Perşembe Bölüm 40
“Gereği düşünüldü.”
Mübaşirin işaretiyle ayağa kalktı adam ve kadın.
“Tarafların boşanmalarına, dosyada yer alan protokolün aynen onaylanmasına karar verildi.”
İşte, bir evlilik birliği daha bozulmuştu. Boşanma; çürüme, bozulma ve yozlaşmanın kaçınılmaz sonucuydu. Mübaşir de, elbette ki konfetilere, çiçeklere, alkışlara değil nefrete ve öfkeye alışıktı. Paranın konuşulan tek konu olmasına, bunun için çocukların kullanılmasına… Timsah gözyaşlarına… En masumunda, biri kederli diğeri rahatlamış iki çift gözün birbirine dokunmadan dönüp gidişine…
Ama boşanma davası açan bir adamın ayrıldığı karısının yanına gelip elini tutuşuna alışık değildi. Hele alev alev gözlerle uzunca bir süre ona bakışına… O ne? Kadına sarılıp sanki böyle kavuşurmuş gibi öpüşüne! Abovv! Hiç ama hiç alışık değildi!
“Gidelim buradan.”
Başını sallayan kadın itiraz etmeden adamın elini tutarken, mübaşir yıllar boyu her ortamda anlatacağı bu anın detaylarını zihnine kazımaya çalışıyordu.
Adliyeden çıktıkları an derin bir nefes aldı Yiğit. Boşanarak, içine düştükleri belirsizlikte hiç olmazsa bir şeyi doğru yaptığını biliyordu. Şimdi, yeniden başlama şansına kavuşmuşlardı.
Kaldırımda yürüyenlere dalmış olan Selen’in içi ise boştu. Ne hissedeceğini bilmeden öylece duruyordu. Bir şeyler bitmişti ve aslında derin bir üzüntü barındırması gereken bir andı. Ama geriye kalan duygu nedense kaybetmek olmamıştı. Aksine… Sanki omuzları daha bir dik duruyordu.
Yine de ürperdi. Temmuz sıcağı da, elini tutan el de engel olamadı buna. O, geleceğe Yiğit kadar inanmıyordu. Çünkü içinde üçüncü Perşembe olan bir ayın kalan günlerini huzurla yaşayabileceğine inanmıyordu. Sadece şimdilik Yiğit’e karşı koyacak gücü yoktu.
“Yalancı.”
Tamam… Onun kendisi için çırpındığını görmek ruhuna iyi geliyordu. Sanki gitmek için geçtiğimiz beş yılın alacaklarını tahsil ediyordu. Hesabı kapatıp gidecekti…
“Kötüsün Selen.”
…
“Bencilsin.”
Biraz da o bencil olsundu.
“O adam bilmeden hata yapmış olabilir… Sen hatanı bilerek, gözünü kırpmadan yapacaksın.”
Evet yapacaktı. Bilerek ve gözünü kırpmadan hata yapacaktı. Çünkü ne Yiğit’e Zeyra’yı bırakmasını şart koşabilirdi ne de o perşembeyi sineye çekebilirdi.
Ayakları onları kalabalıktan uzaklaştırmaya başladığında ikisi de nereye gittiklerini düşünmeden yürüdüler. Gidecekleri bir yer yoktu. El ele olmak şu an onlar için ulaşılabilecek en uç noktaydı.
Parktaki konuşmalarından sonra Yiğit Selen’in sandığı gibi davranmamıştı. Yatağına girmemiş, geçmişe yönelik konuşmalarda boğulmamış, sevgi pıtırcığına dönüşmemişti. On gün içinde başından, alnından ya da elmacık kemiğinden öpmek dışında bir yakınlık da göstermemişti.
