Perşembe Bölüm 41
Bir an hiçbir şey düşünemedi Selen. Yiğit’in sesi kulaklarından süzülüp beyninin ıssızlaşan koridorlarında yankılandı. Beş yaşında…
Zeyra’nın hık demiş burnundan düşmüş kopyasını Yiğit tanıyordu. Kaç yaşında olduğunu biliyordu. Onun bu saatte bu parkta olacağını da biliyordu.
Anı olduğu noktada sabitlemeye çalıştı. Gözlerini sımsıkı kapatıp nefesini tuttu. Görmek istemiyordu. Duymak istemiyordu. Eline kimse dokunmasındı. Gözüne kimse ilişmesindi. Selen görünmez olsun, yok olsun, bu anı yaşamasındı. O an, o parkta olanlar, olacak olanlar, Selen’in hayatının bir parçası olmasındı.
“Saklambaç mı oynuyorsun?”
Saklambaç? Küçük kızın büyük bir ilgiyle kendisine baktığını görünce soruyu kendisine sorduğunu anladı. Beyninde gerçeklerden saklanmaya çabaladığı kesindi de kızın ne kastettiğini anlamamıştı, bunu da hiç umursamadı.
Düşünceleri, sinsice ya da yavaş yavaş değil, büyük bir sıçrama ile varacağı yere ulaştı. Gözleri çaresizce küçük bedende dolaşıp Yiğit’in genlerinin izlerini aradı. Babasına benzeyen tek bir hücre yoktu, sevindi. Kızının Yiğit’e hiç benzememesine sadistçe sevindi.
Ve ardından, duyguların en yıkıcısı olan ihanet tüm hücrelerini ele geçirdiğinde, kendisine sobelendi.
Selen Yiğit’e inanmıştı. Zeyra ile aralarında bir ilişki olmadığına, Yiğit’in kendisini sevdiğine, sevgisi için delice çabaladığına inanmıştı. Bu yüzden, boşanmış olsa da Yiğit’ten gitmeyi asla düşünmemişti. Sadece Yiğit’in sınırlarını denemek istemişti. Mahrum bırakıldığı bütün aşk adımlarını atmak istemişti. Onun kendisini ne olursa olsun bırakmamasını istemişti.
Gururu tamir olduğunda, içindeki kadın onore olduğunda, biraz da geçmişin acısını çıkardığında Selen Yiğit’i yeniden hayatına kabul edecekti. Ve ikisi, kaybetmenin ne denli kolay olduğunu bilerek birbirlerine sahip çıkacaklardı.
Selen Yiğit’e inanmıştı, o ise kendisini mahrum bıraktığı o Perşembe günlerinden birinde… Selen o koca yatakta tek başına huzursuz bir uykuya dalmaya çalışırken… Zeyra’ya bir çocuk verdiğinden hiç bahsetmemişti.
‘Hani güvenmek bir seçimdi? Hani önemli olan Yiğit’e değil, kendi seçimine güvenmekti? Eğer Yiğit’i sen seçmişsen hani o kötü olamazdı?’
Doğru.
Gözlerindeki perdeyi yırtarak yeniden kıza baktı. Bir deney faresini izler gibi kendisini inceleyen siyah gözlerdeki şaşkınlığı fark edemedi. Ardından gelen hayranlık da dikkatini çekmedi. Bunlar yerine o, kızın fiziksel özelliklerine yoğunlaştı.
Beş yaşında.
Dünya üzerinde beş yıl.
Ama dokuz ay on gün kadar da annesinin rahminde.
Tamam. Selen o zaman henüz Ünsal Mimarlık’ta çalışmaya başlamamıştı! O zaman… Öncelikle Yiğit Selen’e ihanet etmemişti.
Derin nefesler alarak bu çıkarımı ciğerleriyle birlikte kutladı.
Peki, madem Zeyra ile bir çocukları olmuştu, kızını neden günlüğe yazmamıştı Yiğit? Bir gün bunayacak olursa, Zeyra’ya gitmek için kendisine hatırlatma yazan bir adam, o günlüğe o kadından bir de kızı olduğunu yazmaz mıydı? Hem… daha da önemlisi… Onun kızı olsa, Yiğit onu hiç bırakır mıydı?
