Seksi Numara Bölüm 7
Restoran
Beni götürdüğü yer, Mert ile defalarca geldiğim şık ve pahalı bir restorandı. İnsan bu tip bir yere acıktım, şurada karnımı doyurayım diye gelmezdi. Sanırım bana hava atıyordu.
Buraya kadar taksiyle gelmiştik ve yol boyu dışarıyı seyretmek dışında bir şey yapmamıştım. Önceden rezervasyon yaptırmış olmalıydı, doğrudan içerideki masaya alındık çünkü. Masaya oturmadan önce ortamı gözden geçirdim. Şaşaanın dorukları burada insanın gözüne gözüne sokuluyordu. Garsonlar bile bakımlıydı. Son kez geldiğimde burada olan kokoş kadınlar, tiridine bandım erkekler sanki masalarından hiç ayrılmamışlardı. Neyse ki tanıdığım kimse yoktu.
Burası hiç bana göre bir yer değildi. Ben doğal olmayı severdim. Sağ masa ne der, sol masa ayıplar mı diye düşünerek yemek yiyemezdim. Bunların arasında insanın kahkaha atası bile gelmezdi.
Masaya oturdum. Bu restoran Erhan’ın puan hanesinde eksilere epey bir sayı yazdırmıştı. Bakalım beyefendi ne kadar buraya aitti. Hareketlerinden anlardım. Eğer buraya aitse, ben ona ait olamazdım. Eğer buraya ait değilse, olmadığı biri gibi davranmaya çalışıp gözümü boyamak istiyordu ki bu daha fenaydı.
Bir hamburgerci… Doğallığına kurban olduğumun fast food’u… Bir alışveriş merkezi restoranı… Bir sokak köftecisi… Ben oraların adamıydım. Onlar sana ‘Hm, o kıyafetin altına bu ayakkabı olmamış.’ diye bakmazlardı. Bir kıyafetin ve ayakkabın olması oralarda yeterliydi. Buradaysa tepemdeki kıl garson bile sanki çantamın, yavruağzı rengine uyumunu eleştiriyordu. Canım sıkıldı. Burada olmak istemiyordum.
Erhan rahattı. Eğreti kalmamıştı. Ne yaptığını, ne istediğini biliyordu. Bunu gözlerindeki kendinden emin bakıştan anlayabiliyordum. Yine de bunların Erhan ile olan ilk randevumu bozmasına izin vermemeye kararlıydım. Eski eskide kalmıştı, Erhan ise taptaze bir soluktu.
Kaçamak bakışlarla onu izliyordum. Takımını üzerinde bu kadar rahat taşıması, bu şekilde giyinmeye alışık olduğunu gösteriyordu. Takım elbiseli ciddi adamlar hoşuma giderdi. Daha doğrusu iş hayatının sorumluluğunu üzerine almış erkekler hoşuma giderdi. Mert’in şapşal çocuksuluğundan çok daha iyiydi.
Masa biz sipariş vermeden donatıldı. Yemeğimiz gelene kadar ellerimizi nereye koyacağımızı bilemezsek diye tadımlık mezeler yardımımıza koştu. Yemekten önce bir şey içmek ister miydim? Hayır. Benim ellerimi oyalamak için herhangi bir şeye ihtiyacım yok ki. Onları nereye koymak istediğimden adım kadar emindim. Erhan’ın bedeniydi bu. Ellerim onun üzerinde olsun istiyordum. Masanın üzerinden uzanıp onun boynuna başımı gömmeyi ve kokusunu içime nefes diye çekmeyi istiyordum. Yeni tıraş olmuş yüzüne yanaklarımla sürtünmek istiyordum. Burnumla yüzündeki her noktaya dokunmak, bu sırada nefesimi almak istiyordum. Dudaklarım bütün yüzünde geziye çıksın, öpüp yalasın istiyordum. Ben bu adama dokunmak ve tatmak istiyordum.