Ama elini hiç bırakmamıştı. Liseli âşıklar gibi parklarda dolaşıyorlardı. Yiğit onu işten alıyor, birlikte eve kadar yürüyorlardı. Yol kısa değildi ama dura dura, parklara otura otura bütün akşama yayılıyordu. Yolda ekmek arası köfte ya da midye tava yiyorlardı. Bir kafede oturup çay kahve içiyorlardı. Sanki beş yıl öncesiydi. Sanki yaşı yirmi ikiydi.
Sohbet edecek çok şey bulunabiliyordu ama Yiğit’in Selen’e dair sorduğu tek şey işi ve son on bir aydaki yaşamıydı. Bir de işe girene kadarki dönemi. Yani, Selen’in hayatına dâhil olamadığı zaman dilimi… Ondan ötesine asla dokunmuyordu.
Bu bir anlamda rahatlatıcıydı. Çünkü Selen‘e de hastane sonrasında Yiğit’in yaşadıklarını sorma şansı veriyordu.
Kalabalıktan kaçıp ağaçlar arasına saklanmış ara sokaklara saptı ayakları. Buralarda nefes almak daha kolaydı. Düşünmek… hissetmek… Sokaklar dar, evler köhne ve yüksek ama nedense daha samimiydi. Çevresi ağaçlarla çevrili küçük bir çocuk parkına hiç düşünmeden girdiler. Öğlen saatleri olduğundan belki, salıncağa binen dört beş yaşlarında küçük bir çocuktan ve bankta oturan iki adamdan başka kimse yoktu.
Ayaklarını ileri uzatıp bedenini banka bıraktı Selen. Gözlerini kapattı bir süre. Yiğit’in parmaklarındaki gezintisine yüreğiyle eşlik etti. Nasıl seviyordu bu adamı… nasıl. Ve onun sevgisini her hücresinde hissediyordu.
Onun da üzerine bir başka suskunluk yerleşmişti. Sadece elinde tuttuğu küçük ele bakıyordu. Adliye’den çıktıklarından bu yana dikkati Selen’in üzerinden bir an olsun çekilmemişti. Sorsan, parkta olduklarını bile bilmiyor olabilirdi.
Bir karar veriyordu sanki. Selen’le ilgili. Yaşamlarıyla ilgili. Ya da Selen kararını verdiği için öyle hissediyordu. Ya da belki Yiğit de Selen’in kararını hissediyordu.
Bilmiyordu. Selen artık hiçbir şey bilmiyordu. Aklını tüm bunlardan uzak tutmak isteyerek salıncağın rutin salınımına daldı. İleri… geri. Ayaklar öne… arkaya… kızın tombik bacakları salıncağı en yükseğe fırlatmak için cesaretle ileri uzanıyordu. Fazla cesaretliydi. O yaşta bir çocuk için fazla hızlı bir salıncaktaydı. Tedirgin olarak bankta oturan iki adama baktı ama onlar bu hızı yüksek bulmuyor olmalılardı.
“Nasıl hissettirdi?”
Ah. Aklında dönüp dolaşan düşünceleri Yiğit ile paylaşmak… Sorunun cevabını olduğu gibi söylemek… Mümkün olabilir miydi ki? Ona seni kullanıyorum, demek. Ruhumu doyurup gideceğim, demek…
Kızın akrabaları olduğu belli olan iki adam vardı bankta oturan. Birisi baba olmalıydı. Çok şıktı. Diğeri amca dayı belki. Üçünün kıyafetinden paranın verdiği o tiril tiril olma hali akıyordu. Renk uyumu… Ütülülük… Az giyilip yıpranmamışlık… Çok yıkanıp rengi solmamışlık… Belki üzerlerinde fiyat etiketi bile kalmış olabilirdi. Öylesi tiril tirillik.