Hızla adama çevirdi gözlerini. Kıza sevgiyle gülümsüyordu, sahiplenerek değil. Bu çocuk Yiğit’in değildi.
Nefesi ciğerlerine biraz daha coşkuyla taşındı.
Güzel. Yiğit’in çocuğu biliyor olması zaten normaldi. Zeyra’nın hamileliğinden haberi olmamış olamazdı. Her ayın bir gününde görmüştü kadını.
Peki, kızın babası kimdi o zaman? Başkasıyla ten uyumuna mı bakmıştı? Ama o zaman Yiğit’in Zeyra’ya duyduğu sorumluluk bitmiş olmaz mıydı? Tabii tecavüze uğramışsa, Yiğit bundan dolayı da kendine bir sorumluluk payı biçmiş olabilirdi.
Yok ama… Zeyra tecavüze uğramazdı. Bir Rikuku Mikuku ya da Kuyuda Jin Jon hareketiyle adamı hadım ederdi. Hem asla istenmeyen bir çocuk değildi bu kız. Genleri özenle, sevgiyle bütünlenmişti. Zekâsı çirkin bir genle kirlenmemişti. Anne ve baba, onu bütünlerken kendilerini gururla katmışlardı.
Kız Selen’e gülümsüyordu. Selen de gülümsedi. Çünkü artık gülümseyebiliyordu.
Tamam, Yiğit değilse, tecavüz de yoksa baba kimdi? Gözlerini ilerideki banka dikti. Pençeler? Prensesim ayağına kızı halletmişlerse? Hadi biri sütü bozuk çıkmış, diğer üçü de buna sessiz mi kalmıştı? Pek olası değildi.
Cengiz? Aile kavramları pek sağlam değildi. Belki çok sevme zannederken çizgiyi geçivermişti? Çoğu sapıklığın altındaki dürtü güya sevgi değil miydi?
Hepsi baba olabilirdi, ama Yiğit değildi. Bu da Selen için yeterliydi.
Selen’in gözlerine adım adım yerleşen inancın tek bir anını kaçırmadı kız.
“İmrenme duygusunun anlamını kavradım.”
Beş yaşında bir çocuk için çok iddialı bir cümleydi bu. Kız tıpkı annesi gibiydi. Yiğit günlükte Zeyra’yı anlatırken, Selen en çok onun cümlelerine bayılmıştı. Tamamen farklı bir bakış açısı… Saf bir anlam kaygısı… Yüzeyin altını gördüğünü belli eden öze yönelik saptamalar… Şu an gördüğü de buydu. Saptamasını kayıtlara geçiren bir bilim insanının coşkusu…
“İlk hissettirdiği yoksunluk. Hazin, ama takdir içeriyor. Hırs barındırmıyor, sahip olma ya da yok etme dürtülerini tetiklemiyor. Bunun yerine hayal dünyasına katkıda bulunuyor. İmrenilen duygu ya da obje, ütopya olarak beyinde depolanıyor.”
Günlükte Yiğit’in izlenimini okumak başkaydı, buna kulaklarıyla şahit olmak başka… Selen, çenesi neredeyse yere düşerek küçük kıza bakakaldı. Zekâ düzeyi ne olursa olsun, orta yaşın üzerindeki insanların bile imrenme kavramını bu şekilde tanımlaması çok zordu. Ve bu duyguyu analiz edebilmek için gereken şey zekâ değil, yaşanmışlıktı. Duygular okunarak öğrenilmezdi, yaşamak gerekirdi.
“Nesin sen?”
Dudaklarından dökülene kadar, ne düşünmekte olduğunu Selen fark bile etmedi.
“Sen beş yaşında falan değilsin. Oh Tanrım!” Yiğit’e çevrilen gözlerine yerleşmeye başlayan şaşkınlık ve dehşet, adamda aynı karşılığı bulamadı. Yiğit gülümsüyordu. Kazanılması öngörülmeyen bir mücadeleden galip çıkmış bir insanın gülümsemesiydi bu.
Ve Selen, çoktan anladığı o gerçeği bırakıverdi ortaya. “Zeyra o!” Bedeni gerilmiş, tüm sinirleri her an kopacakmışçasına acımaya başlamıştı. Başını sallayarak onay verdi adam. Selen’in elini daha sıkı tuttu, parmağını sakinleştirmek istercesine teninde dolaştırdı.
