Perşembe Bölüm 36

Perşembe Bölüm 36

Günlerce düşündü Selen. Boş boş… Sonuçsuz. Ne yapsa, Yiğit ile kendisini yan yana getirecek bir formül bulamadı.

Ahmet Bey’i arasa… Ne diyecekti? Babacım? Tabii. Riyakârlığın dibi.

Patronuyla bütün etkinliklere gitse… Birinde Yiğit ile karşılaşmayı dilese… Hangisinde? Yiğit gitmezdi ki işiyle bire bir ilgili olmadıkça bu etkinliklere.

Parka gitse… Terastan Yiğit onu görse… Çok ezik. Zeyralığa mı öykünüyor, derdi, haklı da olurdu.

Eve gitse. İşyerine gitse. Ne diyecekti? Seni hayatımda istiyorum, sensiz yapamıyorum mu? Yazdıklarını gördüm, sana inandım, beni seviyormuşsun, ben de rahat rahat artık seni sevebilirim mi? Yiğit’in yerinde olsa, o da kendisini anında kapının dışına koyardı.

Of.

Oyuna gerek yoktu. Onlar birbirini seven iki insandı. En çok Yiğit ‘Hayır’ derdi, canı acırdı. Acısındı. Şimdi de acıyordu.

Gözü bilgisayara ilişti. O günden beri hiç kapatmamıştı. Kapağı kapalı bile olsa kapanmayacak şekilde ayarlamıştı. Telefonu üzerinden sürekli olarak internete bağlı tutuyordu. Yanında ayırmıyor, işe götürüp getiriyordu. Güncelleme olursa, anında görecekti.

Masaya oturup ekrana baktı. 4 Haziran. Bugün yani. Boş. Bomboş.

Bugün, ilk kez birlikte oluşlarının beşinci yılını kutluyor olabilirlerdi. Ama onlar dördüncü yılı da kutlayamamışlardı. Çünkü o gün Yiğit hastanede uyutuluyordu. Ve Selen de Zeyra’yı iki gün öncesinde öğrenmişti…

Güldü. Zeyra… Kaza… Zyepran… O günlere geri dönebilmek için her şeyini verirdi. Bilgisayarı açıp bu günlüğü görmeden önceki günlere…

‘Neyi farklı yapardın?’

Okumazdı. Yiğit’in anlatabilecek kadar iyileşmesini bekler, ondan dinlerdi. Bu aşamaya gelebilmek için de kocasıyla konuşurdu…

Bir şeyi farklı yapabilseydi, ilk baştan itibaren konuşurdu.

‘Şimdi konuş.’

Şimdi?

Ekranda baktığı sayfanın beyazlığı öyle eğreti geldi ki gözüne, parmakları klavyeye gitti, yedi tuşa bastı.

Özledim

Tuşlara basmak kolaydı. Zor olanı Enter tuşuna basmaktı. O yedi harfi kalıcı olarak görünür kılmak… Erişime açmak… İçinden geçirmek değil, yüzüne söylemek…

Enter’a bastı.

4 Haziran’da… Onu bedenine kabul ettiği ilk günün beşinci yılında… Özledim yazıyordu artık.

Bekledi. Bekledi. Sanki Yiğit bilgisayar başında olacaktı da… Program açık olacaktı da… Görecekti de… Yazacaktı da… Sanki.

Açmadan göremezdi değil mi? Onun iki sene hiç yazmamışlığı, programı açmamışlığı vardı. Selen iki sene o ekrana bakarak bekleyebilir miydi?

Ayarlara girip baktı. Program kendisini her on dakikada bir güncelliyordu. Bir dakikaya indirdi bu ayarı. Sonra, anlık güncelleme ayarını görüp oraya da işaret koydu. Her bir dakikada bakacaktı program ama yeni giriş olursa, bir dakikanın dolmasını beklemeden, anlık güncellemeyi de gerçekleştirecekti.

Döndü yeniden ekrana.

4 Haziran Özledim.

Özledim.

Nokta?

Selen nokta tuşuna basmamıştı!

Program mı koymuştu o noktayı? Neden yapsın ki böyle bir şeyi? Belki Selen noktasız özleyecekti? Belki özlemine nokta koymak istemeyecekti?