Onlar da hem kızı seyrediyor hem de aralarında konuşuyorlardı. Acaba ne konuşuyorlardı? Onlar da ne hissettiklerinden bahsediyorlar mıydı birbirlerine. Ya da karılarına… Sevgililerine…
Ya gerçekte konuşmak denen şey buysa? İçinden geçeni olduğu gibi söylemekse… Selen düşündüklerini Yiğit’e olduğu gibi söylese… Perşembe sorunu çözülmese bile, hiç olmazsa Yiğit ile iletişim kurabilmiş olma şansını yakalasa…
“Söylersem seni üzerim.”
“Üz.”
Cesurdu adam. Ve artık… cesurdu kadın.
“Riyakâr hissettim kendimi.”
Önce bu cümleyi sindirdi adam… Sonra adımını bir sonraki ana korkmadan attı.
“Anlat. “
Anlat… Kendinle konuşur gibi… Duyunca gider diye düşünmeden… Benden nefret eder, beni küçümser, bana güler, sinir olur diye tedirgin olup törpülemeden… Ruhunu tamamen açmak yerine kabul edilebilir formlara kayarak konuşma oyunu oynamadan…
Kahve gözler salıncaktan çekilip bal gözlere kilitlendi.
“Elimdesin ve ben bunu sonuna kadar kullanıyorum.”
Adamın gözleri bir an bir perdenin ardına çekilmeyi ve kendini korumayı düşünür gibi bulutlandı. İçlerindeki tüm duygunun gizlenişini adım adım izledi Selen. Sonra… geri geldi Yiğit. Gitmekten vazgeçti. Saklanmaktan vazgeçti. Kaşları çatıktı ama bu, hoşlanmadığından değil anlayabilmek için çaba harcadığındandı.
“Beni kaybetmemek tek amacın. Bunun için çaba harcıyorsun.”
Yiğit’in hala tepki göstermemiş olması garipti. Kaçmayacak mıydı? Kendini bu söyleneceklerden korumayacak mıydı? Gerekirse bunun için Selen’i acıtmayacak mıydı? Hayır, Yiğit şaşkın ama bütün dikkati Selen’in ağzından çıkan kelimelere yoğunlaşmış olarak yanındaydı.
“Bir anlamda yer değiştik sanki. Eskiden ben senin için her şeyi yapardım ama bunun karşılığını alamazdım.” Çatılan kaşlara bakıp ekledi. “Ya da ben öyle olduğunu sanmıştım. Öyle olmaması fark etmiyor çünkü ben o anları şu an sana aktardığım gibi algılayıp yaşadım.”
Küçük bir onay geldi Yiğit’ten. Bilinçli olmayan bir baş sallaması. Bu da Selen’e devam etme şevkini verdi.
“Şimdi roller değişti ve ben senin çabanı seyrederek içimdeki yaraları iyileştiriyorum.”
Yiğit’in beyninin tıkır tıkır çalışmasını durduğu yerden duyabilecek gibiydi artık. Düşünüyor, tartıyor, kelimelerin gerçek anlamlarını kaçırmamaya, Selen’i yanlış anlamamaya uğraşıyordu. Gözlerini üzerinden bir saniye olsun ayırmıyor, mimiklerini bile okumaya çabalıyordu.
“Sonucun başarılı olmayacağını bildiğim halde, bunu sana söylemiyorum.”
Acı. Yiğit’in gözlerinde bir an bocaladı genç kadın. Yine de devam etti.
“Ama sen ne yaparsan yap, Perşembe günü sen Zeyra’ya gittiğinde ben de gideceğim.“
Tam burada susma zamanıydı. Son cümleyi hazmetme ve hayatın kökünden değişimini algılama zamanı.
Uzun bir süre rengi donuklaşmış gözlere boyun eğmemeye çalışarak sustu genç kadın. Göz kırpan yoktu. Belki nefes de almamıştı kimse. Öyle ya… dünya durmuştu. Yine de devam etmeli ve içindekileri haykırmalıydı. Bir kez çağlayınca söz tıpa tutmuyordu.
