Perşembe Bölüm 17
Çekmedi bu kez kendini. Elin, parmakları üzerindeki hareketini seyretti. Tekrar gözlerine döndüğünde, yumuşacık bakan bal rengi gözler, yüreğini yerinden oynattı.
Sanki evde, salondaydılar. Uzun koltuğa karşılıklı uzanmışlardı. Yiğit Selen’i seyrediyor, dalgın dokunuşlarıyla onu ne kadar mutlu ettiğini fark etmiyordu.
“Üzerimdeki gücünü biliyor ve bunu acımasızca kullanıyorsun.”
Sertleşti dokunuş. Sımsıkı kapandı eli ayağının çevresine. ‘Benim,’ der gibi. Ya da… ‘Hayır, öyle yapmıyorum.’
Fark etmezdi ki… Onundu gerçekten de. Ama sadece bir süre daha.
“Şizofren miymiş gerçekten sevgilin?”
Değişmedi bakışlar. Cevap vermedi.
“Zuzaylı mı yoksa?”
Kaş çatılması? Onaylamama? Dediğini kabul etmeme değil, Selen’in tavrını onaylamama. Utandı bir an. Hangisi olursa olsun, hasta ya da değil, Zeyra ile dalga geçmesi doğru değildi. Sadece kendisi ile alay etme hakkına sahipti.
“Özür dilerim. Öyle söylemem yanlıştı.”
Sıkılığını yitirip okşamaya dönüştü dokunuşlar. Benimsin, diyordu. Öyle dediğini Selen biliyordu. Duymasına gerek yoktu. Dört sene sadece bu sessiz sahiplenişle beslenmişti yüreği.
‘Sen benim olmadıktan sonra… Kimin umurunda…’
Aklı başka konuyu konuşuyordu, dili başka…
“Korkutmuş seni Zeyra.” Gözlerini ayırmadı onunkilerden. İçlerinde yakalayacağı bir ipucu peşindeydi belki de.
“Ama küçükmüşsün sen de sonuçta. Ya da deneyimsiz belki. Okulun yeni bitmiş… Henüz iş hayatı yok… Annen yok… Baban yanında değil… Kardeşin yok… Arkadaşların desen Batuhan dışında hiç ümit vaat etmiyorlar anladığım kadarıyla. Hem yoktur ki senin arkadaşın. Kimseye yakın görmedim seni senelerdir.”
Kaçırdı gözlerini. ‘Bana bile,’ demek istememişti. Ama her hücresi bunu bağırmış ve Yiğit de duymuştu. Yine sıkılaştı ayağına dokunan el.
“Zeyra normal değil ama… Farkındayım,” diye değiştirmeye çalıştı konuyu. “Nesi var bilmiyorum ama çok zeki. Sanki fazla zeki. Sorun da budur belki de. Zeki insanları kimse sevmez. Annesi de o yüzden sevememiştir belki.”
Varsayımlar… Arka arkaya sıralanan belkiler…
“Bilerek mi öyle konuşuyor dersin? Hani gündelik kelimeleri yetersiz bulup, onların, söylemek istediklerini yeterince yansıtmayacağını düşündüğü için mi?”
“Belki de onun dilini anlayan insanlar arasında büyüdü. Bana babasının fizik mühendisi olduğunu söylemişti. Annesi ve kardeşi de bilime yatkın insanlar olmalı. Uğraştıkları şeylere baksana. Moleküler… Polimer… Bize uzak bunlar sadece. Bir fizik öğrencisi ile konuşuyor olsa, kendisine hayran bırakır onu belki de.”
O düşüncelerini seslendiriyor, Yiğit de parmaklarının dokunuşuyla cevap veriyordu sanki Selen’e. Okşamak onaydı, sıkmak karşı çıkış. Kelimelere hiç ihtiyaçları olmamış mıydı onların? Ya da sadece Yiğit’in? O hep konuşmadan yaşamıştı Selen’i. Selen mi bunu becerememiş, fazlasını beklemişti?
Karıştı kafası, koptu iyice konudan. Belki de okumaya devam etmeliydi.
“Her neyse… Konumuza geri dönersek, iç sesin senden daha eğlenceliymiş. Keşke onu hiç susturmasaymışsın.”
Durdu el. Ne sıkma, ne okşama.
Sonraki otuz beş günün yirmi gününü Zeyra’dan uzak durmam gerektiğini düşünerek geçirdim. Aklıma kızın psikopat olabileceği ve benim delik bir prezervatif sonucu bu kızdan bir çocuğum olma ihtimali geldikçe soğuk terler döküyordum.
