Perşembe Bölüm 12
Kurallar, kaybedecek şeyi olmayan insanlar içindir.
‘Kızım hemen gelmen gerek, Yiğit kötüleşti, galiba onu kaybediyoruz.’
Selen trafikte hiçbir kurala uymadan hastane önüne kadar geldi. Arabayı nereye bıraktığını bile bilmiyordu. Koşarak içeri girerken kapıdaki görevli biraz da haftalardır onu görüyor olmanın aşinalığıyla üzüldü. Beti benzi atmış bu kadın, hastasından kötü haber almış olmalıydı.
O asansör yukarıya çıkmak bilmedi. Zaten Ahmet Bey’in telefonundan sonra hiçbir şey olması gerektiği gibi değildi. Korkuyla yerinden fırlamış, Zeyra’yı şaşkın bir şekilde arkasında bırakmış, anahtarı defalarca yere düşürdükten sonra kontağa sokabilmiş, tüm bu süre içerisinde de nefesini boğazının biraz gerisine ancak gönderebilmişti.
Hayır lütfen! Hayır lütfen! Lütfen!
Asansörün kapısını neredeyse yırtarak açıp koridorda koşarken gözleri odanın dışında duran Ahmet Bey’i yakaladı. Adamın yüzündeki perişan ifadeyle ayakları gücünü yitirip adımları kısaldı, ağırlaştı, imkânsızlaştı. Korku dolu bir baba, yumruğunu ağzına bastırmış, çığlığını zapt etmeye uğraşıyordu. Yüzü kıpkırmızı, gözleri kan çanağı gibiydi.
Selen korkuyla odanın kapısına baktı. İçeriden gelen telaşlı sesler, hala her şeyin bitmediği umudunu veriyordu. Birileri Yiğit için bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Birileri hala onu hayatta tutmaya çalışıyordu… Kendisi burada öylece dururken… Kendisi Yiğit için hiçbir şey yapamazken… Merakını ondan üstün tutup bu sabah yanında olmamışken…
“Benim yüzümden oldu.”
Anlamadan baktı kayınpederine. Adam bir yandan ağlıyor bir yandan günah çıkarıyordu.
“Tutamadım çenemi. Kopasıca dilimi tutamadım.”
Yapıştı adamın koluna, “Ne diyorsunuz siz? Ne oldu Yiğit’e?”
Hıçkırıkların arasında nefesini zor alan adamın konuşması mümkün değildi. Onu bırakıp odanın kapısına yöneldi Selen. Yapmaması gerektiğini biliyordu. Ama o yapmaması gerektiğini bildiği şeyler konusunda uzmandı. Kapıyı itip içeri girdi.
Yiğit’in yüzünü kapatan oksijen maskesi görüşünü bulanıklaştırırken, monitörden duyduğu çılgın tempo, filmlerdeki acil sahnelerin aşinalığıyla kulaklarına doldu. Böyle oluyordu onlarda da. Kalp ritmi geri plandan gerilimi artırıyor, doktorlar koşuşturuyor, kocaman uçlu iğneler bedenin bir yerlerine çakılır gibi saplanıyor, sonra göğse yaslanan iki metalle o beden yataktan havalandırılıyor… Ardından her şey yeniden başlıyor… Sonra da… Bir yerde bitiyordu…
Yiğit’in yanına o kadar kararlı ve sakin gitti ki, onun orada oluşu sahnenin normal bir süreci gibi algılanıp kimsenin dikkatini çekmedi. O kadar yoktu ki, kimse itiraz etmedi.
Yatağın başucundan Yiğit’in yüzüne uzanıp yanağını dayadı. Kulağına dokunan dudakları ‘Gitme,’ diye fısıldadı, sonra öpecekmiş gibi tenine dayalı kaldı. Gözleri kapandı, adamın kokusu içine nefes oldu, ikisi dışında her şey dünya üzerinden kayboldu.
Orada uyumuş da olabilirdi, ölmüş de. Bilmiyordu. Ne kadar zaman sonra düzgün bir ritim ve kendi nefesi dışında hiç ses duymadığını fark etti. Gözlerini açtı. Odadaki herkes durmuş, ona bakıyordu. Artık kimse koşmuyordu. Filmin gerilim sahnesi geçtiğinde yüzlere yerleşen rahatlama hâkim olmuştu hepsine.
Yerinde doğrulup Yiğit’e baktı. Sonra yeniden odadakilere.
“Odadan çıkmıyorum!”
Gerçi kimse çık dememişti ama… Bilsinlerdi.
Sonrasında daha da küçülerek varlığını iyice görünmez kılmaya çalıştı. Yatağın başında duran ayaklı serum askısından bir farkı yoktu kendisine göre. Serumun hortumu nasıl Yiğit’in koluna iliştirilmişse, onun eli de öyle Yiğit’in yanağına ilişmişti. O kadar. Serumdan besin damlıyordu Yiğit’in bedenine, Selen’den aşk.
