Perşembe Bölüm 18

Perşembe Bölüm 18

Yutkundu.

Defalarca yutkundu.

Yiğit’in aşkını yazdığı satırları okumanın kendisini paramparça ettiğini belli etmek istemedi Selen. Dışarı çıkmak için hücum eden yaşları inatla bekletti.

Okumaya devam edecekse, kalbini nasırlaştırmak zorundaydı. Peki devam edecek miydi? Ve neden?

Okuyacaklarını merak ediyordu, evet. Ama bu, harakiri yapmakla eşdeğerdi. Değer miydi? Hayır.

Yiğit istemişti. Oku demişti. Onu ilk kez özeline davet etmişti. Bunun için çok geç değil miydi? Evet. Değer miydi?

İşte orada hayır, diyememek, Selen’in elini kolunu bağlayan zaafıydı. Öyle açtı ki Yiğit’ten gelecek bir kırıntıya… Giderken bile olsa tadına bakmak istiyordu. Harakiri ise tamam. Onu da göze alıyordu. Sadece biraz beklemeye ihtiyacı vardı. Şu acı bir geçsindi. O satır gözünün önünden bir silinsindi.

‘…bir kez daha oracıkta âşık oldum ona…’

Bir kez daha. Kaç kere âşık olunuyordu bazı kadınlara? Selen bunun tek bir tanesi için ruhunu verirdi. Ama onun payına, başka bir kadın için pek çok kezleri okumak düşmüştü.

Birkaç dakikaya ihtiyacı vardı. Biraz nefes alsındı… Şu gözleri dolu dolu olmayı bir bıraksındı… Sonra harakiri yapmaya devam edecekti.

Cazcı doktor tam da o anda girdi odaya. Adamın sağlam elinin karısının ayağında olduğunu gördüğü an, gözleri parladı. Derhal dışarı çıkıp, hastabakıcılara yatağı pencere dibine dayamalarını söyledi.

Yatağın yeri değiştirilirken kadının kapıdan dışarı süzülüşü çarptı gözüne, ardından merdiven boşluğuna çıkışı. Çok mutsuz görünüyordu. Belki de adam kadını çoktan kaybetmişti.

Tabii ki ne adam ne de kadın Nihat’ın umurunda değildi. O, sadece uyanık hastasının pike altına saklayıp durduğu felçli koluyla ilgiliydi. Sanki görmezse, o kol felçli olmayacakmış gibi… Sanki inkâr etmek bir işe yararmış gibi…

Yüzünde eğreti bir gülümsemeyle sandalyeyi yatağın yanına çekti ve oturdu.

“Karına dokunmayı seviyorsun.” Adamın özeline giriyordu ve bundan hoşlanacak bir tip olmadığını da gayet iyi biliyordu.

“Madem seni taburcu etmiyoruz, o zaman karına dokunmak istiyorsan, o kolu açmaya çalışsan iyi olur dostum. Çünkü bu hastanenin kralı benim ve burada karına sadece felçli kolunla dokunmana izin veriyorum. Birbirimizi anladık mı?”

Ve arkasında gözleri öfkeden koyulaşmış bir adam bırakarak odadan çıkıp gitti.

Selen yeterince saklandığına karar verip döndüğünde, içerideki değişiklik öyle anlamsız geldi ki… Bütün düzen bozulmuştu. Makineler kenarlara itilmiş, bir kısmı kabloları sökülerek duvara dayanmıştı. Perdeler ya da pencere istense de açılmazdı artık. Ama sandalyesini ve serum askılığını ellememişlerdi. Selen’e de sadece bu yeterdi. Serum askılığı… Odada kendisine yakın bulduğu tek şey o askılıktı çünkü.

Yiğit’in felçli kolu çarptı birden gözüne. Daha önce neden dikkatini hiç çekmemişti ki? Selen’in baktığı yeri görüp diğer eliyle çarşafı kolunun üzerine çekti adam. Utanıyor muydu? Ama geçecekti, neden utanıyordu ki? Geçmese de önemli değildi ki?

İşte tam da o anda, Yiğit’in ne hissetmiş ve hissediyor olabileceğini hiç düşünmediğini fark etti. Adam ölümden dönmüştü. Araba üzerine gelirken ‘Ölmek için daha çok erken,’ demiş miydi acaba? Korkmuş muydu? ‘Yapacak çok şeyim var daha!’ diye isyan etmiş miydi?

Selen’i bir daha göremeyeceğini düşünmüş müydü acaba? Düşünüp üzülmüş müydü? Yoksa aklındaki tek şey Zeyra mı olmuştu? Artık perşembeleri ona gidemeyeceği…

Perşembe akşama doğru olmuştu kaza. Evin yakınlarında… Parkta değil, biraz uzağında… Ondan dönüyor olmalıydı. Dönüyorsa, onunla kalmıyorlar mıydı? Hoş fark eder miydi?

