Perşembe Bölüm 13

Perşembe Bölüm 13

İmkânsıza umut, ayakta kalmaya yardım ederken; gerçek olabilecek bir umut tehlikenin ta kendisiydi. Yok ederdi. Selen’den geriye tek bir parça bile kalmazdı.

Selen, Yiğit için önemli olduğuna inanamazdı. İnanıp, doğru olmamasıyla başa çıkamazdı.

“Rastlantı olduğuna eminim Ahmet Bey. Bir doktorun bu tür bir beklentiye sığınması çok acıklı. Artık başka uzmanlardan da görüş almamız gerektiğini düşünüyorum.”

İçi acıdı adamın. Gözüyle görmese…

“Ah kızım… Benim güzel kızım… İnanmaya gücün yok ama ben inanıyorum. Çünkü ben oğlumun duygu yoksunu bir adam olmadığına inanmak istiyorum.”

Dışarı çıkan doktorlara bakarken alaycıydı Selen. O da kocasının başka bir kadının kocası olmadığına inanmak istiyordu.

“İçeri girelim de Yiğit’e bir doz ezilip un ufak edilmiş Selen verelim o zaman. Doktorumuz da caz konserine gidebilsin.”

Alay, öfkeyi maskeledi. Derinde fokurdayan çılgın öfkeyi… Ardında bıraktıklarının bakışmalarını umursamadan odaya girip kapıyı kapattı.

Sabahki hengâmeden sonra ortam öyle sessizdi ki… Yiğit sanki huzur içinde uyuyormuş gibiydi. Yüz hatları yumuşak, solukları düzenliydi.

Ahmet Bey odaya geldiğinde, o gidene kadar hiç konuşmadı Selen. İçindeki kırıklık daha da yüzeye çıkmış, buna izin verdiği için kayınpederine gücenmişti.

O biliyordu. Ahmet Ünsal, her şeyin en yakın şahidi olmuştu. Ama neden Selen’i korusundu ki… Onu neden ateşe atmasındı ki… Doktorun söylediği yanlış bir çıkarımsa bile, denenmeliydi. Selen’i yıkma pahasına oğlunun safında olması normaldi.

“Seni de bırakayım mı eve?” diye bir girişimde bulundu adam. Belki yolda buzları biraz olsun eritebilirdi. Tosladığı ise çetin bir duvardı.

“Ben biraz daha buradayım. Siz huzurla evinize gidebilirsiniz.”

Bir an, yaşlanmış olduğunu hissetti adam… Gücü yoktu. Ne Selen’i yatıştırmaya, ne inandığı şeyi savunmaya… Eve gidip uyumak istiyordu. Uyuyup düşünmemek istiyordu. Melike’nin kollarında olmak istiyordu. Tenini tenine dayayıp, her şeyin düzeleceğini söylesin istiyordu. Yiğit elinde tavşanıyla odalarına dalsın, yatakta aralarına atlasın istiyordu. “Ben uyandım, siz de uyanın,” desin istiyordu. “O zaman hoşça kal kızım,” diyerek kapıya yürürken, ağlamak için eve gidene kadar dayanabilmeyi istiyordu.

Herkes gidip sesler duruluncaya kadar, kapıya yaslanıp yatakta yatan adamı seyretti Selen. Artık refakatçi değildi. Artık Yiğit’in karısı da değildi. Ama hiç kimse hiç değildi. O Selen Bircan idi. Geçmiş hayatından geriye kalanları bu hastane odasında temizleyip süpürecek, ardından yürüyüp gidecekti. Belki boşluğa, belki hiçliğe… Önemli değildi.

“…kocam burada olsaydı…”

Hayatını ayaklarının dibine serdiği bir adam için başka bir kadının bu kelimeyi sarf ediyor oluşuna şahit olmanın bu kadar acıtabileceğini bilmezdi.

“…kocam bu evin sahibi…”

Yaşadığı şokun etkisi, o ana kadar Yiğit’in ölebileceği korkusuyla emilmiş, şimdi katlanan bir şiddette Selen’i parçalamaya başlamıştı.

“…kocam…”

Bir avuç ay çekirdeği idi sanki. Günebakan bitkisinin meyvesi… Özenle ekimi yapılmış, toprağı gübrelenmiş, düzenli sulanmış, yeryüzüne armağan edilmişti. Her bir tanesine emek verilmiş, sevgi ve umutla yoğrulmuştu. Bakmayı bilen biri için, zenginlik, üretkenlik, yaşam vaat ediyordu. Yiğit’in avucunda, Zeyra adlı bir filmi izlerken çitlediğini bile fark etmediği bir çerez olup gitmişti.