“Evet. Ve sanırım beklediği kişi sonunda gelmiş.”
“Hayır, nasıl gideceğimi bulup kendim gittim.”
Kara gözlere gizlenmiş gurur pırıltısı bu yapılanın babasının tercihi olmayacağının ipucunu veriyordu.
Sanki garip olan hiçbir şey yokmuşçasına sakince yapılan bu konuşmalar Selen’in bedenini yavaşça rahatlattı. Tamam, gerçekten de garip olan bir şey yoktu. Altı üstü bir uzaylıydı. Hem Selen geçen sene boyunca deneyimlemişti, onları takmadan rahatça yaşanabiliyordu.
İkisinin konuşmalarının içeriğinden çok, Yiğit’in Zeyra’ya hiç şaşırmamış olması aklına takıldı. Neden? Günlükte en son onun Zeynep Rana Arman olduğu yazılıydı. O dönemde ortalıkta Zyepranlı falan kalmamıştı. Acaba henüz okumadığı sayfalar mı vardı? Ya da Yiğit’in yazmadığı…
“Babanı yirmi beş sene bir bankta bekleyip sonra bu yaramazlığı yapmanın nedeni nedir?”
“Dünya için yirmi beş sene, ama benim için sadece yirmi beş dakika geçti. Çünkü sizinle zamanlarımız farklı. Aslında babamın gelmesine on dakika kalmıştı ama ben o on senede yaşayacaklarınıza neden olmak istemedim.”
Yüzü düşmüş, dudakları titrer olmuştu. Selen bir an boş bulunsa, ağlamaya hazır bu kız çocuğunu kucağına almış olabilirdi. Öyle masum, öyle yalnız görünüyordu ki. Ve ona bu duyguyu yaşatan her neyse, düşüncesinin bile canını yaktığı belliydi.
İçindeki anne dayanamadı. “Hey,” dedi kıza doğru eğilip yüzünü yaklaştırarak. “Gittiğine göre artık onlar yaşanmayacak, öyle değil mi? O zaman üzülmene gerek yok ki!”
Sevinçle ellerini çırptı kız. Gözler ışıl ışıl, sanki biraz önce ağlamak üzere olan o değilmiş gibi mutluydu.
“Evet! Sen bu parktan yürüyüp gitmeyeceksin, Yiğit arkandan koşmayacak, çok hızlı gelen yeşil araba ona…”
Ağzından fırlayan kelimeleri elini kapatarak zorla durdurdu. Kocaman açılmış gözleri Selen ile Yiğit arasında, ne kadar açık verdiğini anlamak ister gibi gidip geldi.
Selen bembeyaz kesilmişti. Cümleyi beyninin gerisinde çoktan tamamlamıştı.
“Yeşil araba bana?” Duymak istedi Yiğit. Anlamak istedi.
Elini indirip, suçunu itiraf eder gibi kısık sesle devam etti Zeyra. “Yeşil araba artık sana çarpmayacak, yerde sürüklemeyecek, seni yine bir hastane yatağında bu kez Dünya zamanıyla on sene uykuya bırakmayacak… ve sonunda sen uyanmayıp yok olduğunda…” Selen’i gösterdi, “ruh eşin de seninle bitebilmek için pencereden atlamayacak.”
Herkes susmaya ihtiyaç duydu. Gözlerinin önünde canlanan bu görüntüler bir senaryo olabilirdi ya da biraz önce Zeyra yanlarına gelmese, bütün bunlar gerçekleşecek olabilirdi. Hayat bir pamuk ipliğiydi. Çıt diye kopma sesini duymaya vakit bile olmayabilirdi.
Selen, eli hala Yiğit’in avucundayken, ona dokunuyor olabilmenin mutluluğunu hissetti. Her hücresiyle… Aklının her zerresiyle… Ve içinden Zeyra’ya defalarca teşekkür etti. Zeyra gitmişti. Zeyra, onlar için gitmişti.
“Ama artık olmayacak, değil mi? O yeşil araba… çoktan buradan uzaklaştı, değil mi?”