Sonra giderek yumuşadı bakışım, psikopattan sorunlu genç kıza geçtim. Zaten gözlerimize perdeyi gönüllü olarak çeken hep kendimiz olmaz mıyız? Ben de onun adına bahaneler üretiyor ama yine de temkinli olmam gerektiğini düşünüyordum.
Gecelerimi Erenlerin takıldığı barda geçirmeye başladım. Ve hayır. Adını bilmediğim kızları eve getirip sevişmedim. Parktaki kız, hayatımı değiştirmeye devam ediyordu. Artık bedenime saygı duyuyor, kendimi çirkinleşmekten koruyordum.
Yirmi birinci gün, ayaklarım beni Zeyra’nın evine dair elimdeki son ipucu olan sapağa götürdüğünde, ‘Sadece bakıyorum,’ dedim kendime. Bin iki yüz yetmiş sekiz adım yürümekten kimseye bir zarar gelmezdi.
Yürüdüğüm yönde rastladığım evler hep bahçe içindeydi. Bu da bana, doğru yerde olduğumu hissettiriyordu. Sonuçta, işlerliği sağlanan bir yapı söz konusuydu. O işlerliği sağlayan birimleri de bulursam, belki onlarla küçük bir sohbet yapabilirdik.
Sekiz yüz adım civarında yan yana dizili evler bitti. Yola devam ettim. Yürüdüğüm yolun bir kenarı boş arsaydı, diğer kenarı ise bir noktadan sonra sık ağaçlar ve bitkilerle kaplı bir alanda son buldu. Daha önceki gelişlerimde bu tarafın ormanlık olarak aklıma yerleşmesinin nedeni belki de bu bitkilerdi.
Garip bir yapısı vardı. Büyük gövdeli yüksek ve sık yapraklı ağaçların arası insan boyunu oldukça geçen, birbirine dolanmış, geçit vermez bir bitki yığınıyla örülmüştü. Amazon ormanları için normal bir görüntü olabilirdi ama burası için… Hayır.
Uzun bir yürüyüşle etrafını tamamen gezdim. İçine en az sekiz ev sığacak büyüklükteydi. Ama ne bir kapı ne de yol vardı.
Belki de gerçekten sadece ormanlık arazi olabileceğini düşündüğüm an, içeriden Zeyra’nın sesini duydum. Kelimeler değil ama sesinin yumuşaklığı doluyordu kulağıma. O sesi sevdiğimi düşündüm.
Sonrası tam bir sessizlikti. Uzun bir süre ne yapacağımı düşünerek arsanın etrafında dolanıp durdum. İçeriye giriş neredendi ve neden bu kadar gizliydi? Demir kapı ya da elektrikli teli bile anlardım da… Burada dönen dolapları anlamamıştım.
Yolda durmamın doğru olup olmadığını bilemiyordum. Etraftan beni görüp tedirgin olabilecek kimse yoktu. Ama içeriden görülebiliyorsam, bu kesinlikle bir sorundu.
Ağaçlık alandan birden bire yola çıkıveren adam yüzünden çığlık atmadıysam eğer, bu cesaretimden değil, korkudan sesimin bile çıkamayışındandı. Arkası bana dönüktü, beni görmemişti. Kaslı, kocaman, upuzun bir şeydi. Güvenlik gibi. Asker gibi. Öldürmek için silaha ihtiyaç duymayan biri gibi.
Esmer, Amerikan traşlı… Sakal bıyık barındırmayan yüzü kemikli… Gözleri koyu renk gözlüklerin ardına gizlenmiş olduğundan, görebildiğim başka bir şey yoktu.
Kalın, asker tipi bir pantolonun paçaları, bağcıklı, uzun konçlu siyah botların içine tıkıştırılmıştı. Sanırsın Rambo. Yine üzerindeki parka da kamuflaj desenliydi. Adam, bela ağırlıklı aurasının hakkını veriyordu.
Kâbusum gözden kaybolana kadar nefes bile almadım. O gittikten sonra, dönmesi için ne kadar vaktim olduğunu bilmediğimden, hızlıca çıktığı yerde bir kapı aradım. Ya da bir geçit… Vardı, olmak zorundaydı, adam buradan çıkmıştı, göremeyen bendim.
İçeriden gelecek en ufak bir sese karşı tetikte, neredeyse on beş dakika kadar bitkilerin açılıp bana yol vermesine uğraştım. Komiktim. Elimi içeri sokuyor, çıkarırken çizilen yerlerime söyleniyordum. Bacağımı sokuyor, takılan bağcıklarımı kurtarmaya daha çok vakit harcıyordum.