Bir süre sonra hastabakıcı Yiğit’i tomografiye götürdüğünde, dışarı, kayınpederinin yanına gitti. Adam, rahatlamış ama bitmişti de. Omuzları çökük, ruhu darmadağınıktı. Dayandığı duvar onu daha fazla taşıyamamıştı belli ki, o da yere oturmuştu.
Selen de oturdu adamın yanına, yere. Sanki normali buydu. Sanki hastanelerde herkes koridorda yere otururdu.
“Ne oldu?”
“Karşında sana cevap veren biri olmadığında, sanki düşünür gibi konuşuyor insan. Ben de sohbet ederken aslında düşündüklerimi dile getirdim sanırım. Hastaneden çıktığında bir süre benimle kalmasının iyi olabileceğini söyledim. Selen gidecek gibi… dedim.”
Ah… Kendisi de öyle demiyor muydu zaten? Yiğit iyileşene kadar değil miydi kalışı?
“Demez olsaydım. Bir anda çıldırdı sanki. Odadaki her alet bağırıp çağırmaya başladı. Sesler… Göstergeler… Tanrım, korkunçtu. Yiğit’in bedeni yatakta sarsılıp durdu. Öylece donup kaldım odada. Dışarı nasıl çıktım bilmiyorum. Galiba hemşireler çıkardı.”
Hala aynı dehşeti yaşadığı belli olan adamın rengi bembeyazdı.
“Sonra seni aramak geldi aklıma. Onu bile nasıl becerdim bilmiyorum. Böyle işte…”
Uzanıp adamın elini tuttu Selen. O kadar yalnız görünüyordu ki… O kadar çaresiz… Evladının elinden kayıp gitmesine nasıl dayanırdı bir babanın yüreği?
“Üzülmeyin, Yiğit güçlüdür. Hepsini atlatacak.”
Kızın eline bir cankurtaran simidi gibi yapışan Ahmet, o heybetli patronundan öylesine uzaktı ki…
“Ben atlatabilecek miyim Selen? Öyle yalnız ve çaresiz hissediyorum ki kendimi… Keşke Melike hayatta olsaydı. O olmadan beceremedim ben babalığı. Yiğit’i başıboş bıraktım. Kayboldu gitti çocuğum on senede.”
Günlüğü okumaya başlamamış olsaydı, kayınpederinin ne demek istediğini anlaması mümkün olmazdı. Ama on sene önceki Yiğit’in nasıl biri olduğunu artık az çok biliyor gibiydi. Kendi Yiğit’inden ne kadar farklı olduğunu… Hayat ve duygu dolu olduğunu…
“Bir görseydin onu annesi hayattayken Selen…”
Ağlamak yakışır mı bir adama? Yakışıyordu işte. Bu adam çok sevgi dolu ağlıyordu.
“Haytanın tekiydi. Ne ailesini ne geleceğini düşünmez, sadece hayatın tadını çıkarmaya bakardı. Çocuktu eninde sonunda. Gel benimle çalış, derdim, daha gezeceğim derdi. Geleceğini kur derdim, kızlar beni bekliyor, derdi.”
Selen bile gülümsedi buna.
“Ama hepsi dilindeydi. Ne kızlarda kayboldu, ne gezip tozdu. Çünkü okulu bitirip eski evimize taşındığında bir şey oldu. Bilmiyorum ne oldu ama oldu. Benim ruhum bile duymadan yavaş yavaş çocuğumun ruhu kayboldu.”
Zeyra.
“Bir süre sonra gelip yanımda çalışacağını söylediğinde sevindim. Ama onun ne kadar değişmiş olduğunu anlayamadım. Görmek işime gelmedi belki de. Her şey yolundaymış gibi davrandım.”
Gözleri geçmişe dalıp gitmişti. Yalnız bir baba… Yalnız bir adam… Kaybettiği karısının boşluğunu işiyle doldurmaya çalışan üzgün bir koca…
“Bir şeylerin yanlış olduğunu ne zaman fark ettim biliyor musun Selen? Sen hayatımıza girince.”
Söylediği cümlenin kızı tedirgin ettiğini fark edip açıklamaya çalıştı. “Sen mükemmeldin. İnsan olarak… Sekreter olarak… Oğlumun kız arkadaşı olarak… Her şeyinle mükemmeldin. Gelinim olmandan onur duydum.” Her cümlesinden sevgisi taştı, Selen’e akıp sarmaladı.
“Ama benim coşkumun onda birini göremedim Yiğit’te.”
Yediği darbenin şiddetinden nefesi kesildi Selen’in. Sanki Ahmet Bey’in o cümlesi suratına sopayla vurulmuş gibi bir etki bıraktı üzerinde. Kızın dağıldığını gören adam üzüntüyle sarıldı ona.
“Söylemesem de sen hep bildin bunu be kızım.”
Bilmişti evet. Ama başkasından duymak farklıydı. Bir anda içinden taşan acıyı durduramadı. Hastabakıcı Yiğit’i yeniden odaya getirene kadar, dakikalarca adamın omzunda ağladı. Belki yılların sevgisiydi paylaşılan… Ve yılların acısı… İkisi de mutsuz… İkisi de yalnızdı.