Güven verircesine hızla sallandı o baş. “Hayır, gitti artık. Hem sen de parktan çıkmadın zaten. İkiniz de hala buradasınız. Güvende…”
Zihnine hücum eden görüntüleri uzaklaştırabilmek için konuşmak istedi. Konuşmak ve akıl sağlığını korumak istedi.
“Ama sen burada değilsin, öyle mi?”
Baş iki yana sallandı, siyah atkuyruğu iki omuza da ahenkle savruldu.
“Zyepran’dasın o zaman.”
Yukarı aşağı onaylandı. “Yola koyuldum desek daha doğru olur.”
“Nasıl buradaymış gibi görünüyorsun peki?”
“Düşünce seyahati.”
Ah tabi. Bu durumda elbette düştüğünde düşüncelerin canı acımayabilirdi.
“O zaman sen gerçek değil, hayalsin.”
Gözleriyle Yiğit’i işaret etti Zeyra. “Sen hastayken evine geldiğinde onun olduğu kadar hayal.”
Ne?
“O rüyaydı!” diyen Yiğit’in yüzündeki şaşkınlığı resmedebilmek mümkün olsaydı… Baktı adama… Kendi kendine konuşur gibi fısıldadı. “Gerçekti. Zincir takılıydı… ama yanımdaydın.”
“Kulaklarımda durmadan adımı söyleyen sesini duyuyordum. Umutsuzca beni çağırıyordun. Ve ben umutsuzca bu çağrıyı duymamaya çalışıyordum. Sonra bir bardak dolusu viskiyi kafama dikip yattım. Sesi duymamak için uyumaya, sızmaya çalıştım.”
“Ama geldin. Gerçektin! Sen olmasan o geceyi çıkartamazdım ben. Ateşten havale geçirirdim. Sen soktun beni ılık duşun altına. Kendi başıma yapamazdım.”
Bilmiş küçük hanımın sesi girdi araya.
“Sana, çok istersen düşünce seyahati yapabileceğini söylemiştim.”
Bir dakika! Selen’in tüyleri anında diken diken oldu. Yani şimdi bu bacaksız…
“Sen o gece bizi seyir mi ettin!”
Gözlerini devirdi Zeyra. “Sizce sizin ten uyumunuz bir başkasının ilgisini çekecek bir konu olabilir mi?”
Hah! Dünyalıların birbirlerinin ten uyumunun peşine düşmekten daha büyük bir zevki olmadığı bir Zyepranlıya nasıl anlatılabilirdi ki?
“Ben, ruh uyumu olmadan ten uyumunun çok gereksiz olduğunu deneyimledim.” Sonra da Yiğit’in bedenini işaret ederek “Sizinki gibi bir ruh uyumunu yakalayabilmem için sendeki parçamı almam gerekiyor.” dedi. “Babam diyor ki, yetişkin olana kadar ruhlarımız ve bedenlerimiz kendimizde kalmalıymış. Ancak yetişkin belgemizi aldıktan sonra ruh ve beden uyumu mümkün olurmuş.”
Ah, lütfen… Alsındı o parçayı Yiğit’ten. Selen orayı sadece kendisiyle dolduracaktı.
“Aldım zaten.”
“Sen benim aklımı mı okuyorsun?”
Evetmiş.
“Hem geleceği görüyorsun, hem düşünceleri okuyabiliyorsun.”
“Geleceği görmüyorum bir kere. Olmamış bir şeyi nasıl göreyim? Ben geleceğe gidip geliyorum.”
“Pardon ya! Dilim sürçtü işte. Ama sen daha önce parkta karşılaştığımızda benim Yiğit’in karısı olduğumu biliyordun. Beni neden üzmek istedin?”
Çok kısa bir an durakladı Zeyra. Doğru kelimeleri aradı belki.
“Dönüştüğün şeyi hak etmemiştin.”
Sanki yine Park Caddesi’ndeki banktaydılar. Sadece ikisi vardı.
“Aşk doluydun. Ruh eşine sonsuza kadar bağlanmıştın. Ama benim ruhumu fırlatıp atmadığı için kocanın kalbinde kendini yabancı hissetmiştin. Ben sadece vestiyere bırakılan bir paltoydum. Benden haberin bile yoktu. Yine de onu görmek yerine inatla beni görüyordun. Susma, suskunluğu kabullenme istedim. Sana benimle hesaplaşma fırsatı vermek istedim. Ya kendinle barış ya da beni vestiyerden alıp at istedim.”