Gözlerimi yakaladığı an, içlerinde bir pırıltı gördüm. Benim heyecanıma, mutluluğuma gülümsüyordu. Ama bir şey daha vardı, adını koyamadım önce. Sonra onun eğlendiğini fark ettim. Sinsi bir eğlenceydi bu ve eğlence konusu da bendim. Etrafımdaki tüm sesler yavaşça silindi kulaklarımdan. Görüntüler bulanıklaştı, Erhan’ın yüzü netleşti. Dudaklarının kenarındaki kuytuya saklanmış o gizli gülümseme açığa çıktı. Baktıkça daha fazlasını görüyordum. Beni buraya özellikle getirmişti. Onun hayatına hiçbir şekilde ait olamayacağımı göstermek için… Canım acıdı.
Menüye bakmak ister miydim? Ama orada yazılanlara yabancı olacağımdan emindi. Ev sahibiydi o, bense misafiri. O beni getirdiği için bu dünyaya adım atabilmiştim. O, bildiği tanıdığı menüden bana uygun yemeği seçerdi, benim çaba harcayıp zor durumda kalmama izin vermeyecekti. Ne kadar yüce gönüllü bir erkekti, değil mi? Kendisini gerçekten de öyle hissettiğine emindim.
Pretty Woman(*) filminden sahne çalıyorduk sanki. Ama yaşananlar oradaki fahişenin gerçekten sikinde değildi, adamın da kıza hayatında girebileceği yeri işaretlemek gibi bir derdi yoktu. Bu yüzden ikisi de çok doğaldı. Biz ise o filme göre çok komiktik. Karşımdaki adam bana sınırlarını çizme derdine o kadar düşmüştü ki benim buraya ondan daha fazla ait olduğumun farkına bile varamıyordu. Bırakıp çıktığım evi görseydi acaba bu kadar kendinden emin olabilir miydi? Ben, ruhum riyakârlığa dayanamadığı için tercihimi Burger’dan yana yapmıştım. Şimdiyse bu riyakârlık Erhan tarafından bana dayatılıyordu.
Bana orta pişmiş mantar soslu bonfileyi uygun buldu. Yanına kırmızı şarap. Marka tercihini yaparken, içimden Cabernet Sauvignon diye geçirdim. En çok bu yakışırdı o ete. Onun ağzından da aynısını duymak sevindirmedi beni. Hayır, her doğru hareketi sinirlendiriyordu çünkü uzaklaşıyordum Erhan’dan. Lanet olsun! Hayal kırıklığı giderek nefesimi tatsızlaştırıp içimdeki renkleri soldurdu.
Onunla farklı olmasını dilemiştim. Telefonda seks yaparken olduğumuz kadar doğal olmak yetecekti bana. Ama hangi ilişki bunu başarabiliyor ki?
Erhan’ın amacını anlamak içimdeki bütün coşkuyu yok ettiğinden, yüzüme anlamsız bir gülümseme kondurup oynadığı oyunu izlemeye başladım. Bana bakarken hala eğleniyor olmasından, kendimi burada eğreti hissettiğimi düşündüğünü anlıyordum. Kendince ilk hamlesinde başarılı olmuştu. Bu yüzden oyunun devamına geçerken rahattı.
“Bana biraz kendinden bahsetsene Melis, merak ediyorum seni.”
Bana gösterdiği bu dünyaya bir giriş bileti aradığımdan emin, kendimi pazarlayacağımı düşünüyordu. Erhan ile ilgili beklentim kafa üstü yere çakıldığına göre, artık kaybedeceğim bir şey de yoktu. En keyifli anlarım, kaybetmekten korkmadığım anlarımdır. Bu yemekten zevk almak istiyordum. Bu restoranın bonfilesi bir harikadır çünkü. O halde, ortamı kendi hoşlanacağım hale çevirmem yetecekti. Yüzüme yerleşen gülümsemeyle masum bir sohbetin pimini çektim.
“Benimle ilgili anlatacak şey yok sayılır. Yirmi altı yaşındayım. Ailem yok, yalnız yaşıyorum. Hayattan en büyük beklentim de dünya barışı. Ama sen benden daha engin bir hayata aitsin. Lütfen söyle, ne yapar Erhan bütün bir gün ve gece boyunca?”