Kalbi gümbür gümbür atarak alt satıra üç harf bıraktı.

çok

Bir insan nefesini kaç saniye tutabilirdi acaba? 60 saniye?

çok

Ne nokta vardı ne virgül. Nefes aldı, bıraktı. Tabii ki program koymuştu üsttekine noktayı. Bakmıştı ki öznesi içinde bir yüklem… Özlemekten fazlasını yapamamıştır bu, deyip noktayı eklemişti mutlaka. Çok kelimesine aynı tavrı göstermemişti mesela. Bu yüzden… programdı o. Yiğit olacak hali yoktu ya.

çok.

Nokta. Hayır. Program yapamazdı. Yapsa… Düzeltse ç harfini de düzeltir, büyük yapardı. Yapardı değil mi?

Ne demekti bu? Yiğit miydi? Gördüğünü mü belli etmişti? Yoksa ‘ben de özledim’ mi demek istemişti? Saçmalamak işte bu kadar kolaydı. Adam ‘ben de özledim’ demek istese bunu nokta ile mi söylerdi? Hoş, bu Yiğit’ti. Senelerce nokta bile koymadan, hiç yazmadığı harflerde sevgisini haykıran adamdı o. Kahkahasına engel olamadı.

Şimdi ne yapacaktı? Saate baktı. 21:18. Evde miydi acaba o da? Selen gibi haftanın ilk işgününde işten gelip yemeğini yemiş, bilgisayarını mı açmıştı? Belki o da eşofmanlarını giyip mutfakta ayaküstü bir şeyler atıştırmıştı. Kim bilir?

Kalkıp kendine bir kahve hazırladı. Düşünmeliydi. Belki gerçekten teknolojinin kurbanı oluyor, bunu Yiğit’e yoruyordu. Belki acınası bir ezikten başka bir şey değildi. Düşünmeliydi. Sakince. Delirmeden… Kahve ile… Sakinleş Selen. Sakinleş.

Bir yılana bakar gibi, dayandığı tezgâhtan dönüp dönüp ekrana bakıyordu. Görmüyordu elbette… Ne nokta, ne virgül… Ama bakıyordu. Bakmak istiyordu. Yaşadığının düşündüğü gibi olmasını umuyordu. Yiğit’in kendisine bir nokta ile bile olsa cevap verdiğini ummak istiyordu.

Masaya oturup kahvesini yudumladı. Gözleri kısılmış, noktaya yoğunlaşmıştı. Parmaklarının klavyede uçuşup yazmasına ve enter tuşuna basmasına izin verdi.

O kadının sana dokunmasına izin verdin mi

60… 59… 58… 57… 56… Beş saniyede evet ya da hayır yazılabilirdi. Nokta ya da soru işaretine basılabilirdi.

40… 39… offf. Hadi Yiğit. Sen ol. Lütfen. Cevap yaz.

1… 0… … … … … … Hadi. … … … … … …Cevap yaz. … … … Yaz, lanet olası. Yaz!

Vermedim

Bardak Selen’in elinden düştü. Koyu renkli sıvı masaya hızla yayılırken o bakışlarını ekrandan bir saniye olsun ayırmadı.

Vermemiş… İzin vermemiş. Kadının ona dokunmasına izin vermemiş. Noktasız.

O an Selen’i gören biri olsa, yüzündeki şaşkınlığı, mutluluğu, umudu sindire sindire seyrederdi. Şaşkınlığı o an Yiğit ile birbirlerine yazıyor oluşlarına, umudu ve mutluluğu ise yaşamını sürdürebiliyor olmasınaydı. Yirmi yedi yaşında kalpten, tansiyon düşüklüğü ya da yüksekliğinden ölünebilirdi. Kalpten ölünebiliyorsa, aşktan da ölünebilirdi.

Engel olamadı kendine. Üzerine düşünmedi bile.

Sana dokunmak istiyorum

Kesinlikle ar damarı çatlamıştı. Kesinlikle. Yazıp gönderdiği satıra bakakaldı. Cevap yoktu. Nokta yoktu.

Bir dakika… Beş dakika…

Parmakları utanmazdı. Altına yine yazdı.

