Perşembe Bölüm 14
Hayata farklı bakış açılarına en güzel örnek hastaneler olmalı. Dilin hareket kabiliyetindeki sorun ile sağ kol ve bacaktaki felci bir doktordan başka kim gülümseyerek müjdelerdi ki karşısındakine? Hasta ve yakınları için kâbus olan bu durum, doktorlar için karşılaşılabilecek en olumlu tabloydu.
Yiğit bir süre konuşma sıkıntısı çekecekti çünkü beynin konuşma merkezi etkilenmişti. Sağ tarafa hükmeden felç ise ödemin bir sonucuydu. Her ikisinin de hızla iyileşmesi için Yiğit’in çaba göstermesi yeterli olacaktı.
Ahmet Ünsal mutluydu. Oğlu hayattaydı. En çok bir sene içinde de sağlığına tamamen kavuşmuş olacaktı. O halde, hayat yaşanmaya değerdi. Gülümsemeli, her şeye olumlu yönden bakılmalıydı.
Selen, Ahmet Bey’in coşkulu varlığı yanında bir sekreter ya da hemşireden fazlası değildi. Kibardı. Gülümsüyordu. Yiğit’in bütün ihtiyaçlarını gözetiyor, kolluyordu. Daha fazlasını oynayıp riyakârlık yapmak istemiyordu.
Kendi ihtiyaçlarını dört senedir olduğu gibi yine geri plana itmişti. Ama onu rahatsız eden bu değildi. Başa çıkamadığı şey başkaydı.
Zeyra’yı öğrenmiş olmak, gitmek için yeterliydi ama hissetmeye engel olamıyordu. Bunu, Yiğit’in gözleri açıldığında anlamıştı. Çünkü onun olduğu yöne bakmak, kalbinin hala küt küt atması demekti. Yanında oturmak, tüylerinin diken diken olması için yeterliydi. Gözlerinin karşılaşması, bir bal küpünde boğulup gitmekti. Sırtındaki yastığı düzeltmek, eskiden yanına kıvrılıvermekse, şimdi bunun sadece hayalini kurabilmekti.
Hastanede geçirdikleri süre, bir anlamda Yiğit ile vedalaşma oluyordu. Yiğit Ünsal’ın karım olmayan karısı, alışık olduğu ve isteyerek köleleştiği o yaşamdan son kareleri çalıyordu. Bu yüzden biraz buruk, biraz soluk, ne yaşarsa dağarcığına atıyordu. Selen Bircan kendi yoluna gittiğinde, Selen Ünsal’ın sahip olduğu kırıntılara bile özlem duyacaktı.
Yiğit?
O Selen’i seyrediyordu. Kibarlığını, uzaklığını, varken yokluğunu, derinlere saklamaya çalıştığı heyecanını, yanına yaklaştıkça kalbinin çıktığı koşuyu, gözlerine iliştiğinde sarhoş olan ruhunu…
Yiğit Selen’in gitme kararını sezmiş olmalıydı. Hatta uyuduğunu sandığı anlarda söylediklerini duymuş bile olabilirdi.
Ama konuşma sıkıntısı olmasaydı da ‘Neden?’ demeyecekti. ‘Gitme,’ de demeyecekti. Bunlar yerine, ‘Ne istiyorsan onu yap’ bile demeden arkasını dönüp gitmeleri vardı Yiğit’in. Öyle ki, Selen, gitmeye karar verenin kim olduğundan şüpheye düşecekti.
Bu o kadar Yiğit Ünsal’a özgü bir davranış biçimiydi ki, kocasının üzerinden kayan pikeyi düzeltirken bileği bir el tarafından tutulduğunda, Selen bunun ne olduğunu algılayamadı. Yiğit’in eli. Sol eli. Nazikçe ama bırakmayacak gibi tutuvermişti Selen’i.
Dört senenin bütün dokunuşları geçti o an gözlerinin önünden. Kalbi hepsi için bir kez daha dans etti. Nefesi tekrar tekrar kesildi. Her birini tek tek özledi.
