Perşembe Bölüm 35

Perşembe Bölüm 35

İlaçlarını düzgün aldı. Kendisine çorba yapıp aksatmadan içti. Üşütmekten, yorulmaktan uzak durdu ve bütün hafta sonunu yatakta, kucağında bilgisayarla geçirdi.

Önce okumadığı tek bir satırın kalmadığına emin olmalıydı. Her bir güne tek tek tıkladı. Evle ilgili bir şey yazmamıştı Yiğit. Zaten onun aklına takılan ya da birisine söyleyemeyip kendi içinde şiştiği şeyler dışında yazmadığını fark etmişti. Çığlıklarını günlüğe haykırıyordu sadece.

Bir sonraki yazının hangi günde olabileceğini de biliyordu. O öpücükten sonra Selen Yiğit’ten bir hareket beklemişti. ‘Gel,’ demesini ya da gelip öpmesini… Olmadı ufak, kaçamak dokunuşlar bırakmasını… Ya da durmadan odasına çağırmasını…

Bunun yerine adam ertesi gün bir emlakçı ile görüşüp bütün gün ortadan kaybolmuştu. Bir sonraki gün de Selen’e bir anahtar vermişti.

“Taşınıyorum. Bu sende kalsın. Mehmet ile gidip bakın, sonra döşenmesini organize edersin.”

Heyecanla başını sallamıştı Selen. Evden değildi heyecanı. Yiğit’e bakarken onu öpmekten başka bir şey düşünemiyor olmasındandı.

“Ayrıca… Herhangi bir şey için benden onay isteme. Sadece en kısa sürede yap.”

Şimdi düşününce… Hiç Mehmet ile gitmemişlerdi oraya. Mehmet şirket şoförüydü. Ama gidecekleri zaman, Yiğit’in de gitmesi gerekmişti, Mehmet’e gerek kalmamıştı. Ve Selen o günden sonra o kapıdan içeri hep Yiğit ile girmişti. Her gün.

Yazılı olmayan bir kuraldı sanki. Mesai saati biter, eve gidilir. Gece olana kadar orada evle ilgilenilir. Gece Selen evine bırakılır.

‘Onay isteme,’ dese de renk kataloglarına bakarken yanındaydı Yiğit. Koltuk takımını alırken de… Beyaz eşyalarda da… Mutfak malzemeleri… Yatak odası… Gardırop… Büyük olması için ısrar bile etmişti gardırobun. Tek kişi için fazla yer kaplamasına da aldırmamıştı.

Çalışma odasının her detayı ile kendisi uğraşmıştı. Selen’e bir şey bırakmamıştı o konuda. Ama diğer odaların tümünde… Selen ve Yiğit her şeyi birlikte yapmışlardı.

Neden şimdi görüyordu bunu? Daha önce sorulsa, Yiğit’in evini sekreteri olarak ben döşedim, şeklinde anlatabilirdi. Yiğit o işi bana bıraktı… Hayır, öyle değildi işte. Sadece baştan Yiğit öyle demişti. Ama öyle yapmamıştı. Nasıl bir körlüktü bu? Nasıl bir önyargı?

Yiğit ilgisiz. Al sana ilgisiz Yiğit.

Selen gitse durdurmaz. Al sana hastanede durdurmaz

Her şey… Her şey baştan aşağı bir yanılsamaydı. Selen yazmış, Selen oynamıştı. Yazık etmişti.

Şimdi Yiğit’in o öpücükten sonra onun üzerine gelmeyişini de farklı algılıyordu. Umursamadığını düşünmek ne aymazlıktı. Baskın cinselliğiyle Selen’i ürkütmek istememişti Yiğit. Sabırla beklemişti.

İşte. Evi tuttuğunun iki hafta sonrasına yazmıştı Yiğit.

21 Haziran.

Bundan daha özel bir gün yaşanabilir mi? Cesaretle korkunun, gözü karalıkla paniğin aynı anda var olabildiğini bugün Selen gösterdi bana. Ama hepsinin ötesinde, bilinmezliğe bana inanarak adım atışındaki o asaletin tarifi mümkün değildi.

Elini bana uzatışını gördüm ilk. Dudaklarıma dokundu. Başparmağıyla dudaklarımın üzerinde dolaştı. Korktum. Onunla evde yalnız olmaktan, böyle dokunursa duramamaktan korktum. Onu incitirdim. Çok uzun süredir kimseyle birlikte olmamıştım ve Selen beni fiziksel olarak çok hızlı uyandırabiliyordu.