“Zeyra’ya gidemediğin içindi, değil mi? O krizin benimle hiç ilgisi yoktu.”

Ayakları istemsizce yatağın kenarına götürdü kadını. Yiğit’i görmek istiyordu. Kendisini duymadığını biliyordu ama hayatındaki yabancılaşmada yitip gitmemek için onun yüzüne tutunmaya ihtiyacı vardı.

“Üzerime alınmadım, merak etme. Ya da aslında, merak et bence. Hep bununla beslenmedin mi yıllarca? Benim üzerime alınmalarımla… Dört sene boyunca tek bir nefesine kul oluşumu izledin, sonra gidip her ay o Perşembe günü Zeyra’ya karım mı dedin?”

Kaşları çatıldı birden. Gözlerini kapatıp hatırlamaya çalıştı…

“Sen benim için kimseye karım dedin mi? Hep Selen dedin. Selen Ünsal diyerek karın olduğumu anlamalarını sağladın. Ama beni kimseye karım diye tanıştırmadın!”

Ah bu çok ağırdı. Gittikçe de dozu artıyordu. Aldığı nefes göğsünde sıkışıp ciğerlerine ulaşamıyordu.

“Yargısız infaz yapmamaya çalışıyorum Yiğit. Ama inan bana, giderek imkânsıza dönüşüyorsun.”

Gözlerini yumup biraz toparlanmaya çalıştı.

“Nikâhımızın geçerliliğini araştırmam gerekecek mi?”

Şaka. Ama her şakanın özü gerçeğin ta kendisi değil midir?

Odada kalmaya dayanamayıp dışarı attı kendisini. Merdiven boşluğu, en korunaklı yerdi o anda. Basamaklara oturup yüzünü ellerine gömdü.

Neden yapsındı ki Yiğit bunu? Ne elde edecekti? Selen zaten onundu. Cüzdansız, kayıtsız, kütüksüz… Öl dese ölüyordu zaten, karısı olup da Yiğit’e kazandıracağı bir şey yoktu ki.

Mantıklı değildi. Bunu yapacak biri ancak bir ruh hastası olabilirdi. İşte buna da Selen’i kimse inandıramazdı.

Herkes aklını yitirmişse bile o ayaklarının üzerine basmalıydı. Ortada kocasına kocam diyen bir kadın vardı. Kocasının hayatının her ay bir perşembesine bu kadın sahipti. O kadın hala ortalarda olmasına rağmen, kocası kendisiyle birlikteydi. Diğerini seçmemişti. Onunla yaşamamıştı. Kadın da buna itiraz etmemişti. Etmediği belliydi çünkü çok büyük bir inançla, ‘kocam geldiğinde sana yardım eder’ demişti.

Kimse aklını yitirmemişse bile, Selen yakında yitirirdi. Ah o Günlük… Bütün cevaplar oradaydı. Ya da Yiğit’te…

Derin bir nefes alıp, savaşa giden cengâver ruhuyla odaya döndü.

Hiçbir değişiklik yoktu. Her şey aynıydı. Yiğit bedenindeki örselenmeyi tamir edebilmek için durmaksızın uyuyordu. Ama artık bu, korkutan bir uyku olmaktan uzaktı. İnsanın içini rahatlatıyordu.

Gözü, hasta dosyasının altından gözüne ilişen bilgisayara takıldı. Biri onu oraya koymuş olmalıydı. Uzun uzun baktı… Uzun uzun…

“Günlüğünü okumaya başlamıştım.”

Artık Yiğit’in kızması umurunda değildi. Artık Yiğit’ten korkmuyordu, çünkü onu kaybetmekten korkmuyordu. Bu yüzden önceki gibi, neden okuduğunu açıklamaya gerek duymadı.

“Zeyra’ya ihanet ettiğin bölüme kadar okudum ki bunu hala kabullenebilmiş değilim.”

Gülümsedi. “Bana ihanetini kabullenebiliyorum da, Zeyra’ya ihanetini kabullenemiyorum. Bu da psikolojik bir vaka tabii ki.”

Artık içinde ağlama isteği olmaması güzeldi. Kendisini tebrik etti.

“Kendimle ne kadar dalga geçersem, atlatmam o kadar kolay olur. Bu yüzden ben kendimle alay edebilirim. Ama sen, bunu yapabileceğini aklına bile getirme kocacığım. Ben izin verdiğim için suistimal edebildin sen beni. O güç bana ait, sana değil. O yüzden kendine pay çıkarma. Ben dalgamı geçeceğim ama sen bundan böyle bana saygıda kusur etmeyeceksin. Tıpkı dört sene benim sana yapmış olduğum gibi. Anlaştık mı?”

