Perşembe Bölüm 29

Perşembe Bölüm 29

Merdiveni de kullansa, her sabah o sesi duyarak giriyordu şirkete.

Çın.

Gelişip yerleşmesini adım adım izlediği fobisi. Asansör sesi.

Çın.

O yüzden güne güzel başlamak mümkün değildi.

Odasına girdiğinde mesaisinin başlamasına daha yarım saat vardı. Kendisine ait yarım saat. Kahvesini içecek, çiçekleri sulayacak, Serkan Bey’in odasını gözden geçirip o gelene kadar yüzüne bir gülümseme oturtmayı başarmış olacaktı.

İşyeri gülümsemesi. Kişiliksiz, kimliksiz, gereksiz. Ama insanların soru sormasına engel oluyordu.

Bugün zor bir gündü. 23 Mayıs. Bugünün nasıl geçeceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Sol elinin yüzük parmağındaki ize gözlerini dikip “Acımıyor,” dedi. “Parmağım acımıyor. Ben acıdığını sanıyorum.”

Bu kelimeyi, sabah yüzüğü çıkarttığı andan beri tekrarlıyordu. Bugün, kabullenmişti.  Bunun için tam üç yüz otuz beş gün geçmesi gerekmişti ama kabullenmişti. Üçüncü evlilik yıldönümü olması gereken günde boş bir parmağa, boş bir eve ve boş bir hayata sahipti.

Onun ikinci evlilik yıldönümü de olmamıştı zaten. Beş gün öncesinde kaza geçirmişti Yiğit, hastanedeydi. Artık birincisiyle idare edecekti.

Bu ayı toparlamak zaten imkânsızdı. On iki gün sonra, Yiğit’in yaşamına girmeyi başardığı günün beşinci yılı. Tam 30 gün sonra da Yiğit’i gördüğü son günün ilk yılı…

Çın.

Bu sesten nefret ediyordu. Oysa daha önce etmemişti. Yine çınlamış, Selen başını kaldırıp asansörden çıkan Yiğit’i ilk kez görmüştü.

Yeter! Asansör sesi fobisine bir çözüm bulmak zorundaydı. Ve Yiğit Ünsal takıntısına… Ve doldurmayı beceremediği boşanma kâğıtlarına… Ve canının acısına… Ve geri kalan her şeye.

Aslında her günü böyle geçmiyordu. Geçmişi her gün böyle düşünmüyordu. Bugün, bu tarih… 23 Mayıs canını yakıyordu. Bugün yas günü gibiydi. Bugün bütün anıların zihnine doluştuğu gündü. Bugün en zayıf olduğu gündü.

Asansör fobisinden başka, başta bir de uzaylı fobisi edinmişti. Etrafındaki herkesin uzaylı olabileceğini düşünüyordu. Her tepkilerini izliyor, ani dönüşler, beklenmedik sorularla onları faka bastırmaya uğraşıyordu. Kimi zaman parmak uçlarında yürüyerek sessizce yanlarına gidiyordu. Ama ya Selen onlar için yeterince sessiz, hızlı ya da zeki değildi ya da onların hiçbiri uzaylı değildi.

Sonunda bu şekilde ruh hastası olma ihtimalinin yükseldiğini anlayınca, korkularıyla bir uzlaşmaya varmıştı. Eğer, herhangi birisi uzaylıysa, bunu bilmek Selen’e hiçbir şey kazandırmayacaktı. Kendini koruyamaz, kimseyi buna inandıramazdı. O halde… Dünya gezegeninin her canlıyı barındıracak kadar geniş olduğuna inanacaktı. Kendisine zarar vermeyen bir uzaylı, pek çok dünya vatandaşından daha güvenliydi. Herhangi birinden çocuk yapmadığı sürece… varsın bu gezegende yaşasınlardı. Yiğit dışında kimseden de çocuk yapacak değildi. O halde… yaşasın uzaylı kardeşliği!

Keşke her soruna bu kadar kolay çözümler bulunsaydı…

Çiçekleri suladı. Yan odayı gözden geçirip her şeyin yolunda olduğundan emin oldu. Sandalyesine oturup kahvesinden bir yudum aldı.

Çın.

“Günaydın Selen.”

Arkasından günaydın diyene kadar odasına geçmişti bile Serkan Atak. Her zaman acelesi vardı, her zaman koşardı. Tuvalete bile koşarak gittiğini gördüğünden bu yana, adamın hayatın hızına yetişmekle ilgili bir sorunu olduğuna karar vermişti Selen. Onu yavaşlatmak yerine kendisi de onunla koşmayı tercih etmişti.