Ederdi… Çok ederdi.

Ama en çok fark eden şey, o an ölmüş olsa, Yiğit’in hayatının son gününü Zeyra’ya vermiş olduğu gerçeğiydi… Selen’e değil.

Yiğit… Kendisine bakıyordu.

Ne vardı gözlerinde? Zeyra’yı öğrendiğini artık biliyordu. Gideceğini de… Ne diyordu acaba içinden? ‘Gelmek için çok ısrar ettin, gideceksen yolun açık olsun’ mu? O dört sene bu kadar mıydı?

Ama kayıtsız bakmıyordu ki. İnatla bakıyordu. Anlaşılmak ister gibi. Söylemediklerini Selen’in duymasını umar gibi…

Çaba gösterenin yine Selen olması gerekiyordu. Selen harakirisini yapacak, iç organlarını elleriyle deşip parçalayacak, Yiğit’i anlamaya çalışacaktı. Neden birisi de çıkıp Selen’i anlamaya uğraşmıyordu ki?

Uğraşmazdı. Selen o lüksten tam dört sene önce kendisi vazgeçmişti. O zaman, şimdi dövünmenin anlamı yoktu. Harakirisini yapıp onuruyla dünyadan ayrılmalıydı.

Bilgisayarı kucağına alıp sandalyeye oturduğunda yabancılık hissettiği için güldü kendine. İnsan ne kadar çabuk alışıyordu her şeye. Bir hastane odasındaki sandalyenin yerine bile…

Sistem açılırken Yiğit’in kendisini izleyen gözleriyle karşılaşmaktan kaçındı. Zihninde hala o kelimeler varken, bal renkleri kendisine hiç iyi gelmeyecekti.

Kendisiyle dalga geçer gibi yazdığı satırlar aslında ne kadar hoştu. Yiğit o dört adamın arasında düştüğü duruma eğlenerek bakabilmişti. Erkeklerin yaşadıktan sonra anında hayatlarından silmeyi tercih edeceği anları, işe mizah da katarak yazabilmişti.

Mizah ve Yiğit… Komikti.

‘Ne yaptın sen o güzel adama Zeyra? Seni, kafasındaki onca soru işaretine rağmen bir hafta evinde kalasın diye arayıp bulan o hayat dolu adama ne yaptın?’

Adamların söylediğimden mutlu olmadıklarını anlamam için yüzlerine bakmam gerekmiyordu. Zaten karanlıkta bir şey de görünmüyordu. Ama bedenleri ses çıkarmadan homurdanıyordu sanki.

Zeyra “Zamana hükmetmeye çalışmak özgürlük duygusunu zedeleme riskini taşır. Sadece içinde bulunduğumuz dilim diyelim.” dedi ve adamlara baktı… Başını eğişi sessiz bir onaydı. Benimle gideceğini söylemişti.

Elimdeki feneri, ışığı gözlerimize gelmeyecek kadar havaya doğrulttum. Ortam iyice korku filmine dönmüştü.

Koruma ya da değil, Zeyra’yı önemseyen bu insanların huzursuz olmasını istemediğimden, “Benim yanımda güvende olacak,” dedim. Biraz önce kuyruğumdan sallandırılmakta olduğum sahneyi düşünüp kıs kıs gülüyor olabileceklerini düşünmemeye çalışıyordum. Ama nedense onları rahatlatmak istiyordum. Onlar rahat olursa, bizi de rahat bırakırlardı.

“Adım Yiğit. Park Yolu’nda parkın hemen karşısındaki ev benim.”

İçlerinden birsinin duygusuz bir sesle yaptığı konuşmayı anlamam belli bir süre aldı.

“Yiğit Ünsal. Doğum 9 Ocak 1985. Melike ve Ahmet Ünsal’ın tek çocuğu. Baba mimar, Ünsal Mimarlık Limited Şirketi’nin sahibi, hayatta. Anne, ev kadını, 2005 yılında kanserden ex. Eğitim Bilkent Üniversitesi İç Mimari ve Tasarım. Diploma tarihi 18 Haziran 2008 Notu 3.86. İkamet adresi Park Yolu 22 numara. İkamet başlangıcı 19 Haziran 2008. İş yok. Uyuşturucu yok. Sigara yok. Alkol bağımlılığı yok. Sadece gece dışarı çıktığında kullanıyor. Sık görüştüğü arkadaşlar Eren Özbilgin, Ümit Kaptanoğlu, Olgun Süren, Batuhan Süren. Son kız arkadaş Azra Korkut.”

“Dur bir dakika!”

Dehşet içerisindeydim. Kekelemeden konuşabilmem bile mucizeydi.

“Kimsiniz siz!”

Zeyra’nın elini kolumda hissettiğimde dönüp ona baktım. Karanlıkta, fenerin ışığında o bile gözüme ürkütücü görünmüştü.

“Korkma. Bilmek görevleri.”