Artık karşısında bir çocuk görmüyordu Selen. O yüze yerleşen anlayış, sıcaklık, sevgi yine çarpıp geçti genç kadını. Zeyra’nın her şeyi gerçekti. İlgisi, kaygısı, sevgisi… Bu kadın… Bu çocuk… Bu uzaylı canlı… Çok gerçekti.
“Seni vestiyerimde tutamam. Tutarsam, hiç aklımdan ya da hayatımızdan çıkmazsın.”
İki adım atıp Selen’in önüne kadar geldi küçük kız. Elini uzatıp saçlarına dokundu. Parmaklarını içlerinden geçirdi. Selen rahatsız olmayı aklına bile getirmedi.
“Gittim ben çoktan. Şimdi, Dünya üzerindeki parçamı da aldım. Yiğit ile vedalaşmak istedim. Bir de seninle gerçekten tanışmak…”
Selen ve Zeyra’nın birbirleri ile bakışmaları Yiğit’in sorusuyla kesildi.
“Onlar neden yirmi beş yaş küçük görünmüyor?” Banktaki adamlara bakarak söylemişti bunu.
“Çünkü onlar Dünyalı. Zafer ve Cengiz Arman. Rea, Mem ve Yaze Zyepranlıydı, onlar benimle eve döndüler.”
Selen için geri çekilme zamanıydı. Yiğit’in soruları vardı ve bunlar cevaplanmalıydı.
“Kardeşim demiştin… Adı Cenz demiştin.”
“Babam Keal. Zyepran adı bu değil ama gırtlağımı kendi atmosferimdeki gibi kullanamadığım için adlarımızı burada telaffuz edemiyorum. Bunun yerine Kemal Arman’a benzeterek Keal diyorum. Bunu kendimi onlara daha fazla ait hissetmek için yapıyorum. Sanki kendi ailemden uzakta büyümek zorunda kalmamışım gibi.”
“Senin için sadece yirmi beş dakika geçtiğini söylemiştin?”
“Ruhum için yirmi beş dakika… Bedenim için yirmi beş yıl. Ailesinden uzak düşen beş yaşında bir çocuk için çok uzun bir zaman bu. Onları çok özleyip kendimi yalnız hissettiğimde, Kemal Arman bu oyunu geliştirdi. Bütün isimleri değiştirdi. Sanki benim ailemmişler gibi davrandık. Yani çoğumuz öyle davrandık.”
Asuman Arman’ın huzursuz ruhu yine sahneyi doldurmuştu burada. O kabul etmemişti oynamayı, değil mi? Oğlunun oynamasını da istememişti.
“Baban neden sensiz gitti?” Selen’in de en çok merak ettiği buydu.
“O Kemal ve Zafer Arman ile çocukken yaptığı bir ziyarette tanışmış ve bir süre birlikte çalışma yapmışlar. O ikisi bizim Zyepran’dan geldiğimizi biliyorlardı. Benim bedenimi yolculukta koruyacak kapsülümde sorun olunca babam beni riske atmak istemedi. Yedek kapsülüm ile geri dönüp beni alacaktı. Öğrencilerinden üçü daha benimle beklemek için Dünya’da kaldılar.”
Niye babası kalıp da pençelerden biri gitmemişti acaba? Ya da… Ne kapsülüyse bu, pençelerle değişseler de kızını götürseydi ya önce. Sonra birini gönderip pençeyi aldırtsaydı… Cevabı Zeyra’nın sözünü kesecek kadar merak etmedi.
“Kemal Arman babam gelene kadar onlarla yaşayabileceğimi söyledi. İki yaşında bir oğulları vardı. Karısı Asuman, misafir olarak bizi çok iyi ağırlasa da benim evlerinde kalacak olmamdan çok hoşlanmadı. Nedense oğluna zarar verebileceğimi düşündü. Ama Kemal Arman beni kızı gibi, Cengiz de ablası gibi benimsedi.”
“Cengiz senin öz ablası olduğunu sanmama neden oldu zaten. Zyepranlı değil sadece çok zeki bir Dünyalı olduğunu düşünmemi istedi.”