“İşin kötüsü ne biliyor musun? Başarabilirdik. Sen ve ben. Sıfırdan başlayıp yepyeni bir ilişki kurabilirdik. Birbirimizi yeniden ama bu kez eşit sevebilirdik. Çünkü aslında sevgi ikimiz için de hep vardı. Sadece ifade etmeyi başaramamıştık.”
Evet. Burada bıçak biraz daha derine itilebilmişti. Bunu Yiğit’in gözlerinde görebiliyordu.
“Ama sevgi özgür ve evrenselse bile aşkın tek eşli olması gerekir.”
Daha derine… Daha dibe.
“Bu dünya üzerinde senin kocası olduğunu düşünen bir kadın var olduğu sürece seni eşim olarak kabul etmeyeceğim. Ne mantık, ne hak meselesi bu. Doğa kanunu. Dişisi, erkeği için tek olmak istiyor. Tıpkı erkeğin, dişisi için tek olmak istemesi gibi…”
Belki de yoktu daha derini. Dayamıştı Selen bıçağı en dibe.
“Yani hiç şansımız yok.”
Donuktu Yiğit’in sesi. İtirazsız. Umutsuz. Bitkin. Sönmüştü gözler. Bal değildiler.
“Yok.”
“Zeyra’ya gitsek de… ona senin benim eşim olduğunu söylesem de… senin benim tercihim değil kaçınılmazım olduğunu haykırsam da…”
Kalanını içinden tamamladığı belliydi. Hiç şansımız yok.
Onu böyle bitmiş görmek canını yaktı. Bıçağı çekip çıkarmak, canının acısını dindirmek istedi. Hayır, o yıkmak yakmak kanatmak istemiyordu. Gerçekten, sadece Yiğit’ten saklanmamak ve duygularını kelimelere dökmek istiyordu.
“Yiğit. Nasıl hissettiğimi sordun. Hislerim bunlar. Doğru ya da yanlış olmak umurumda değil. Ama Selen olmak umurumda.”
Kabullenmişti işte adam. Ama bıçak yine de içeride dönüyordu. Çünkü Selen, Yiğit anlasın istiyordu. Onca sene çektiğini… Çaresizliğini… Yalnızlığını… Eğretiliğini…
Tek bir açıklamaya bakardı. ‘Eski sevgilim artık sevgilim değil. Onu yaşamımdan çıkarmak için geçerli bir nedenim yok. Ama seni yaşamıma alma nedenim çok. Gelir misin?’ Selen de seçerdi. Gidecekse baştan giderdi. Dört sene ruhu çiğnenmeden… Kalacaksa da niye kaldığını bilirdi… Utanmadan.
“Artık kendimden utanmak istemiyorum. Seçimlerimi gururla taşımak ve savunmak istiyorum. Aileme mutluluk oyunu oynamak için onları kendimden uzak tutmak istemiyorum. Annem kendimi kandırdığımı anlar diye bizi ziyaret etmelerinin önünü kesmek istemiyorum. Onu özledim. Babamı özledim. Kendimle gurur duymayı özledim.”
Eli hala Yiğit’teydi.
“Yani… Selen Bircan da beni terk ediyor.”
Bunu da el ele konuşuyorlardı. Komikti. Ne birliktelikleri birlikteliğe benzemişti, ne ayrılıkları ayrılığa…
“Üzgünüm. Ama Zeyra’yı öğrenmesem bile gitme zamanım gelmişti. İnsan kendisinden vazgeçmesine neden olan bir aşkı sonsuza dek sahiplenemiyor.”
Güldü Yiğit. Gerçi bunun bir gülümsemeye benzediğini söylemek de zordu.
“Her durumda seni kaybedecektim yani.”
Hep korktuğu gibi… Değil mi? Belki onun korkusu da gerçekçiydi.
“Öyle. Sen kendin olmadın… Ben kendim olmadım… Bu yüzden de biz olamadık.”
Kimse kendi değilse her şey yalan oluyordu elbette. Yiğit’in avucundaki eli biraz daha sıkı kavrandı. Gitme, der gibi.
