Perşembe Bölüm 1
Dışarıda çılgın bir tempoda akıp giden hayatın, odanın içine girdiği anda kendisiyle dalga geçercesine durması artık tanıdıktı. En az antiseptik kokusu ya da Yiğit’in kalp atışlarının monitörden duyulan rutin sesi kadar tanıdık…
“Günaydın aşkım.”
Yanıt beklediği yoktu. Ama Selen, o seste minicik bir değişiklik olmasını umacak kadar âşık bir kadındı.
Elindeki torbaları yere bırakıp hastane odasının ortasına yerleştirilmiş yatağa yaklaştı. Yiğit kalbinde de tam böyle en ortaya yerleşmişti zaten. Her noktaya hâkim, varlığıyla başka kimseye yer bırakmayacak kadar baskın.
Eğilip kocasının kapalı gözlerine, kıpırtısız dudakların kenarına bir öpücük bıraktı. Yüzünü, bedeninden çıkıp makinelere kavuşan kabloları görmemeyi öğrenmiş gözleriyle bir sanat eserinin uyandıracağı hazla inceledi.
Hafifçe uzamış sakallara bakarken kaşları bir süre çatık kaldı. “Biraz ellemesek sakallarını… Seni kirli sakalla görmeyi özledim. Ne dersin? Birkaç gün daha özgür kalsınlar mı?”
Aynı fikirde olmak güzeldi. Ama bir itiraz kelimesi için şu an feda etmeyeceği hiçbir şey yoktu. “Hayır,” deseydi mesela… Ya da “Saçmalama tatlım, Dolfin Grup’un genel müdürüyle görüşmem var,” deseydi.
Elleriyle kocasının geniş alnını, sarıya yakın rengi yüzünden kendisini çok da fazla belli etmeyen kaşlarını, düzgün ve uzun burnunu dolaşıp ince dudakların kenarında karar kıldı. O kadar uzun süre okşayarak dokundu ki, bu beklentiye adamın nefesine bağlı hortum bile kayıtsız kalamazdı.
“Sesini özledim Yiğit.”
Başka şeyleri de özlemişti. Ona sokularak uyumayı… Tıraş olurken köpüğün altından beliren yüz hatlarını kaçamak bakışlarla seyretmeyi… Arkadaş toplantılarında yanından bir saniye bile ayrılmamayı… Geceleri bilgisayarın başında çizim yaptığında tek görebildiği sırtı bile olsa, salonda ona dönük koltuğa oturmayı…
O pürüzsüz teni şimdi morluklarla doluydu. Artık morluk değildi tabii, yeşillenmişti. Hatta sarılar ağır basmaya başlamıştı. Ama adı morluktu işte.
Açık kahverengi saçlarının alnından geriye doğru seyrelmiş olduğu, ameliyat iziyle daha da belirginleşmişti sanki. Bir kısmı tıraş edilmişti ameliyattan önce ama şimdi onlar da biraz biraz uzuyorlardı.
Daha otuz iki yaşındaydı ama birkaç sene içinde tepesi iyice açılacaktı. Babasından belliydi bu. Onun da otuzlarında saçlarının azalmış olması sanki doğa kanunu gibi bir kabulleniş vermişti Yiğit’e. “Kel bir kocan olacak tatlım, alış buna,” derdi babasını her gördüğünde.
Kel ya da saçlı… Ne fark ederdi ki? Yiğit’ti o. Yiğit Ünsal. Adı söylendiğinde bile içini titreten adam… Hiçbir zaman kendisine ait olduğunu hissedemediği, dört yıldır hem en yakınında hem de en uzağında olan adam…
Odanın kapısı açılıp hemşire içeri girdiğinde kocasının yüzünü hasretle seyrederken buldu kadını. Hiç utanmaz, çekinmez, doktor kontrolünü yaparken bile kocasının dibinden ayrılmazdı. Güzeldi sanki ama bunu gösterecek bir şey yapmayı unutmuş bir hali vardı. Gözlerinde hep bir mahzun bakış barındırır, bu da hemşirenin içini acıtırdı.
“Günaydın Selen Hanım. Bugün hastamız biraz daha iyi görünüyor, ne dersiniz?”
Daha iyi mi? Gülümsedi. Morlukların biraz yatışmış olması, dikişlerin kabuk bağlaması daha iyi olmak mıydı? Bal rengi gözler açılıp dünyaya bakmadığı sürece daha iyi dedikleri ne olabilirdi ki?