İtiraz gelse de gelmese de anlaşacaklardı. Artık Selen’in kuralları geçerliydi.

“Anlaşılmaz bir şekilde sevdim ben Zeyra’yı. Birbirinize çok benzediğiniz için olabilir mi? O da senin kadar kendine dönük yaşamış ilişkisinde. ‘Varsa var, yoksa yok. İstersen kal, istersen git. Beni bozmaz.’ demiş. Ne kadar tanıdık geliyor bir bilsen.”

Çatıldı kaşları. Bir şey çekmişti dikkatini. “Ama sen o zaman benim gibiymişsin. İlginç.”

Keşfettiği gerçek ilgisini çekmişti. Sandalyeyi yatağın yanına yerleştirip oturdu. Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını yatağın üzerine, Yiğit’in bacaklarına doğru uzattı. Parmaklarını oynatarak uçuk pembe ojelerini seyretti bir süre.

“Sen de benim gibi seviyormuşsun. Kendini adayarak…”

Üzüntüyle kocasına baktı.

“Biz aynıymışız. Seni Zeyra değiştirmiş. Sen de beni değiştirecektin neredeyse.”

Sandalyede iyice kaykılıp tavana dikti gözlerini.

“Zeyra ikimizin de hayatının içine etmiş, buna rağmen ikimiz de onu seviyoruz. Ben neden seviyorum onu da bilmiyorum ya… Sen sevdiğin içindir belki. Hayatın en anlaşılmaz kuralı olsa gerek bu. Sana değer vermeyene değer vermek. Eminim kızın umurunda bile değildir.”

Değildi tabii. Kocasının gelmeyeceğini söylediği anda hemen kabullenivermişti çünkü. Ne merak, ne kaş çatış, ne Selen’in kimliğini sorgulamak… Tek derdi babasıydı sanki. Ne babaymış bu.

Neydi hakikaten? Dokuz sene bir bankta baba mı beklenirdi? Kız ruh hastası falan mıydı? İyi de, öyle olsa, Yiğit de dokuz sene o babayı bekleyen bir kadını hayatında niye tutsundu ki?

Gözleri yeniden hasta dosyasının olduğu masaya kaydı. Bilgisayar gözüne batıp batıp duruyordu. Artık işin magazin boyutuna geçmiş olduğunun farkındaydı. Bildiğin, merak ediyordu.

Keşke görünmez olabilseydi. Şu sandalyeden kalkıp o masaya yürüse… Bilgisayarı açıp içine süzülse… Dokuz sene önceki Yiğit’in karşısına çıkıp, ‘Beni bekle, ben üzmem seni!’ dese… ‘Ben seni hak ettiğin gibi severim, hayatımın merkezine koyarım, dünyadaki tek erkek olmanın nasıl bir duygu olacağını öğretirim.’

Acaba Yiğit’in ilgisini çeker miydi bu? Zeyra dururken dönüp ona bakar mıydı? Gerginliğini görüp, ayaklarına masaj yapar mıydı? Parmakları sevgiyle tabanında, parmaklarının arasında dolaşır mıydı? En kutsal şeye dokunuyormuş gibi yumuşacık sever miydi?

Gözlerini yavaşça açtı. Mutluydu, sıcaktı, sevgiyle sarmalanmıştı. Yiğit yumuşacık bal gözleriyle ona bakıyordu. Ve eli, ayak parmaklarının arasında tanıdık bir dokunuşla dolaşıyordu.

Önce gülümsedi kocasına. Taparcasına. Seviyorum seni, diye bağırdı gözleri. Sonra rutin bir ses doldu bilincine. Kalp atışları… Monitör… Hastane… Kaza… Zeyra…

Boşaldı gözlerinin içi. Ayaklarına dokunan ele baktı. Sonra yeniden gözlere… Küçük şeylerle mutlu olmanın zamanı geçmişti. Onlar, seviliyor olma ihtimali varken yeterliydi. Şimdi gereksizdi.

Ayaklarını yavaşça çekti adamın ellerinden. İncitmemeye çalışarak. Hem bedenini, hem ruhunu… Elin enerjisi tükenmişçesine yatağa düşüşünü izledi. Gözlerin kapanışını… Aradaki bağı koparışını… Öyle, Yiğit’e bakakaldı Selen. Tamam, artık kabulü değildi. Ama bu da mı sevgi değildi?