En sonunda pes ettim. Görünüşüm kendime bile tahammül edilmez gelmişti. Hele ki içeriden Zeyra tarafından izleniyor olma ihtimali… Sonuçta erkektim. Hareketlerim net ve kesin olmalıydı. Elimi uzattığımda açılmalıydı o kapı. Olmadı sert, kısa bir vuruşla sonuca gitmeliydim. Oysa şimdi beceriksiz görünüyor olma ihtimalim yüksekti. O halde ısrarcı olmanın anlamı yoktu.
Gücümün yetmediği yerde, aklımı kullanarak çözüm üretmeyi tercih ediyormuş gibi davranmak karizmamı kurtarırdı. Ve aklım bana, gündüz vakti yeşil ve kahverengi ağırlıklı bir alanda krem rengi montla nokta atışı görüleceğimi; gece, koyu renk giysilerle yeniden denememi söylüyordu.
Ben de öyle yaptım. Hava erken karardığından, akşamüstü saatlerinde simsiyah giyinerek atkı ve beremin içine gizlendim. Adamın çıktığı noktaya kadar sessiz adımlarla gelirken, o gece kar yağmaması için dua ettim.
Önce alanı boydan boya teftiş ettim. İçeriden tek bir ışık görülmüyor olması, evin bölgenin ortalarına yerleşik olduğunun belirtisiydi.
Sonra kapı olması gereken yere çömelip zemini inceledim. Elimdeki fenerin ışığı dışarıdan görünmesin diye etrafını perdeliyordum. Çamurlu bir ayak izinin yarısının dışarıda, yarısının da bitkilerin içinde kaldığını gördüğüm an, doğru yerde olduğumu anladım.
Elimi bitkilerin altından içeri doğru… Uzatamadım. Montumun yakasından kavranıp havaya kaldırılmışken bunu yapmam mümkün olamadı. Birisi beni tutan dört Rambo’nın insafına kalmış olmak da nefes alıp verme durumlarıma hiç yardımcı olmadı.
Adamlar tek tipti. Kardeş, kuzen… Öyle bir şeyler. Kas yapılarına kadar birbirlerine benziyorlardı. Farklılık vardı evet ama gözüme hepsi aynı göründü. Mahşerin dört pençesi…
Bana bakıyorlardı. Sanki ben bir fareydim, kuyruğumdan yakalanmıştım. O küçük şeyi havaya kaldırmış inceliyorlardı. Gözlerinde duygu yoktu. Benimkinde olduğundan eminim ama şimdi bunu konu etmek istemiyorum. Biraz korkmuş olabilirim.
Neden konuşmuyorlardı ki? Bir tanesi “Ne bakmıştın hemşerim?” falan dese, nefesim düzelecekti. Ya da dövseler… “İçeriyi mi röntgenliyon lan sen!” diyerek beni yere yatırıp tekmeleseler… İçim rahatlayacaktı. Normali buydu çünkü.
Ama böyle sessiz sessiz incelenmek… İnsana kendisini çok çaresiz hissettiriyor. Beyinde garip düşünceler dolanıyor…
‘Hangi gezegendensin canım sen?’ gibi…
‘Şunun kanını enjektöre çekip inceleyelim.’ gibi…
‘Hazırlayın laboratuvarı, insan kobayımız kendi ayağıyla geldi bize,’ gibi…
Ne düşünüyordum ben? Neden düşünüyordum bunları? Ne vardı bilinçaltımda?
Zeyra’nın sesi o anda bir müzik gibi doldu kulağıma… Yabancı müzik ama. Dediğini anlamadım çünkü.
Tek kelime söyledi. Lübak gibi, Rübak gibi de değil gibi… Beni tutan adam ona bakıp soru sorarcasına aynı kelimeyi tekrarladı. Zeyra da emin bir ses tonuyla o kelimeyle cevap verdi.
Ne dediklerini bilemem ama tek kelime üzerinden anlaşıp beni yere indirdiler. Ben ise seslerinin tonuna takılmıştım. Zeyra rica etmemişti. Emretmemişti. Adam da yumuşak bir ifadeyle konuşmuştu. Zeyra’yı sever gibi… Onu üzmek istemez gibi…
Tehlike duygusu bir anda terk etti bedenimi. Hayır, burada kimse kimseye zarar vermeyecekti.
Yere bırakıldığım an, sendelememeye çalışarak karşılarına dikildim. Olabildiğince sert bir bakışla hepsini süzdükten sonra Zeyra’ya döndüm. Bu kız bu kadar güzel miydi? Yoksa çok mu özlemiştim ben onu?
“Bedenini bir hafta benim evimde konumlandırmaya ne dersin? Aileni biraz daha anlatırdın bana… Ben de sana benimkileri anlatırdım.”
Öyle güzel gülümsedi ki sanırım bir kez daha oracıkta âşık oldum ona. Hem de her türlü garipliği ve anlaşılmazlığıyla.