“Peki neden inandıramadı seni?”
“Önce inandım. Sonra senin bana içgüdülerimize güvenmemiz gerektiğini söyleyişin geldi aklıma. Gezegenini anlatışını hatırladım. Coşkunu, kendine güvenini… Babanı bekleyişini… Buraya ait olamayışındaki yalnızlık, dünya üzerinde hiçbir duyguyla eşleşmiyordu. Ve Zafer’in bir cümlesi… Sanırım kilit noktası da oydu. ‘Zeyra yalan söylemeyi bilmez. Yalan, Dünyalılara özgü bir kavramdır.’ demişti.”
Bir süre Zeyra’ya baktı Yiğit.
“Ve sen… Dünya’ya ait olamayacak kadar mükemmeldin. Kafamda seninle ilgili her şey, sadece senin Zyepranlı olduğunu düşündüğümde yerine oturuyordu. Dünyalı olman bu mükemmelliği açıklayamıyor, saçma kalıyordu. Bu yüzden, bilinçaltım sana inanmayı seçti.”
Zeyra o kadar uzun süre sustu ki, aklından neler geçirdiğini deliler gibi merak etti Selen.
“Mükemmel olan sensin.” Selen’e döndü. “Ve sen. En az onun kadar mükemmelsin.”
İltifat saati mi başlamıştı?
“İltifat değil. Benim için bu gerçeğin ta kendisi.”
Yiğit’e yoğunlaştı önce… “Beyninin ancak küçük bir bölümünü kullanabiliyor olsan da, doğruyu keşfetmeye yönelik güdülerin mükemmel. İnandığın değerlere ve kendine olan saygın şaşkınlık verici. Asla sinmedin, pes etmedin ve yenilmedin. Doğru bildiğinden hiç vazgeçmedin. Ruh eşine bile kurban etmedin. Anlasın istedin.”
Selen’e döndü sonra. “Anladın aslında. Sadece kabul etmedin. Doğru onun doğrusuydu, senin değil. Seninki farklıydı ve sen de pes etmedin. Gözlerini onun sevdiğin yönlerine asla kapatmayışına, ona inanmaktan vazgeçmeyişine hayran kaldım. Kim olduğumu keşfedene kadar izlediğin düşünce sistematiği büyüleyiciydi.”
Başını kaldırıp gökyüzüne baktı.
“Artık gitmeliyim. Cenz ve Zaer ile vedalaşmak için de zamana ihtiyacım var.”
Bu kez gerçekten gidiyordu.
“Düşünce seyahati üzerine biraz çalışabilirsiniz bence. Unutmayın, sadece çok istemeniz yeterli.”
Önce görüntüsü önlerinden kaybolup diğer bankın yanında belirdi. İki adama ellerini uzattı. Tuttuklarında da hepsi birden ortadan kayboldu.
Onu son gördükleri o noktaya ne kadar süreyle baktıklarını bilemedi Selen. Galiba artık bitmişti. Vestiyerdeki palto gitmişti.
“Bizimkiler misafirden hoşlanırlar mı sence?”
Gözlerinde soru işaretiyle Yiğit’e döndüğünde içine düştüğü sıcacık bal küplerinde o an eriyebilirdi Selen.
“Annenle babanı özlediğini söylemiştin. Dikili’ye gitsek bir hafta, hoşuna gitmez mi?”
Konuşamadı ki Selen. Hayal edebileceğinin kat kat ötesinde bir şeydi bu. Normal evli çiftler gibi ailesine gitmek… Utanmadan. Yüzü kızarmadan. Gözlerini onlardan kaçırmadan.
“Patronumdan izin almam gerek. Artık eskisi gibi her istediğimde senin peşine takılamam.”
“Hmm. O zaman izni biraz uzun mu alsan?”
“Ne kadar uzun?”
“Balayı kadar uzun.”
“O kadar uzun izin koparabileceğimi sanmam.”
Ayağa kalktı adam, kadını da kaldırdı. Elleri birbirinden hiç ayrılmadan yürümeye başladılar.
“İstifa et.”
“Olmaz, işimi seviyorum.”
“Ben de seni seviyorum.”
Sesleri giderek duyulmaz olduğunda bile beden dillerinden mutluluk, sevgi ve özlem akıyordu.