İzin verecek misin

Nefesini tuttu. Israrcı değil, yüzsüzdü. Adamın vermediği cevabı ondan zorla almaya çalışıyordu.

On dakika kadar nefessiz bekledi. Tamam, gizli nefesler aldı. O da nefessiz sayılırdı. Bir anda beliriverdi gözünün önünde yeni bir satır.

Tek gecelik

Ne demek tek gecelik? Hızla tuşlarda gezindi.

One-night stand gibi mi?

Sessizlik. Sonrasında geldi bir sonraki satır.

Kilidi aç, ışıkları söndür.

Tanrım. Oh Tanrım! Yiğit! Yiğit geliyordu!

Duş almalıydı! Jilet! Bacaklara acilen jilet!

Düşünürken banyonun yolunu yarılamıştı bile. Hepsini yirmi dakikada halledeceğim derken ayağı kayıp düşmediyse eğer… bundan sonra da hayatta kalmayı başarabilirdi.

Çamaşır! Seksi mi? Çıplak mı yoksa?

Oh Tanrım! Tek gecelik ilişkilerde nasıl oluyordu ki?

Bornoz! En iyisi bornozla beklemekti! Hem çıplak, hem değil. Hem verdiği özeni göstermiş, hem abartmamış…

Kapı! Işık! Yatak odası. Karanlık.

Olmaz! Yiğit onun gözlerini görmek isterdi. Fırlayıp yerdeki balkabağı lambanın ışığını yakmak istedi. Ayağı takıldı, düştü. Yerdeki lambayla burun buruna kaldı.

Tamam. Zayiat yok. Kırık çıkık yok. Zaten buraya eğilecekti. Uzanıp düğmeye bastı.

Evet. Loş. Yatağa oturup gözlerini kapıya dikti.

Dizleri acımıştı. Elleriyle ovuşturup geçmesini umdu.

Hiç ses yoktu. Hiç. Saatin tik takları bile yoktu. Onlar eskidendi. Artık her şey dijitaldi.

‘Gelmezmiş mesela.’

Saçma. Yiğit Selen’le alay etmezdi. Onu küçük düşürmezdi.

‘Aferin çok biliyorsun sen. Hep çok bildin zaten!’

Ne kadar oldu? Otuz beş dakika. Evden gelse… Bu kadar sürede gelmesi gerekirdi.

‘O da duş almıştır belki?’

Tamam. Hepsine bir saat.

Çın.

Oh Tanrım! Asansör.

Anahtar sesini duyduğu an, aslında Yiğit’in geleceğine gerçekte hiç inanmamış olduğunu anladı. Yatağa çökmüş, olduğu yerde donup kalmıştı çünkü.

Salon karanlıktı. İçeri giren karartı ürkütücüydü. Gözlerini sımsıkı kapattı. Kapı kapandı. Ayak sesleri yatak odasına yaklaştı. Tam kapıda durdu.

Yiğit’ti. Görmesine bile gerek yoktu. Bedeni, kokusu, enerjisi… Uzaktan çarpıp geçiyordu.

Önüne kadar geldi adımlar. Kendi nefesini duyuyordu. Soğukta, buhar çıkarırmış gibi. Çıkarıp o buharı izlermiş gibi. Kapalı gözlerinin ardında sadece o soğuğu görüyordu.

Sonra dudaklarında çok hafif bir temas hissetti. Minicik. Başparmakla okşanır gibi. Dokunduğu yer lavla dağlanmış gibi kavruldu. Elin diğer parmakları da çenesini, boynunu alevlerle dağladı. Gözleri açılsın istemedi. Rüyaysa devam etsin, bitmesin istedi.

Çenesini kavrayan el onu yatağa gerisin geriye yatırdı. Yumuşak şilte üzerinde titreyen bedenini örtmekte zorlanan bornozunu ve odaya yayılan nefesini hissetti. Eller çekilmişti. Ama gözler değil… Biliyordu. O gözler Selen’in üzerinden asla çekilmezdi sevişirken.

Sesleri dinledi. Yiğit’in bedeni özgür kalıyordu. Onu sarmalayıp saklayan her şeyden kurtuluyordu. Tüyleri diken diken oldu. Dokunmadan o bedenin her noktasını hissetti. Ezbere biliyordu.