On beş gün olmuştu Yiğit uyutulalı. Kaldırımda yürürken bir aracın çarpmasıyla kopmuştu dünyadan. Beyinde ödem… Ne uğursuz bir tanıydı. Ne gereksiz bir şişlik… Ne anlamsız bir hırpalanma…
“Doktor Bey birazdan gelecek. Kafeteryaya geçip bir şeyler içmek isterseniz inin siz, ben de hastamızı hazırlayayım.”
Kahverengi gözler sıkıntıyla dolaştı hemşirenin üzerinde. Kendisini Yiğit’in yanından uzaklaştırmakla ona iyilik yaptığını düşünüyor olmalıydı kadın. Gitsin, kafeteryada iki insan görsün, biraz nefes alsın…
Yiğit’ten uzaktayken nefes almak çetin bir mücadeleydi oysa. Boğulur kalırdı Selen o olmadığında.
Yine de çıktı odadan. Tartışacak gücü yoktu. Asansöre binmek yerine merdivenlerin olduğu kapıyı açıp dışarı çıktı. Basamaklara oturup duvara yaslandı. Burası Selen’in hastanede saklanabildiği tek yerdi.
Sarıya yakın saçları isyankâr kıvrılışıyla döne döne yüzünü perdeledi. İlkokulda sıra arkadaşı Elçin’le deneyler yaparlardı. Bir kalemin üzerine değişik malzemeleri sarar, kalemi çekip Selen’in saçı kadar dalgalanabilecek mi diye beklerlerdi. Ne kurdele, ne rafya, hiçbirisi onun kıvırcıklığına yaklaşamazdı. Eninde sonunda açılıp bırakırdı kendisini.
Bir tek rafyayı makasa sürterek elde ettikleri görüntü yaklaşabilmişti o kıvrımlara. O da sadece yaklaşabilmişti.
Tokadan kurtulan saçları parmak uçlarıyla diğerlerinin yanına tıkıştırıp boş bakışlarını basamaklara dikmeye devam etti.
Ödem azalıyor ama uyanmıyordu Yiğit. Bugün de uyanmayacaktı. Belki yarın da. Yiğit’in uyanmadığı bir güne başlamak ağır geliyordu Selen’e. Sadece yanında olmak yeterliyken şimdi bu bile elinden alınmıştı. Sadece yanında olmak… Kendisini sevmeyen, özeline yaklaştırmayan, sınırlarını asla aşamayacağı bir adamın sadece yanında olmak…
“Eziksin kızım. Yapılacak bir şey yok…”
Üzerinde oturduğu basamaklar kadar yalnız hissetti kendisini. Terk edilmiş değil, fark bile edilmemiş…
Selen Ünsal. Yiğit Ünsal’ın iki yıl sevgilisi, iki yıl karısı olarak aynı evi paylaştığı kadın. Erkeği bedeninin içindeyken bile sevdasında tek başına olan kadın. Bu kadarına kavuşabilmek için kendisinden vazgeçen kadın.
Bu bile yoktu şimdi. Yetineni böcek gibi ezmekten zevk alıyordu sanki hayat. Belki de arsız olmak gerekiyordu ona karşı durabilmek için. Durmadan istemek, elde edemedikçe mızırdanmak, elde ettiklerini fırlatıp atmak… Bunu yapanlar Selen’den daha çok şeye sahiptiler en azından.
Selen’in ise hiçbir şeyi yoktu. Tüm şartlarını kabullenerek yanında olma hakkını elde ettiği kocası içeride yatıyordu. Belki bundan sonra o da yoktu…
“Zırvalama. İyileşecek.”
Evet, tabii. İyileşecek, eve dönecek, Selen de hayatını onun uydusu olarak sürdürmeye devam edecekti. Yiğit ’siz Selen’in anlamı yoktu.
Bu düşünceyle oturduğu yerden fırlayarak koşar adım odaya geri döndü. Doktor gelip gitmiş olmalıydı. Muayene sonucunu merak etmedi. Değişiklik olsa çoktan söylemiş olurlardı.
Yerde duran torbaları dolaba kaldırdı. Yiğit’in ihtiyacı olabilecek birkaç parça giysi vardı içlerinde. Her an uyanacağını umarak hazırlık yapmak bile evde kalmasını kolaylaştırmıştı.
Odada her şey düzgün görünüyordu. Teknolojik ve düzgün… Yaşam alanı olarak düzenlenmediği belliydi. Kalınmalık değildi, ilişmelikti. Selen de ilişmeye alışıktı.
Bir yatak, bir sandalye… İnce uzun gömme bir dolap. Başucunda üzerinde bir bardak ve su dolu sürahinin olduğu tekerlekli yer dolabı. Ayakucunda hasta dosyasının durduğu, hemşirenin her gelişinde yatağın üzerine itmekten hoşlandığı tezgâhımsı masa… Yiğit uyansa, üzerine yemek tepsisini de koyabileceklerdi.