Adam tam bir işkolikti. Hayatında başka bir şeye yer vermek istemiyordu. Mobilya tasarımları yapmaya dalarak evlenmeyi unutmuş ama otuz yedi yaşına geldiğinde dört büyük şehirde mağazaları olan bir marka yaratmayı başarmıştı. Atilya. Hırsı, beklemekten sıkılan sevgilisini kaybetmesine yol açsa da üzüntüsünü hemen yeni tasarımlarıyla bastırmıştı.

Sekiz ay önce işe başvurduğunda, Selen’in referansı Ahmet Ünsal’dı. Serkan Bey’in de tanıdığı, saygı duyduğu adam, Selen’in işe alınmasında etkili olmuştu. “Onun gibi bir pırlantayı önce oğluma şimdi de sana kaptırdım,” demişti. Bütün sınırlar bu cümle ile çizilmiş, Selen Ünsal Ahmet Ünsal’ın kanatları altında olduğunu bilmeden işe başlamıştı.

Yapışık ikiz gibiydiler. Serkan Atak nereye, Selen Ünsal oraya. Adam evinin idaresine kadar her şeyi Selen’e yıkıp tasarımlarına gömülmüştü. Selen de geri kalan her şeyi onun adına sorunsuz yürütmüştü.

Güzel iş, karşılığında iyi bir para… Mutlu olmasa da rahattı.

Ahmet Bey ile sadece bir kez karşılaşmışlardı. O da geçen Kasım ayındaki mobilya fuarındaydı. Ona çekinik bir sesle Yiğit’i sormuştu. ‘İyi’ cevabının ‘Nasılsın’ sorusuyla paket halinde kullanımının yaygın olduğu riyakâr bir dünyada eli yine bomboş kalmıştı. Oysa sorularını art arda dizebilirdi.

”…elini kullanabiliyor mu…”

“…yürümesinde aksama var mı…”

“…rahat konuşabiliyor mu…”

“…ona kim bakıyor…”

“…gece üstünü açıyor mu…”

“…zeyra eve geliyor mu…”

“…beni hiç düşünüyor mu…”

“…bla…”

“…bla…”

“…bla…”

‘İyi’ cevabının sonrasına bunlar sorulamıyordu. İyi. Ne kadar iyi? Selen kadar iyi mi mesela? O zaman pek de iyi sayılmaz. Öyle değil mi?

Sadece, “Çalışmaya başladı mı?” diye sorabilmişti ardından. “Evden…” cevabı yine bir şey söylememişti ona. Yiğit solaktı, zaten bilgisayarda her türlü çizimi yapabilirdi. Sorunun aslı, ‘Hayatına devam etti mi?’ idi… O da arada kaynayıp gitmişti.

‘Artık bunlar seni ilgilendirmez,’ denmemiş olsa da öyle algılamıştı Selen. Ahmet Bey’in bunu söylemediğinin farkındaydı. Ama sanki sufleyi arkadan Yiğit veriyor, bütün kapılar yüzüne kapanıyordu.

Gözlerine dolan yaşları gizlemek için uzanıp adamı yanağından öpmüş, “Altı boş değilmiş.” diyerek hızla alandan ayrılmıştı.

Niye yapmıştı ki bunu? Yiğit’e söylemesi için mi? “Aylarca düşünmüş, sana olan sevgisinin bir yanılsama olmadığı sonucuna varmış,” demesini mi ummuştu? Her ne umduysa, işe yaramamıştı zaten. Yiğit onu ne aramış, ne haber göndermişti. O hayatına devam etmiş olmalıydı. Takılıp kalan kendisiydi.

‘Düşünme.’

Tamam. Düşünmeyecekti. Akşamüstüne kadar düşünmüyormuş gibi yaptı.

“Çıkalım mı?”

Asansöre varmıştı bile patronu bunu söylediğinde. Çantasını kapıp peşinden koştu. Pınar Süren’in yeni tasarımlarını görmek için özel bir davete gideceklerdi. Bu dünyanın gizli bir kuralıydı bu. Önce tasarımcılar birbirlerine hava atacaklardı. Piyasa bundan sonraydı.

Pınar Süren’in daveti özellikle önemliydi çünkü o Serkan Bey’in sınıf arkadaşı ve evlenmeyi unuttuğu sevgilisiydi. Adamın hala ona karşı duyguları olduğuna emindi Selen. Sadece aşkı ve işi bir arada sürdürmeyi becerememişti.

Salona girdikleri an sıkıldı. Ait olmama duygusu her hücresinden fışkırıyordu. Doğallığı, yapının içindeki her metrekarede aykırı kalıyordu. Şık giysiler… Ağır makyajlar… Ağdalı sesler… Sinsi gülüşler… Gereksiz kahkaha ya da susuşlar…

O, Serkan Atak’ın kolundaki serumu tutan askıydı. Olmazsa olmaz ama kimseye görünmez.