Ruh bedenden bağımsız sevişebilir mi? Olabiliyordu. Yiğit kıyafetlerini çıkarırken, Selen bir nefesin kendini öptüğünü sanıyordu. Belki kendi nefesi, belki adamın… Bilmiyordu. Ama Selen öpülüyordu.

Hem üşüyüp hem kavrulmak insanı aptala çeviriyordu. Beden ne hissedeceğine karar veremiyor, itirazını titremelerle dillendiriyordu. Selen o an yatağın titremelerinden sarsıldığına emindi.

Yatağın yaylandığını hissettiğinde bacaklarını birbirine bastırdı. Arası ıslaktı, zonkluyordu. Selen’in bedeni tam bir senedir bu an için hazırdı.

Yiğit’in ne yaptığını görmüyor ama kendisine henüz dokunmadığından başka bir şeye yoğunlaşamıyordu. Sonra…

Adamın yüzü tenine değdi. Yanağına… Derin bir nefes alıp kadının bedeninde açıkta salınan bütün hücreleri kendi bedenine çekti. Bir erkeğin Yiğit olup olmadığını anlaması için sadece bu bile yeterliydi. O, koklayarak sevişirdi. Her bir damlasını içine çekerek…

Kapalı gözlerinin ardından yüzünü kaldırarak üzerindeki tene dayadı ve alabileceği en derin nefesi aldı. Bir senelik bir nefes… Alamadığı her günün acısını çıkararak. Ciğerleri mutlulukla dans etti.

Her kavuşma bu kadar yaşamsal mıydı? Bilmiyordu ama hayata dönmenin anlamını her bir hücresinde keşfediyordu.

Dudaklar dudaklarına acil bir ihtiyaçla kapandığında, Yiğit’in bedenini de üzerinde hissetti. Onun ağırlığıyla ciğerlerindeki nefes dışarı kaçmaya çalıştı. Yiğit’in ağzına… Bacaklarının arasına giren diz sabırsız ve hoyrattı. Açmasa da açtıracaktı. Açtı. Dudaklarının arasına kayan dille aynı anda da içi doldu.

Tanrım!

Bir senedir ilk defa nefes alabilmişti. Sanki içinde olduğuna inanmak istemişçesine kıpır kıpır hareket eden Yiğit’in her bir hücresi içini öpüyordu. Küçük bir canlı, ıslak karanlıklarda dans edip taklalar atıyordu. Her hareketinde büyüyor, çoğalıyor, tüm kaçış noktalarını kavuşmaya çeviriyordu.

“Gözlerini aç.”

Erimiş bal. Kahve, ela değil de kırmızı kahve… Neyse adı. Nasılsa rengi… Karanlıkta alevdi işte. Kendi gözlerine saplanmışlardı.

İçindeki dalgalanmayı bütün bedenine yayan hareketleri Yiğit’i en dipteki hücresine kadar taşıdı. Isındı, kavruldu… Sevişme değildi bu. İki bedenin birbirine montesiydi. Cıvata somun gibi… Priz fiş gibi… Yiğit Selen gibi…

Kahkahalarla gülmek istedi. Saçma bir şekilde hayattaki en heyecanlı sevişmesini yaşıyordu. Yiğit odaya girmiş, yatağa çıkmış, ağzına kapanmış ve içine girmişti. Bu… çok saçma… ama… Çok acildi! Sanki bir sonraki saniyeye nefesi yetmeyecekmiş gibi… Çok çaresizdi! Mayına basmış da gidemiyormuş gibi…

Adamın gözlerindeki alevlerle yukarı fırladı, patladı, aşağı düşerken tutuldu, sakinleşmesine bile fırsat verilmeden döngünün tekrarına alındı. Dinmek bilmeyen titremelerle gözleri karardı.

Ne kadar sürdüğü hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Özlem ve öfke arasında gidip gelen bir birleşmenin nesnesi olmuş gibiydi. Yiğit dokunuyordu. Yiğit öpüyordu. Selen zevke yenik düştüğünde yine tadıyor, ısırıyor, sıkıyordu. Ellerini tutmuş, hareket etmesine izin vermiyordu. Selen ne yaşadığını anlayamıyordu. Sanki bir çocuk yerde bir oyuncak bulmuş, onunla oynuyordu.