Yatağın arkasındaki duvar ise ürkütücü cihazlarla doluydu. Işıkları yanıp sönen, üzerinde anlamsız rakamlar ve harflerin bulunduğu korku nesneleri… Selen onları görmemeyi tercih ediyordu.
Kimse bu odanın perdelerini açmazdı. O yüzden dışarıda ne var, bilmiyordu Selen. Tavandaki çiğ floresanın verdiği aydınlatma dikkati sadece Yiğit’in üzerine yoğunlaştırıyordu. Onun görmek istediği tek şey de oydu zaten.
Yatağın kenarına çektiği sandalyeye oturup kocasının elini avuçlarının arasına aldı. Son on beş gündür en sevdiği şey buydu. Ona özgürce dokunup bakabilmek… Kelimeleri defalarca düşünmeden içinden geldiği gibi kullanarak konuşabilmek…
“Benim uykularım da senin olmuş sanırım. Hiç uyumadım dün gece.” Başını eğerek avuçlarındaki tenin kokusunu derin derin içine çekti. “Her şeyim gibi o da sana ait.”
Gözleri bir süre hareketsiz parmaklarda dolaştı. Parmağındaki alyansı okşadı. Kendi alyansından daha kalındı. İlk gün, parmakları şişerse diye çıkartıp çıkartmamakta tereddütte kalmıştı. Sonra, onu Yiğit’in parmağından çıkarmaktansa ölmeyi yeğleyeceğine karar vermiş ve dokunmamıştı.
‘Küçük yalanlara ne kadar ihtiyaç duyuyorsun.’
Küçük yalan, büyük yalan, fark etmezdi. O bunların hepsini kabul ederek çıkmıştı yola. İçinde hissettiği buruk mutluluk eziklikse, Selen ezik olmayı seçmişti. Çünkü aksi olsa, Yiğit’ten kilometrelerce uzağa kaçmış olması gerekirdi. Bu da Selen’in tercihi değildi.
“Baban uğrayacak bugün. Her gün gelmesine izin vermiyor doktorlar. Sadece ben senin yanında olma hakkına sahibim.” Acı bir gülümseme özgürce yerleşti dudaklarına. Nasıl olsa Yiğit görmeyecekti.
“Bu bile ne kadar özel hissetmeme neden oluyor, biliyor musun? Senin yanında durma ayrıcalığı… Senin için çok önemli olduğumu düşünüyor olmalılar. Ama biz bunun böyle olmadığını biliyoruz, öyle değil mi aşkım?”
Sesli olarak duyduğu bu düşüncesinden bir an ürkerek hızla Yiğit’e baktı genç kadın. Gözleri nefesinde, yüzünde, monitördeki ritimde dolaşıp herhangi bir farklılığı bulmaya çalıştı. Yoktu.
Her zamanki gibi kocasının yanında tek başınaydı. Uyanık olmasından daha farklı bir durum değildi bu. Sadece şu an içindeki cümleyi sakınmadan dışa vurmanın verdiği özgürlükle kendisini biraz daha iyi hissetmişti, o kadar.
Rüyalarını süsleyen yüze uzun uzun baktı. “Yakışıklı değilsin aslında, biliyorsun değil mi Yiğit?”
Biliyordu. Bu konuda en ufak bir iddiası bile olmazdı. Düzgün, düz bir adam olduğunu düşünürdü. Boyu kısa olmasa da uzun hiç denmezdi. Saçları tepeden hafifçe seyrelmişti. Kumral, bal gözlü, yuvarlak yüzlü bir adamdı. Hatları düzgün ve sertti. Belki yüzünün hiç gülmemesindendi bu. Sert ve mutsuzdu.
“Aşk böyle bir şey her halde… Karşıma kim gelirse gelsin, senin ışıltında puslu bir siluet olmanın ötesine geçemiyor.”
Bir süre daha dudaklarında takılı kaldı bakışları. Onu kahkaha atarken hiç görmemişti. Hiç. Gülümsemeye benzeyen bir dudak hareketini yakaladığında dünyaların kendisinin olması bundandı.
Onu güldürebilen birisi olmuş muydu? Ama bu, yasak bir konuydu. Selen Yiğit’i başka bir kadınla asla düşünmezdi. Düşünür ve onun o kadına gülümsediğini anlarsa, gitmesi gerekeceğini bilirdi. Ezikliğinin sınırı o gülümsemeydi işte. Gidişinin bileti…