Sedye odaya alınırken ayaklandılar. Selen yüzünü kurulayıp adama “Üzülmeyin,” dedi. “Yanlış bir şey söylememişsiniz sonuçta. Buradan çıktığında sizinle kalması en iyisi olur.”
Ahmet’in sarf ettiği tek bir cümle, belki de işin adını koymuştu. Artık Selen’in gitmesi, bir düşünce olmanın ötesine geçmiş, bir zamana bile sahip olmuştu. Bu hastanenin çıkışında, artık Selen ve Yiğit Ünsal yoktu.
Akşama kadar Yiğit’e bakmamaya çalışarak odada dolanıp durdu Selen. Başrol oyuncusu zaten Ahmet Ünsal idi. Oğlunun uyanık olduğu ender anlarda oradan buradan konu açıyor, ortamı yumuşak tutmaya uğraşıyordu. Doktorlar gelip gittikçe dışarıda bir süre ikisi de oynadıkları oyunu bırakıp derin sessizliklerinde dinleniyor, sonra yeniden içeri girip rollerine devam ediyorlardı.
Gün içinde Selen’in anlam veremediği şeyler de oldu. Odadan çıkmasının ardından kimi zaman bir hemşire onu içeri çağırıyor, sonra da dışarı gönderiyordu. Bazen belli bir süre boyunca odaya sadece Yiğit’in babası alınıyordu. Tam şamar oğlanına dönmüştü. Odadaki herkesin, ama en çok da hemşirelerin kendisine garip garip bakmasından bunaldığı bir anda, kayınpederinin yüzündeki gülümsemeye ilişti gözü.
Garip bir gülümsemeydi. Ve garip bir bakış… Şaşkın… Memnun…
“Bir şey mi kaçırıyorum?”
Bu kez gizemliydi adamın yüzü… ”Belki de hepimiz bir şey kaçırıyoruz.”
“Ahmet Bey…”
“Baba!”
Baba?
“Kovdum seni, artık sadece gelinimsin. Bu yüzden bana Bey diyemezsin.”
Boş gözlerle adama bakıp ciddi bir kaygıya kapıldı genç kadın. Daha sabah konuşulmuş bir şeyin üzerine böyle alay eder gibi davranması hiç hoşuna gitmemişti.
“Bir şeyleri kaçıran yine sadece benim galiba Ahmet Bey. Ve buna hiç şaşırmadık, öyle değil mi?”
Otuz iki dişiyle birden gülümseyen adam, “Doktorlar içeride bahse tutuştular biliyor musun?” diyerek Selen’in gerginliğiyle ilgilenmedi bile.
“Ne bahsi?”
Kafayı yemek demek bu kadar kolaydı çünkü Selen gerçekten artık ipin ucunu kaçırmıştı.
“Yiğit’in doktoru akşam kız arkadaşını caz konserine götürecekmiş.”
Ne?
“Diğer doktor, Yiğit için gece buraya gelmesi gerekebileceğini söyledi. Hani yine kriz geçirirse diye…”
Ağzı bir karış açık kalan kadın, rüyada olduğunu sandı bir an. Ya da kâbusta.
“Bizim doktor da, ilacı buldum ben, bir daha kriz falan olmayacak, dedi.”
Bu biraz mantığa sığmıştı işte. Yiğit’in değerlerinin belli bir tutarlılığa sahip olması, düzelmeyi işaret ederdi.
“Tamam da bunun konserle ne alakası var Ahmet Bey?”
Gerçekten birazdan çığlık atabilirdi. Her şey çok saçmaydı. Çok can sıkıcı… Çok üzücü…
Selen üzgündü. Selen ağlamak istiyordu. Selen’in dünyası yıkılıyordu ya! Selen bu hastaneden canından ayrı düşerek ayrılacaktı. O bir yere, canı başka yere gidecekti. Yiğit’i bir daha hiç görmeyecekti.
O daha bunun yasını tutamadan caz konseri üzerine bir konuşma içerisinde olmanın ne anlamı vardı?
Kızın ağlamak üzere olduğunu anlayan Ahmet, elini uzatıp yüzünü okşadı, gözlerinin içine gülümsedi.
“Yiğit’in ilacı senmişsin Selen.”
Akmak üzere olan damlalar, göz pınarlarında duruldu. Kayınpederinin gözlerindeki ışıltı mutluluk gibiydi.
“Onun dengesi sadece sen yanında olmadığında bozuluyor kızım. Sen odaya girince, her şey olması gereken düzeye geliyor. Gözümle gördüm, inan.”
Şaka.
“Seni dışarı gönderdiklerinde, aile ziyaretini durduralım, dedi doktor. Bizimkinin nabzı tavana vurdu. Sonra, eşi yanında kalsın ama dedi, seni çağırdılar içeri, bizimki sakinleşti.”
Şaka.
“Adam başından beri farkındaymış bunun. Sabahki krizde sen gidip sarılmışsın, süt liman olmuş ortalık. Krize de neyin sebep olduğunu biz biliyoruz, öyle değil mi?”