Ama bu dokunuş onlardan farklıydı. Yiğit’in Selen’e ilk gelişiydi bu. Ve ondan ilk talebi…
Bir şey söylemek istiyordu adam, Selen bunun ne olduğunu anlamıyordu. Yiğit anlatamadığı için değildi ama. İlişki tanımlarında böyle bir cümle olmadığı içindi.
Tuttuğu bileği çekti adam. Kadını biraz daha yaklaştırdı kendisine. Eskiden olsa, onu öptüğü mesafe… Başını omzuna yasladığı, kucağına kuruluverdiği mesafe… Birbirinin bedenini ezbere bilen insanların alışık olduğu mesafe…
Şimdi ise bir daha asla o kadar yakın olunmayacaktı. Zeyra’dan sonra kavuşmaların da önemi kalmamıştı. O yüzden, gözlerini hapsetmesine izin vermeden kirpiklerinin ardına sakladı kendini.
“Ben gitmeden yatağını düz konuma getirelim mi? Hemşirelerden istemek zorunda kalma.” diye kaçak güreştiğinde sesi kendi kulağına bile çok riyakâr geldi.
Bal gözlerin içi boşaldı, donuklaştı. Adam kadının bileğini bırakıp çok büyük bir güç harcayarak yatağın yanındaki düğmeye bastı. Yatak düz konuma gelene kadar da gözlerini karısından ayırmadı.
Bunun için sana ihtiyacım yok.
Sonra… Kapandı gözler. İşte bu kadardı. Basit bir hareket ve Selen kendisini evin kapısına konmuş bir sokak çocuğu gibi hissediverdi.
Hastaneden çıkıp arabasına binerken durmaksızın ağlıyordu. Dört yıl boyunca âşık olduğu adamın kendisine atacağı tek bir adım için ölürdü… O adım, hiç kıymeti kalmadığında gelmiş, Selen, nedenini bile soramamıştı.
Her şey canını yakıyordu. Ne kadar özlemişti kocasını… Ona dokunmayı, ona sarılmayı… Öpmeyi, içine almayı… Onun gözlerinde, ellerinde, dudaklarında var olmayı… Bunları bir daha hiç yapamayacaktı. Adı konsa da konmasa da Yiğit ve Selen ayrılmışlardı.
Zaten adını da Zeyra koymuştu.
Zeyra… Hasmı. Dostu. İmrendiği, kıskandığı…
Bir kahkaha fırladı dudaklarından. Acı dolu… Yiğit kendisine değer vermemişti, Zeyra’nın ise Selen’den haberi bile yoktu. Ama Selen, ikisini de önemsiyordu.
‘Bana kendini hatırlat Zeyra! Sesini hiç eksik etme zihnimden. Öfkemi canlı tut. Yerimi göster bana. Yoksa koşa koşa dönüp sarılacağım o adama.’
Gece yalnız, gece zulümdü. Gözyaşı o geceki sevgilisiydi. Yine de sabah olup hastaneye giderken içinde hissettiği heyecan çok acıklıydı. Ne kadar gizlemeye çalışsa da o, erkeğine kavuşmak için sabırsızlanan âşık bir kadındı.
Ahmet Bey kendisinden önce geldiğinden, suskun kalma lüksüne sahip olmak çok güzeldi. Hemşirelerin odaya giriş ve çıkışlarında hepsine gülümsüyor, bir pandomim sanatçısının özeniyle hasta eşini sergiliyordu.
Diğer günlerden farklı olarak Yiğit’in gözlerini üzerinde hissedemediğini ne zaman fark ettiğini bilemedi. Enerjisi hızla düşüp tükendiğinde belki… Ya da teni parlamaktan vazgeçtiğinde… Saçları canlılığını yitirip pörsümüş yığınlar şeklinde omzuna düştüğünde…
Bir anda olmuştu. Yiğit bir anda Selen’e bakmaktan vazgeçmişti. Onun gözleriyle birlikte Selen’in ruhu da bedeninden çekilip gitmişti.