O narindi, ben aç. O çiçekti, ben volkan. Yakardım, yıkardım.

İçimdeki duyguların hiçbiri masum değildi. Her an gözüm dönebilir, üzerindeki giysileri parçalayarak onu olduğu yere yatırabilirdim. İçine dalmam sadece saniyelere bağlıydı. Ruhunu da, acemi bedenini de hırpalayıp zevkimde boğulmasına neden olabilirdim. Bunu yapmam için hayvan olmam gerekmiyordu. Sınırda bir erkek olmam yeterliydi. Ve ben, aylardır eve her gidişimde Selen’i bedenimde soğuk duşlarla dindiren bir erkek olarak o sınırı geçmek üzereydim.

Hiçbir kelebek incitilmeden öpülemez. Onun sizi öpmesiyle yetinebilirseniz, çok nadide bir aşkı tatma şansına da erişirsiniz. O aşk kelebeğe öyle bir korunma kalkanı oluşturur ki, sonrasında özgürce sevebilirsiniz.

Nasıl yaptım bilmiyorum. Durdum. Elimden tutup yatak odasına götürdü beni. “Benimle sevişmeni istiyorum.” dedi. Durdum. Beni soydu önce… Bakmadan. Benim dışımda her yere dokundu gözleri ama geri çekilmedi. Sonra karşımda durup saklandı gözlerime. Ve çıkardı kıyafetlerini.

Bedeni giysilerin korumasından uzak kaldığında korkuyordu. Utanıyordu. Dahası, sonrasında ne yapacağını hiç bilmiyordu. Yatakta, dizlerinin üzerine oturdu ve gözlerini yumdu. Nefesi ancak buraya kadar yetmişti. Eminim, bir fırsatı olsa, o anda oradan kaçardı. Yine de bekledi.

Çıplak bedenimdeki enerjiyi bastırmaya çalışarak yatağa, karşısına oturdum. Tedirgin gözleri yavaşça aralanıp benimkilere takıldı ve bir daha da kurtulamadı. Ağa yakalanmış bir balıktı. Gözlerimde boğuldu.

Tıpkı ilk öpücüğündeki gibi öptüm onu. Yavaşça. Tadına vara vara. Her şeyin ilkini ben başlatıp devamını ona bıraktım. Öpmeyi… Tatmayı… Isırmayı… Islatmayı… Vurup kaçmayı… Peşinden koşmayı… Saklanmayı, bulunmayı… Vermeyi, almayı…

İki kez seyrettim onu şaşkınlıkla çığlık attığında. Ne olduğunu bilmiyordu. Ne yaşadığını anlamıyordu. Bedeni titreyerek boşalıyor ama o bunu tek başına yaşamaktan mutlu olmuyordu. Gözlerinde soru işaretleriyle bana bakıyordu.

O işaretlerin cevabı, içine girdiğim andaki can acısında ve benim hayatımdaki en kısa performansımdaydı. Toplam hareket sayım iki basamaklı bir rakama ulaşamadı. Lanet olsun. Bir erkeğin kendisine olan güvenini yerle bir etmek için bundan daha fazla bir şeye gerek yok.

Bir şeylerin yanlış olduğunu hissetti ve bunun suçunu hemen kendisinde aradı. Sakinleşmesi, öğrenmesi ve ikimizin de bunun doğruluğunu hissetmesi için bütün bir gecemiz vardı. Ben de bunun her bir saniyesini kullandım. Sabah uyandığında, gözlerinde en ufak bir kuşku kalmadığını görmek en büyük ödülüm oldu. Bedeni kadın, ruhu çocuk Selen’im… Dün gece tamamen benim oldu.

Olmuştu evet. Yiğit’in umursamadığını sanarak… Bilememişti işte. Anlamamıştı. Onun için sevginin adı ‘Seni seviyorum’ idi. Yiğit hiç söylememişti. Selen de söyleyip, sevgisiyle ona yük olmak istememişti.

Aklında Yiğit’in günlüğe yazdığı cümleleri dolanırken, parmağı farkında olmadan günler arasında ilerliyordu. Boş olduğunu fark etmiyordu. Umursamıyordu. Sadece tıklıyordu.

…kelimelere ihtiyaç duymamak…

Hayatı ve insanları okuyabilen kişiler kelimelere ihtiyaç duymazdı.