Bir süre söylediklerimin altında bir şey olup olmadığını anlamaya çalıştığına bahse girebilirdim. Ama ne düşündüyse rahatladı ve kendisinden bahsetmeye başladı. Otuz dört yaşındaymış. Ailesi hayattaymış. İki erkek bir kız kardeşi varmış, en büyükleri Erhan’mış. Annesi dünya tatlısı bir kadınmış. Her gidişinde ona evleneceği bir kız gösterip duruyormuş.
Canım. Sen bu kategoriye girmediğin için sana bunları rahatlıkla anlatıyorum demek istedi bununla. Aramızdaki sınırı sadece ben koymuyorum elbette. Şimdi de o, kendi sınırını belirliyordu. Evlenme fikrini aklından çıkar mesajını aldım bebeğim. Aklıma geleceğini nereden çıkardıysan…
Bir kez evlenmiş. Kız biyologmuş. Üniversitede akademik kariyerine odaklanmış. Çocuk istememiş. Erhan da haliyle böyle bir ilişkiyi sürdürememiş. Mesaj iki. Standartlar çok yüksek. Eğitim şart. Üniversite diplomasından aşağısı kurtarmıyor. Evlenilecek kadın için ön şart diploma ama yatılacaklarda diploma aranmıyor. O yüzden ben rahat olabilirim.
Şeytan diyor ki… Ama ben şeytanı dinlemiyorum biliyorsunuz.
Otel inşaatıyla uğraşıyormuş. Çalıştığı şirket büyük bir şirketmiş ama adı herhalde sır olmalı ki bu bilgiyi özellikle es geçti. Nerelerdeydi bu inşaatlar? Şehir dışına o yüzden mi çıkmıştı? Gittiğinde ne kadar kalıyordu? Projenin sorumluluğu tamamen onda mıydı? Şirket çok mu büyüktü? Oteller kaç yıldızlı olacaktı? İşletmesinde yer alıyorlar mıydı? Tüm bu soruları araya sıkıştırıp cevaplarını büyük bir ilgiyle dinledim. Arada gözlerimi kocaman kocaman açıp kırpıştırdım. Erhan’ın ne kadar da büyük bir adam olduğunu düşünen ufak beynim masada her cümlede yaltaklanıp durdu.
Kendimi tam bir fino köpeğine dönüştürmüşken Erhan sustu. Bana bakıp içinde uyanan duygunun adını koymaya uğraşıyordu. Dalga geçtiğimi anlayamıyor ama kendisini huzurlu da hissedemiyordu.
“Sen bir yerde çalışıyor musun?”
Sorusu bile eğretiydi. Tele ile başlayan her türlü cevabı duymaya hazırdı. Telekız, telebar, teleseks, televole, teletubbie…
“Evet, bir şirkette sekreterlik yapıyorum.”
Gözlerinde kahkahalar vardı. Masanın üzerinde bacaklarımı açtığım bir işte çalıştığıma emindi. Canım çok acıyordu. Ama gerçeği kendime saklamak da benim intikamımdı.
“İşten ayrılırsan sana iş bulabilirim. Rahatlıkla beni arayabilirsin.”
Ah Erhan. Sen benim çalıştığım pozisyonun yanına bile yaklaşamazsın. Üç dil bilen, işletme lisansı üzerine iktisat dalında yüksek lisans yapmış, iki yıl Porlas Holding CEO’sunun asistanı olmuş birisine sen ne iş bulabilirsin ki?
Ne o? Yakıştıramadınız mı?
Adam bana âşık olunca ayrıldım işten. Boyum kadar iki çocuğu, şirketin sahibi olan cadaloz bir karısı varken benimle evlenmek için her şeyi bırakacağını söyleyen bir adamdan kurtulabilmek için gözümü bile kırpmadan istifayı bastım. Adam benim kayınpederimin arkadaşıydı! Tezimi verdikten sonra iki sene boyunca babam gibi gördüğüm bu adamın asistanı olmuştum. İşimi seviyordum, kendimle gurur duyuyordum. Yaklaşan felaketi anlayamayacak kadar saftım.
Öyle bir yıkımdı ki onun teklifi, sadece işten ayrılmakla kalmayıp, uyduruk bir şirkette en alt seviyede sekreterliğe başvurmuştum. Kimsenin bir şeysi olmak istemiyordum. Paraya ihtiyacım yoktu. Ailemden yeterince para kalmıştı bana. Boşandığımda da talep etmediğim bir nafaka bağlanmıştı. Hiçbirine dokunmuyordum. Çalışarak kazandığım para bana yetiyordu.