Duvara yaslanıp baba oğulu seyretti bir süre. Günlük gazeteyi eline almış, haberlerden başlıklar okuyordu Ahmet Bey. Hastayı hayatın içinde tutmak için iyi bir taktikti. Tabi hasta bunu istiyorsa…
Yiğit’in babasının söyledikleriyle ilgilendiğini sanmıyordu. Gözleri tavana sabitlenmiş, kendi düşüncelerine bakıyordu. İlk defa Yiğit’in üzerindeki mutsuzluğun farkına vardı Selen. Yıllardır aldırmazlık diye yaftaladığı duygu gerçekte bu olabilir miydi?
“Bugün adalet yürüyüşünün beşinci günü. 15 Haziran’da Ankara’dan başladılar yürümeye. 100 kilometre tamamlanır bu akşam. Bir aya yakın sürecek her halde İstanbul’a ulaşmaları.” Çevirdi sayfaları… Bahsedecek güzel bir haber arıyordu, yoktu… Çok uzun süredir hiç güzel haber yoktu.
Monitörden gelen ritmin bozulması ansızın oldu. O ana kadar rutin bir tempoya sahipken, vuruşlar bir anda hızlandı. Selen de Ahmet de yerlerinde dona kaldılar. Yiğit hala tavana bakıyordu. Ama artık sıtmaya tutulmuşçasına titriyordu.
Hemşireye bağırdı Ahmet Bey. Selen kelimesiz kaldı. Beyaz önlükler koştu odaya, Yiğit önlüklerden görünmez oldu.
Kâbustu. Gözlerde korku, duvarın kenarına sinmişlerdi. Hasta olmak başkaydı, kriz anı başka… Hastaya bakılırdı. Ona çorba yapılır, nane limon içirilir, yatakta tutulurdu. Kriz ise bitişlere gebeydi. Bir an varken diğer an sevdiğin gidebilirdi.
“O gün de böyle olmuştu işte.” Adam şoka girmişti. “Senin gideceğini söylediğim için olduğunu sanmıştım.”
Selen buna ihtimal bile vermemişti ki zaten.
‘Yalancı.’
“Adalet Yürüyüşü nasıl tetiklemiş olabilir ki Yiğit’i?”
Adalet Yürüyüşü… 15 Haziran… Beşinci gün… Üçüncü Perşembe… Zeyra…
İsterik bir kahkaha fırladı ağzından. İlk krizin sebebini bilmiyorlardıysa da, bu krizinkini Selen kesinlikle biliyordu. Yiğit tarihin farkına varmıştı. Bir aydan fazla süredir hastanede olduğunu, Haziran ayının üçüncü perşembesini kaçırdığını anlamıştı.
Ne yapacağını bilmeden yaslandığı duvardan doğrulup sakin olmasına çalıştığı adımlarla yatağa yürüdü. Bir süre doktorları seyredip karar vermeye çalıştı. Kaybedilecek bir şey var mıydı? Kayıpların hepsi zaten verilmemiş miydi?
Yatağın başucuna gidip serum askısının yanındaki yerini aldı. Yiğit’in kulağına eğilip fısıldadı.
“Perşembe günü gittim ben parka.”
Bekledi. Tıpkı geçen sefer olduğu gibi, seslerin durulmasını, koşturmacanın bitmesini umdu. Ama değişen bir şey olmadı.
Duymamış mıydı? Sarsılarak titreyen beden, ‘Ölüm işte bu kadar yakında,’ diyor gibiydi. ‘Hiçbir şey yapamazsın. Sevdiğini alır giderim, ardından bile koşamazsın.’
Korku kendisini felç etmeden Yiğit’e ulaşmalıydı.
“Hastanede benim hastama yardımcı olduğun için gelemediğini, haber vermek için beni gönderdiğini söyledim ona.”
Azalmadı ses. Durulmadı titreme. Neden o kadar emin olmuştu ki Zeyra’yı söylerse her şeyin düzeleceğine? Ahmet Bey’e baktı. Adam, duvar kenarına sinmiş, umutla kendisini izliyordu. Sanki Selen sihirli değneğini sallayacak ve Yiğit eski haline dönüverecekti.