Benim özel hayatım kimin görevi olabilirdi? Ne hadlerineydi? Yine de sesindeki yumuşaklığın üzerimde yatıştırıcı etkisi olmuştu.

“Azra Korkut kim? Tanımıyorum öyle birisini ben!”

Bula bula bunu bulmuştum itiraz edecek. Ama gerçekten tanımıyordum o ismi.

“2008 20 Kasım ile 18 Aralık tarihleri arasında eve gelen kadın.”

Yuh! Adı Azra mıymış? Bunlar beni mi izliyorlardı yani? Ne zamandan beri? Kıza Eren’in masasında denk gelmiştim. O da ona ilk defa o gece orada rastlamıştı. Soyadını Eren bile bilmezken bunlar nasıl bilebilirdi?

Tedirgin olarak Zeyra’ya baktım. O kadının ismini geçirmek ne kadar da gereksizdi. Şimdi trip yapmaya başlasa al başına belayı.

Ama Zeyra trip yapmazdı, değil mi? Sahi, neden yapmıyordu? Neden diğer kızlar gibi o da surat asmıyor, hayatı bana zindan etmiyordu? Onunla sevgiliyken, gözüne soka soka başka bir kadınla yatmıştım. Kinayeli tek bir cümle etmemişti bunun için. Laf sokma, taş atma, hatta arada mahzunlaşma bile yoktu. Benden çabuk unutmuştu. Gerçekten unutmuş muydu?

Kadınlar unutmazdı. İlgilenmiyor görünseler bile kendilerinden önce kaç sevgiliniz olduysa hepsinin acısını bir şekilde sizden çıkarırlardı. Doğa kanunuydu bu. Hiçbir kadın, kendisinden başka bir kadının varlığını kabullenmezdi. Eski bile olsa. Unutulmuş bile olsa. Üzerinden yıllar bile geçse… Onlar için geçmezdi. Sanki hep hayatın içindeymiş gibi bir sorun olarak varlığını korurdu.

Her kadın, ilk âşık olduğunuz kişinin kendisi olmasını isterdi. Onunla karşılaşana kadar beklememiş olmanız bir suçtu. O aşkı ilkokulda bile yaşamış olsanız suçtu. Daha önceden başka bir ilişkiniz, aşkınız, beraberliğiniz, evliliğiniz olduğunu öğrendiği andan itibaren sizin ilişkinizin temeli oyulmaya başlardı. Zaman içinde de çöker giderdi. Çünkü kadın, doğası gereği başka bir kadının varlığını asla bağışlamazdı.

Zeyra’nın da önemsemez tavırlarına kanmamalıydım. Bir gün, bir yerde bunun acısını benden çıkaracaktı. O da büyük ihtimalle en zayıf anım olurdu. En canımın yanacağı an. Ve galiba haklı da olurdu.

Konuyu derhal Azra Bilmem Kim’den uzaklaştırmam lazımdı.

“O zaman hadi içinde bulunduğumuz zaman dilimini yaşamaya gidelim.”

Ninjalardan birinin ortada olmadığını, elinde Zeyra’nın paltosu, atkısı ve şapkasıyla geldiğinde anladım. Kızın benimle gelişini tartışmayı hiç düşünmemişlerdi demek. Zeyra ne söylerse kabul oluyordu.

Getirdiklerini giymesine yardım etmek için adamın elindekileri aldım. Benim kızımı ben giydirirdim. Kimseye gerek yoktu.

Benim kızım. Zeyra’m. Ben onun olmasam da o benimdi. Kim bilir? Belki bir gün o da beni sahiplenirdi. Bunu ona ben öğretirdim. Beni sevmeyi… Sahiplenmeyi…

Eve yürürken, elimin içinde elinin varlığı öyle güzeldi ki. O an, seks değil, aşk adamı olduğumu anladım. Âşık olmak seks yapmaktan daha güzeldi. Seks bedeni, aşk ruhu doyuruyordu.

Neydi kızın adı? Onunla geçirdiğim bir ay boşa harcanan zamandı. Oysa Zeyra ile sadece el ele tutuşarak yürümek bile bana yaşadığımı, genç olduğumu, önümde uzun bir hayat olduğunu, yani başlangıcı hissettiriyordu.

Başlamak güzel bir duyguydu. Çok şey vaat ediyordu.

Bir hayat…

Bir gelecek…

Mutluluk…

Ama öyle olmuyordu işte. Kimse kimseye sahiplenmeyi ya da sevmeyi öğretemiyordu. Sen seviyorsun diye kimse seni sevmiyordu. Elma bile sevmiyordu seni.

Yiğit’in gözleriyle birleşti Selen’in bakışları. Ağzından fark etmeden döküldü Nazım’ın o en sevdiği dizeleri.

Tahir
olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Meselâ
bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
                                     ölmek ayıp olur mu?

Tahir
olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin
dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.