Ama Erhan için ben, masada birilerine bacaklarını açan bir sekreterdim. Neden bozuluyordum ki buna? Böyle düşünmesi normaldi. Sonuçta benimle seks yapmaları için telefonumu sokaklara dağıtıp adam bekleyen bendim. Erhan’ı suçlamanın bir anlamı yoktu.
“Teşekkür ederim. İş değiştirmeyi düşünmüyorum.”
Kaşları çatıldı. Düşünceleri için bir aylık maaşımı verebilirdim. Asgari ücret, o düşüncelere fazlasıyla yeterdi.
“Daha düzgün bir şeyler yapmak istemez misin? O kadar kazanmayabilirsin ama en azından doğru dürüst bir işin olur.”
Ne diyordu bu adam?
“Ben de destek olurum sana. Eksiğin kalmaz.”
Sadece sustum. Susuşumu, onun metresi olup olmamayı düşünüyorum olarak almış olmalı.
“Bak ben belirli ortamlarda bulunmak zorunda olan bir adamım. Seninle ilişkimiz olursa senin de yanımda olmanı isterim. Ama bunun için hayatındaki bazı şeyleri değiştirmek ve bana uyum sağlamak zorundasın.”
Elveda Erhan. Senin için çok güzel şeyler düşünmüştüm oysaki…
“Teklifin için teşekkür ederim ama ben halimden çok memnunum.”
Sinirlendi. Çok sinirlendi. Gözlerinin buz gibi oluşundan ve daha koyu olamaz dediğim an bir cehenneme dönüşmesinden anlamıştım kendisini ne kadar zor tuttuğunu.
“Bu şartlarda benim hayatıma uyamazsın Melis. Benimle olmak istiyor musun istemiyor musun?”
Gülümsedim. “İstemiyorum, teşekkür ederim.”
Elindeki peçeteyi un ufak edebilirdi tahminimce. Ama benim gibi peçete de onu şaşırtarak baskıya uyum sağlıyor, parçalanmayı reddediyordu.
“Neyi reddettiğini biliyor musun?”
Gözlerim bir anda parladı. “Sen kime ne teklif ettiğini biliyor musun?”
Masada karşılıklı olarak birbirimize alev topları gönderirken, yanı başımda bir ses duydum.
“Melis?”
Bakışlarımı zorlukla Erhan’dan ayırıp sesin sahibine baktım. “Yıldırım?”
Gözlerimin içine yerleşen mutluluk pırıltılarıyla bir anda seneler öncesine, çocukluğuma gidip on yedi yaşıma döndüm. O Melis, Yıldırım Arkoç’u gördüğü her yerde kalbinin içine alırdı. Yıllar sonra bu Melis de öyle yaptı, yerimden kalktım ve canım çocukluğuma sımsıkı sarıldım. Dakikalar boyu gözyaşlarım yanaklarımdan mutlulukla akarken, yılların alaycılığı yüzümden gitmiş, yerine heyecanlı şaşkın bir genç kız gelmişti.
Yıldırım’dan ayrılmayı başarabildiğimde masada bir hareket hissederek başımı Erhan’a çevirdim. Ayağa kalkmış, aşağılayan nefret dolu gözlerini bana dikmişti. Tek kaşımı kaldırıp tepkisinin anlamsızlığını belli etmek istedim, boşaydı. Masanın üzerine yemeğin bedelini aşan bir tomar para fırlatıp ikimize de bakmadan çekip gitti.
Dehşet içinde Erhan’ın arkasından bakan Yıldırım’ın elini tutarak, “Dert etme.” dedim. “Onun kavgası kendisiyle ve bu konuda ikimizin de yapabileceği bir şey yok.”
(*) Pretty Woman: 1990 yılında Amerika’da gösterime giren, bir hayat kadını ile bir işadamının bir haftalık anlaşmalı birlikteliğinin hikâyesini anlatan film. Sonu nasıl bitiyor, tahmin edin.