“Tamam, dedi. Babamı bekler, giderim, dedi.”
Olmuyordu işte, görmüyorlar mıydı? Selen işe yaramıyordu. Selen Yiğit’in ilacı falan değildi. Selen karım değildi. Eğer Yiğit ölürse, Selen hiçbir şey değildi.
Korku boğazını sıkıp olduğu yere yığılmasına neden olmadan az önce eğilip dayandı Yiğit’in yanağına. Dudakları dokundu tenine. Öper gibi, okşar gibi bekledi bir süre. Artık elinde hiçbir kozu yoktu. Sadece yalvarabilirdi.
“Lütfen gitme! Lütfen!”
İsteğine kavuşmak için pervasızca ortalığı birbirine katan bir çocuk şımarıklığında bir anda sakinleşti adam. Bedeni sarsılmayı bıraktı, yavaşça teslim oldu. Yirmi metrekare içerisindeki her şey de onunla birlikte duruldu. Sesler azaldı, koşturmaca bitti.
Ama Selen tükenmişti. Yiğit’i kaybetme ihtimali darmadağın etmişti kadını. Sevdiğini kendisine nefes yapıp, içinde biriken bütün yaşları akıttı yaslandığı bedene. Yılları ağladı. Ezikliğini, çaresizliğini taşırdı gözlerinden. Ahmet Bey’in yanına gelip, onu uzaklaştırmaya çalıştığını hayal meyal fark etti. Yerinden doğrulup yürümeye yeltendi ama bileğine sımsıkı yapışan el buna izin vermedi.
Hıçkırıkları bıçak gibi kesilen kadın şaşkındı. Bedenine dokunan tenin tadını çıkardı.
Ahmet ise oğlunun elini gelininin bileğinde gördüğü anda tüm cevaplara kavuşmuşçasına parıldadı.
“Seni yanında istiyor!”
Boş gözlerle kayınpederinin sözlerine anlam yüklemeye çalıştı. Doktorlardan bir itiraz görebilmek için tek tek yüzlerine baktı. Cazcı doktor bilmiş bilmiş sırıtıyordu. Hemşireler akşama kadar konuşacak konu bulmanın keyfiyle gevremişlerdi.
Hala tavana bakan adamın gözlerini görmek için her şeyi vereceğini düşünürken, bir anda hapsoldu bal renklerine. Genellikle iş hayatında görmeye alışık olduğu bir bakış vardı içlerinde. Meydan okumaydı. ‘Sıkıysa git,’ diyordu. ‘Sıkıysa uzaklaştırın bu kadını benden.’
Saçmaydı. Çok saçmaydı. O hiç bu filmin başrolünü oynamamıştı. Replikleri bilmiyordu. Ama mizansen tanıdıktı. Adam kadını çeker, kadın adamın yanına uzanır, sokulurdu.
Adam kadını çekti. Kadın onları izleyenleri fark bile etmedi. Yatağa oturdu. Başını adamın omzuna yakın yerde yastığa koydu. Ayaklarını yukarı kaldırıp yatağa yerleşti. Sokuldu.
Bileğindeki el hareket edip parmaklarına ulaştı. Parmaklar birbiri içine geçip diğerine dolandı. Bir daha hiç bırakılmayacakmış gibi hapsoldu.
Mahreme şahit olmanın şartlanmışlığı ile çıktı odadan doktorlar. Ahmet Ünsal, çok kısa bir an izledi sevdiği iki insanı. Yüreğinin bu kadar heyecanı kaldıramayacağından korkup, ses çıkarmadan o da terk etti odayı.
Biraz eve gidip uyumalıydı. Melike’nin hatıralarındaki kokusuna sarılmalıydı. Yiğit’in emin ellerde olduğunu fısıldayan sesini dinlemeliydi. Tek başına her şey çok zordu. Tek başına, nefes bile alınmıyordu.