Hastaneden aklında en çok kalan, o askı olmuştu. Parlak metal… İnce uzun… Yatağın kenarında öylece duran… Kendisine en yakın bulduğu nesne o olmalıydı. Bir daha dünyaya gelirse, tercihini serum askısı olmaktan yana kullanacaktı.

Odadaki insanların şu an aklından geçirdiklerini bilseler ne diyeceklerini düşünüp güldü. Ve gülümsemesi, kendisini seyreden bal rengi gözlere takılı kaldı. Hayali bile güzeldi. Hayaldi, değil mi? Değildi.

Bir dakika? On dakika? Yirmi saniye? Bütün bir hayat? Bal küpünde boğuluyordu. Ne kadar güzel bir ölümdü. Sıcak, yumuşak, sarmalayan, bütünleşen, en gizli hücresine sokulacak kadar samimi…

Gülümsemiyordu ama çok güzeldi. Hangi duyguyla bakıyorsa Selen’e… çok güzeldi.

Sonra o gözler aşağı indi, durgunlaştı, sıcaklığını yitirdi. Tekrar yukarı çıktığında Sibirya soğuğu diye tanımlanan soğuğun ne olabileceği hakkında Selen’e fikir verdi.

Ne olmuştu? Ne yanlış yapmıştı? Yiğit neden bir anda buza dönmüştü?

Sağ elini beli hizasında kaldırdı Yiğit. Sağ eli. Felçli eli. Hareket ettirebiliyordu! Mutlu olacaktı tam…  Sol el sağ ele gidip yüzüğe dokundu. Çevirdi.

Yüzük… Kan, Selen’in bedenini o anda terk etti. Yüzük. Sol el yüzüğü sağ elden çıkardı, avucunun içine hapsedip sakladı… Ve cebine koydu.

Yüzük. Bu sabah çıkarmıştı. Parmağı acıdı. Sağ elinin ikinci parmağı kesilmiş gibi acıdı. Yumruk yaptı elini. Eli acıdı. Kolu acıdı. Omzu… Boynu… Boğazı… Nefes alamadı.

Ve kırmızı ojeli bir el, lacivert takım elbise üzerinde olabilecek en çirkin görüntüyü sergileyerek Yiğit’in koluna dokundu. İpnotize olmuşçasına ojelere baktı Selen. Biri… Bir kadın… Yiğit’e dokunuyordu. Kendisinin hiç yapmamış olduğu şeyi yapıyordu. Onu sahipleniyordu.

Ojelerin devamında pürüzsüz bir ten ve güzel bir beden vardı. Dişi bir beden. Selen’in olmadığı türden. Selen’in bilmediği bir türden. Kızıl saçlar omuzlara dökülmüştü. Güzel bir yüz o saçların arasına yerleşmişti. Selen’in bir ay içerisinde ancak kullanacağı makyaj malzemesi o yüze bugün sürülmüştü.

Dehşet içerisinde bakıyor olmalıydı. Ama kimse onunla ilgilenmediğinden bunu gören olmadı.

“Yiğitciğim seni Serkan’la tanıştırayım… Serkan benim…”

Pınar Süren imiş. Serkan Bey’in sınıf arkadaşı olduğuna göre otuz yedi yaşlarında olan bu kadın, kendinden küçük bir adama… Yiğit’e Yiğitciğim diyordu. Selen bile ona böyle seslenmemişken bu kadın ona nasıl böyle hitap edebiliyordu?

Kadın Yiğit’i Serkan Bey’le tanıştırdı. Yiğit yanında duruyor ve adamla el sıkışıyordu. Kadın Yiğit’e yaslanıyordu.

“Yiğit Ünsal son projesinde benim tasarımlarımı kullanıyor.”

Serkan Bey’in susup kendisine baktığını fark etmekten çok anladı. Soyadlarından ilişkiyi kurmuş olmalıydı.

“Selen.” derken elini omzuna koydu patronu. “Selen Ünsal. Hayatımı kolaylaştıran tek kadın.”

Bu kez kadın sustu. O Yiğit’i, Serkan Bey de kendisini birbirlerini üzmek için kullanmış olmalıydılar. Ama üzülen sadece Selen olmuştu.

Yiğit hiç konuşmadı. Sesi kulaklarında yoktu. Sonrasında da sadece patronu ve kadının sesleri duyuldu. Selen, Yiğit’i bugün burada kaybettiğinden başka bir şey algılayamıyordu.

Arkasını döndü. Kimsenin kendisiyle ilgilenmediği belliydi. Onlar da Selen’in umurunda değildi.

Kapıdan çıkıp önünde yavaşlayan taksiye işaret etti ve bindi. Eve gitmek, kapısını kapatmak ve uyumak istiyordu. Sonsuza kadar uyumak…