Selen yaşına göre olgun olmanın da gerisinde, bir çocuktu. Yiğit’e bakmış, âşık olduğunu düşünmüş ve onu istemişti. Bir oyun inadı ve gözü karalığıyla peşinde dolaşmıştı. Âşık olmayı sevmişti. Yeni bir deneyim, hayatın keşfedilmesi gereken bir kulvarıydı… Okul sonrasında ilk kez deneyimlenen iş hayatının bonusuydu. Patronun oğluyla aşk…

Çok kısa bir süre sonunda gerçekten âşık olmuştu, evet. Ama ilk anda âşık olan Yiğit’ti. Selen değil. Selen aşka âşık olmuştu. Selen bir hayale âşık olmuştu. Ve Yiğit… Bunu galiba hep bilmişti.

Üç ay sonra, 22 Eylül’de karşısına çıktı bir sonraki yazı.

İnsan kendi ayaklarıyla ölüme gidebilir sanırım. Beden yaşamak için çırpınsa da ruh ölümü yeğleyebilir.

Bana da öyle oluyor. Selen her gün hayatıma biraz daha yerleşip onsuz bir hayatı yaşanmaza dönüştürüyor.

Mutluluk öylesine sindi ki nefesime, korkuyorum. Selen’in hevesi geçip gittiğinde bana kalanların yetmemesinden korkuyorum. Artık neredeyse birlikte yaşıyoruz. Adım adım evime, hayatıma girip bütünleşti. Eşyaları evin her yerinde. Odamda, yatağımda, gardırobumda. Kendi yastığı bile var… Öyle sevimli ki. Ayılı pijamasıyla takım. Yatağın onun yattığı tarafına koyuyor.

Banyo rafları neredeyse tamamen onun artık. Kremler… Şampuanlar… Makyaj malzemeleri. Çekinmesi de yok. Benimkileri kenara itiveriyor. Ben de buna bayılıyorum.

Keşke bunun altında yatan bencillik değil de kendine güven olsaydı. Hayatıma keşke başka türlüsünü bilmediği için değil de seçtiği için gelip kurulsaydı.

Tek kız çocuğu olarak büyümüş. Şımarık değil ama farklı yaşamları tanımıyor. Korkmuyor çünkü korkmasını gerektirecek sarsıntılardan hep uzak kalmış. Düşünmeden yaşıyor. Arzularının peşinden gidiyor. Şu anki arzusu da bana sahip olmak.

Göz göre göre, bunları bile bile, kendi ayaklarımla girdim bu çemberin içine. Çünkü onunla tek bir güne sahip olabilmek için yok oluşuma doğru bir adım daha atabilirim. Aslında onunla bir fazla gün için her adımı atabilirim.

Üç Perşembe gününde de nereye gittiğimi sormasını, sonra eşyalarını toplayıp gitmesini bekledim. Korkuyla… Sormadı. Sorsa söyler miyim? Sanmıyorum. Ne diyeceğim? Ne diyebilirim?

Selen’in bana olan duygularına inansam söyleyebilirdim belki. Yine de bilmiyorum… Ana bağlı sanırım. Konuştuğumuz anda gözlerinde gördüklerime bağlı. Söyleyip kaybetmeyi seçebilirim. Söyleyip kalması şansını deneyebilirim.

Zeyra’nın benden hiçbir şey beklemeyen varlığı ona kabul edilemez geldiğinde ne olacak? Ya seçim yapmamı isterse? Bunu benden isteyecek bir insana saygımı nasıl sürdürebilirim?

Babamla konuştuğumuzdan beri eskisi gibi bakmıyorum aslında Zeyra olayına. Annemin hastalığının gelişimini öğrendim. İki sene boyunca verdiği tepkilerin tamamen tümör nedeniyle olduğunu söyledi babam. O zaman bilmiyorlarmış. İki sene de anlaşılmamış ama annem o sürede mızmız, sorunları büyüten, hezeyan içinde bir kadına dönüşmüş.

Babamın kişilik değişmelerini merak edip araştırması sonucunda çıkmış tümör ortaya. Anneme mızmız kıskanç kadın demek yerine hastaneye götürmüş onu. Sonunda da tümör bulunmuş.

Babamın anneme olan inancı, bize annemle fazladan bir beş yıl bahşetti. Bunun için Ahmet Ünsal’a minnettarım. Karısına bu kadar inandığı için…

Ama burada kilit kelime inanmak. Selen kendine inanmadan ben ona nasıl inanabilirim ki? Yine de beklemeye değer. Selen, her riske girmeye değer. Nefesim yettiğince beklerim. O güne kadar her gece onun içinde yeniden doğacağım. Onun nefesi ve kokusuyla besleneceğim. Onu koruyup kollayacağım ve her nefesimde seveceğim.