“Babam dün ne dedi biliyor musun Selen? Seni hiç umursamadığımı sanıyormuş. O bile öyle sanıyorsa… ben bir yerlerde çok büyük hata yapmış olmalıyım.”
Durdu. Artık o da salıncağın salınışını seyrediyordu. Oturdukları bankın dışında hayat devam ediyordu.
“O yüzden, kararlarına saygı duyuyorum. Gidişine… Kendine sahip çıkışına… Ayaklarının yere benden daha sağlam basışına…”
Yeniden Selen’e dönüp gözlerini hapsettiği bal küpleri; sanki genç kadının bedeninin de, kalbinin de, ruhunun da kendisine ait olduğunu fısıldadı sonra.
“Sadece bir şansım olmasını çok isterdim. Hepsini yeniden kurmak, bu kez doğrusunu yapabilmek için. Hayatı ve sevgiyi seninle birlikte anlamına kavuşturabilmek için.” Biraz durakladı… sonra söylemeden bitmek istemedi. “Asansörden inip de gözlerine takıldığım o gün… hayatım boyunca seni beklemiş olduğumu biliyordum. Bundan sonra da beklediğim yine sadece sen olacaksın.”
Sustu adam. Sustu kadın. Gözlerini kaçırdı adamdan. Salıncaktaki kıza baktı. Kız yavaşladı. Salıncaktan indi. Gözleri Selen’de, yavaşça ilerledi.
“Merhaba.”
Zamanlama kötü de olsa çocuğun enerjisi Selen’e iyi geldi. Ama Yiğit sözlerinin yarıda kalmasından hoşlanmamış olmalıydı. Bedenindeki kasılmayı onun elinden hissetti.
“Merhaba tatlım.”
Gerçekten tatlıydı. Çok güzeldi. Siyah saçları atkuyruğu yapılmıştı. Şortun altında tombik bacakları, kolsuz üstünden de tombik kolları insanda kucaklama isteği uyandırıyordu. Kara gözleri ışıl ışıl parlıyor, içlerinden zekâ fışkırıyordu.
Sanki dört beş yaşlarında değil, kocaman bir insandı. Gözleri görerek bakıyordu. Bir an içinden Yiğit ile ikisinin küçük bir kızı olsa, neye benzeyeceğini geçirdi, canı acıdı. Çok acıdı. Bu düşünceyi aklından kovalayıp kıza gülümsedi.
“Çok yukarılara çıkardın salıncağı. Bir an düşeceksin sandım. Düşersen gerçekten de canın acıyabilir.”
Başını yana yatırıp bakan kız, “Sanmam,” dedi. “Düşüncelerin canı acımaz.” Yine de çok emin olmadığı belliydi.
Bir şey tanıdık geldi, ne olduğunu çıkaramadı. Dikkati o kadar kıza yoğunlaşmıştı ki, elinin neden acıdığını anlayamadı.
“Eşin çok güzelmiş.”
Ah. Yiğit’e söylemişti kız bunu. Ama yanlış zamanda. Artık eşi olmadığı o zamanda…
Neden acıyordu eli? Yiğit neden sıkıyordu bu kadar? Önce eline, sonra Yiğit’e baktı… Bir gariplik yoktu. Yüzünde yumuşacık bir gülümsemeyle kızı seyrediyordu.
“Öyledir.”
Hayranlıkla saçlarına baktı bu kez kız.
“Keşke benim de senin gibi saçlarım olsaydı.”
Hah. Herkes kendinde olmayanı isterdi. Bebekken bile…
“Çok akıllı bir küçük hanımsın sen. Kaç yaşındasın?”
“Bin yedi yüz doksan iki gün önce cisimlendim.”
Ne?
Yiğit bir kahkaha attı.
Ne?!
“Beş.” dedi Yiğit Selen’e dönerek. “Beş yaşında.”