya da kocama bakıp… Seni görememiş olabilir miyim? Bunu mu demek istiyorsun?”

Alnı kırıştı. “Öyleyse tam da kaçtığın bir durumu yaşamışsın benimle. Neden kesip atmadın ki? Neden devam ettin? Neden evlendin?”

Yiğit’in yüzünün kıpkırmızı kesilmiş olduğunu gördü o an. Sanki çok ağır bir yükü kaldırmaya çalışır gibi. Göğsündeki hareket dikkatini çekti sonra. Parmakları… Sağ elinin parmakları kıpırdıyordu.

Fırladı yerinden, yanaştı yatağa.

“Yiğit?”

Bal gözler döndü kendisine. Çok uzun bir süre kimse hareket etmedi. Selen uzandı Yiğit’in biraz önce kıpırdatmayı başardığı parmaklarına. Dokundu. Bir kez daha hareketlendi parmaklar Selen’in elinde. Ve o orada kaldığı sürece, durmadı.

Zorlanıyordu. O küçücük hareketi yapmak bile çok enerji harcamasına neden oluyordu. Alnından aşağı damlayan terden, Yiğit’in gerçekten de o an tonlarca ağırlığı kaldırdığını görebiliyordu.

Bir kocasının gözlerine, bir eline baktı Selen. Yiğit bir şey söylemek istiyordu. Şu an, diğer eliyle kendisini tutabilecekken bu elini kullanmaya çalışıyorsa…

“İyileşmek istiyorsun. Yani tabii ki istiyorsun ama şu an bunun hayati önemi var senin için.” Bal renkleri göz kapaklarının ardına gizlenip göründü yeniden. Evet mi?

“Benimle mi ilgili?” Gizlendi, göründü.

“Yanında olmamı istiyorsun.” Evet.

“Rüşvet verir gibi…” Gülümsedi. “Yanımda olursan iyileşirim.” Evet. Evet. Evet. Açılıp kapanan göz kapaklarına şaşkınlıkla bakakaldı Selen. “Şaka yapmıştım ben.” Hiç hareket etmedi gözler. Bal aktı Selen’in içine. Tek bir kez kırpılmadı kirpikler.

Anladığı şeyi dillendirmeye o kadar korktu ki… “Sen…” cesaret edebilir miydi? “Beni mi istiyorsun?”

Defalarca… Defalarca açılıp kapandı gözler. Ve Yiğit’in parmakları Selen’in avucundaki kıpırtısını bırakmadı.

Düşünmeye bile korkarak yatağa, Yiğit’in yanına uzandı Selen. Elini onunkinden hiç çekmedi. Gözlerini yumdu, bir daha hiç açmadı. O an yaşamakta olduğu duyguya belki de hayatında yalnızca bir kez sahip olacaktı. O halde sonuna kadar tadını çıkaracaktı.

Yiğit Selen’i istiyordu.

Cazcı doktor odaya girdiğinde onları bu şekilde gördü. Kadın uyuyordu. Bedeni kocasına dönük, yanağı omzuna dayalıydı. Yüzünde melek gibi bir gülümseme vardı. Kadının bu kadar güzel olduğunu daha önce hiç fark etmemişti doğrusu.

Adam uyumuyordu. Uyumuyor ve Nihat’a bakıyordu. O gözlerdeki pırıltıyı tanıyordu Nihat. Meydan okuma… Meydan okumaları severdi.

Gözleri adamın eline ilişti. Karısının elini ne tutabiliyor ne kavrayabiliyordu. Ama dokunuyordu. Parmaklar hareket ediyor ve ona dokunuyordu. Hissediyordu.

Gülümsedi. ‘Oğlum Nihat, sen asla aç kalmazsın. Bir gün doktorluğu bırakırsan, hangi mesleği seçmen gerektiğini gayet iyi biliyorsun!’