Okuduklarının ardına düşünemedi. Bloke olmuş beyni sadece parmağına tek bir komutu verebildi. Tık.

Tam iki sene sonrasında, evlendiklerinin ertesi gününe kadar tık. 24 Mayıs 2015.

Yaptım. Sonunda Selen’in adının ardına ilişmeyi başardım. Selen Ünsal. Nefes alamıyorum.

Son iki sene hiç nefes alamadım ki zaten. Korkuyla tuttum hep. Öğrendi. Öğrenecek. Gitti. Gidecek. Bitti. Bitecek…

İlk darbe Perşembe günlerini fark ettiğinde yaşandı. Soramadı önce. Her gidişimde bana sanki başka şehre toplantıya gidiyormuşum gibi davrandı. Oysa ben o Perşembe günlerinde hayatımın en büyük yoksunluğunu yaşadım. Çarşambadan onu tenime biriktirerek, Cuma da hasretle içerek… Alt tarafı bir gün. Ayrı yataklar. Hala en büyük kâbusum.

Aylar sonra sormaya cesaret ettiğinde, korkmanın nasıl bir şey olduğunu bir kez daha hatırladım. Sorarken bile çekiniyordu. Hala beni sahiplenmiyordu. Hala beni görmüyordu. Hala âşık ama çocuktu. Sanki büyümemekte diretiyordu.

Nedenini anlayamıyorum. Boş bir insan değil. Her fırsat bulduğunda kendisini kitaplar arasında yitiriyor. Başka hayatlar… İnsanlar… Kişilikler ve deneyimler. Diğer hayatlara bu kadar açıkken kendi hayatına neden bu kadar kör?

Korkmaktan, benim korkumu göremedi. Ona Perşembe günlerinin sadece bana ait olduğunu söyledim. Başka ne söyleyebilecektim ki? Yalan mı? Yalan söylemek istemiyordum. Bununla ilgili bir sorunu olup olmadığını sorduğumda, ‘Evet, var!’ demesini, bağırıp çağırmasını, hatta gitmesini bekledim. Nefesimi tutarak bekledim. Bütün kan bedenimden çekilerek. Duygularının farkına varmasını bekleyerek…

Gitmedi. Ve ben, o tek ana sarılarak yanından kaçar gibi uzaklaştım. Kapının dışında kendime nefes dilenir gibi… Kemiklerimin un ufak olup beni yere yığmamasını diler gibi.

O gün anlamıştım. Selen gittiği an ben bitecektim. Yaşardım elbet. Söylediğim, o olmazsa ben ölürüm ya da hayatımı sürdüremem, değil… Ben bitecektim. İnancım, nedenim, amacım…

O günden sonra daha da kötüye gitti aslında her şey. Aramıza o Perşembe her türlü girmişti. Artık onun gözlerinde de kırıklık vardı. O da benim kadar korkuyordu.

Ne saçma. Konuşmak her şeyi çözer derler ya… Pek de öyle olmuyor. Kimi konuşmalar yaralarıyla birlikte geliyor.

Biz konuştuğumuz an, Selen içten içe ölmeye başlayacaktı. Seni seviyorum, desem… inanmayacaktı. Evlen benimle, desem… güvenmeyecekti. Zeyra onun için her zaman bir kadın olacaktı.

Konuşmasak… bana asla güvenemeyecekti. Hep bir şeyler eksik kalacaktı.

Aylarla da bununla boğuştum. Yatakta mükemmel ama yatak dışında yaralı iki aslan gibiydik. Korku dolu… Mutsuz… Ona bir şekilde güven verebilmenin yolunu bulamamak beni deli ediyordu.

Bir hafta önce… Elimdeki faturaya bakarken… Ben bile anlayamadan dökülüverdi kelimeler ağzımdan. Evlenmekle ilgili bir şeyler geveledim. Ne dediğimi bilmiyorum. Kalbimin gümbürtüsünden başka bir şey hatırlamıyorum. Hayır, cevabı duymaktan ölesiye korkarak kendimi başka odaya attığımı bile sonradan fark ettim.

Selen orada kalakalmıştı. Cevap vermemişti. Bu iyiydi. Hayır dememişti. Demesine izin vermemiştim, vermeyecektim. Tarihin en hızlı organizasyonunu yapmış olmalıyım. Dün, o daha ne olduğunu bile kavrayamadan benim karım oldu. Karım. Kadınım. Her şeyim. Selen’im. Ardına ilişebildiğim… Onun adı artık Selen Ünsal. O benim bu dünya üzerinde kendimi anlamlı hissedebildiğim tek satırım.