Paylaşamıyordu. Paylaşmasına izin verilmiyordu. Sevişen Yiğit’ti, sevişilen Selen.

“Gittin!”

Kulağının dibindeki öfkeli tıslamayla Yiğit’in hareketlerindeki şiddet arttı. Cezalandırır gibi hareket ediyordu içinde. Zevk veriyor ama almıyordu. Yiğit doluyor, boşalmıyordu.

İlk defa, kendisini yapayalnız hissetti Selen. Gözlerinden akıp giden sıcak yaşlar Yiğit’in diline yem oldu. Her bir damlaya dudaklarıyla sahip oldu. Selen’in gözyaşları bile özgür kalamadı.

‘Gitmedim,’ demek istedi. Diyemedi.

‘Bırakmadım ben seni…’ Diyemedi.

Sonra o gözlerin içindeki anlamı gördü… Öfkenin yanındakini. Yiğit’in Selen’i bitirdiğini kendisine ispat mücadelesiydi bu. Selen’in zevkini kabul etmeyecekti. Bu gece Selen’in içine boşalmadan buradan çıkıp gidecekti.

Hayır!

Hayır. Gözlerini kısıp Yiğit’in irislerinin gerisine yoğunlaştı. Bedeni o anda dişiliğinin zirvesine ulaştı. Yiğit’in avucundaki göğüsleri artık daha dolgun, daha yuvarlaktı. Dudakları daha kırmızı ve ıslaktı. Kalçası istila edilen değil hapsedendi.

Ondaki değişikliği algıladığı an Yiğit’in göz bebekleri büyüdü. Öfke yerini şaşkınlığa, kararlılık bocalamaya bıraktı.

Selen içinde hissettiği kadınlığın son zerresine kadar Yiğit’e hâkim olduğunda, acizlik, yalnızlık, perişanlık bitmişti. ‘Eşitiz,’ demiyordu Selen. ‘Senin sahibin benim,’ diyordu artık. Ve aslında bunun hep böyle olduğunu da o anda anladı. Yiğit onundu.

Adamın bedeninden kayıp giden damlalar, içinde verdiği mücadelenin haykırışları gibiydi. Nefesi ritmini kaybetmek üzereydi. Bal renkleri irislerinin içinde boğulmuştu. Selen kazanmak üzere olduğunu biliyordu. İkisi de kazanmak zorundaydı. Bu yatakta bir galibe yer yoktu.

“Ait olduğun yerin bileti her zaman tek yön dönüştür. O yüzden gidemem.”

Teslimiyeti adım adım seyretti. Zincirlerin kırılışını… Yiğit’in ruhunun serbest kalışını…

“Sen de gidemezsin.” dediği an, sanki Yiğit içine saplandı. Ulaşabileceği son noktaya kadar gömülmüş, artık daha ilerisine milyonlarca hücresiyle yayılıyordu.

Dakikalar boyu hareket eden olmadı. Nefes bile almadı kimse. Yiğit’in kendisini kapatmaya uğraştığının farkındaydı Selen. Sadece öncesinde yenilgiyi hazmetmeye çalışıyordu.

İçinden çıktığında itiraz etmedi. Kendisine bakmadığında… Hızlı hareketlerle giyindiğinde…

Gidecekti. Yine tek bir kelime etmeden… Nefesini tutup bir umut, gözlerinin karşılaşmasını diledi. Olmadı.

Arkasını dönüp giden adamın peşinden kalktı. Karanlıkta kapıya kadar gidişini izledi. Yatak odasının kapısında durdu.

“Yiğit.”

Durdu adam. Ama başını çevirmedi.

“Kapım kilitli olmayacak.”

Adamın içindeki mücadeleyi uzaktan bile görebiliyordu. Dönüp kendisine baktı Yiğit. Yüzü görünmüyordu. İfadesi seçilmiyordu. Ama yalnızlığı karanlıkta bile kendini belli ediyordu.

Kapı bomboş bir duvara dönüşerek kapandığında karanlıkta bir başına kaldı Selen. Çıplak… Doymuş… Aç… Giden galip değildi. Kalan da öyle. Aşkta galip olmazdı. Varsa, onun adı aşk olmazdı.