Perşembe Bölüm 30
Sanki evren ona olumlu cevap vermiş gibi hasta oldu Selen. Grip. Önce yirmi dört saate yakın uyudu. Ne telefonları duydu, ne kapı zilini. Komada gibi… Ölü gibi… Belki ruhu artık yaşadıklarını kaldıramadığından, kendisini korumaya aldı.
Bir sonraki gün gözlerini açabildi ama ateşi vardı. Boğazı şişti. Yataktan çıkacak gücü yoktu. Sürünerek tuvalete gitti. Dakikalarca yatağa dönebilmek için güç toplamaya çalıştı. Telefonundaki onlarca cevapsız çağrıya mesajla döndü. Hastayım. Uyuyorum. Sürünerek yatağa geri döndü ve bir on saat daha uyudu.
Çarşamba akşamı girip Cuma sabahı çıktığı yatak savaş alanı gibiydi. Huzursuz uyku, kâbuslar, çırpınmalar, ateşin sebep olduğu sayıklamalar… Yalnız olunca insan kendini hepten bırakamıyordu. Bilincinin derinlerinde hepsini izlemişti.
Şimdi iyiydi. Ama işe gidemezdi. Telefonu eline aldı. Şarjı bitmiş, kapanmıştı. Şarj kablosunu takıp banyoya gitti. Duvara yaslanarak alınan bir duş… Havluya sarınarak ertelenen yorucu giyinme işlemi… Mutfak dolabında bulunan hazır çorba… Bardağa koy, üstüne su, mikrodalga… Elinde bardakla yatağa geri döndü. Yatak çarşafını değiştirmeye gücü yoktu. Uzun oturup çorbasını içti. Telefonu açtı. Serkan Bey araması gereken tek kişiydi.
“İyi misin Selen? Neyin var? Öldüm meraktan!”
“Ateşlendim ve uyudum. Şimdi daha iyiyim ama bugün de gelebileceğimi sanmıyorum Serkan Bey.”
“Deli olma Selen! Pazartesine kadar dinlen. Çok gerekmedikçe aramam bile ben seni.”
Gerekirse arayacak yani.
“Tamam Serkan Bey. Başka bir şey yoksa…”
“Tabii tabii, dinlen sen. Kapadım ben.”
Telefonu elinden bırakıp yeniden yattı Selen. Uyku… O anda en sevdiği… tek isteği…
Geri plandaki ses kulaklarını tırmalayınca zorla açtı gözlerini. Telefon… Serkan Bey…
“Efendim.”
“Selen! Çok şükür! Açmayacaksın diye korktum! Meral Hanım’ın evinin fotoğraflarını sildim yanlışlıkla! Yardım et!”
Meral Hanım. Komik saçlı kadın. Sıkıldıkça evini yıktırıp yeniden yaptıran ruh hastası.
“Mailimde var Serkan Bey. Şimdi gönderirim.” Susamıştı. Acıkmıştı. Tuvalete gitmeliydi. Güç bela yataktan kalktı.
“Sen bir meleksin. Sen olmasan…” falan filan artık ne diyorsa. Tuvalete girmek için adamın konuşmasının bitmesini bekleyemedi. Adam kapattığı anda da doğanın çağrısına uyarak kendini bıraktı. Bedenindeki gereksiz sıvı bacaklarının arasından akıp gitti. Öyle rahatlatıcı bir histi ki telefonun da bacaklarının arasından süzülüşü bir an ona bu işin bir parçası gibi göründü.
Plopf.
‘Hayır.’
‘Hayır hayır. Bu olmadı.’
‘Gözlerimi kapattım açtım bak! Olmadı. Yataktayım hala uyuyorum. Kâbus bu.’
‘Telefonumu suya düşürmüş olamam. Bunu yapmış olamam. Bu kadar gerzek olamam. Hayır ya! Hayır ya!’
Gerçekler çırpınmakla değişmiyordu elbette. Yerinden kalktı, sifonu hiç bakmadan çekti. Ellerini yıkayıp yüzüne biraz su çarptı. Işığı söndürüp odaya gitti ve yatağa girerek gözlerini kapattı.
Düşünmeliydi. Düşünmeliydi. Ev telefonu vardı ama arayacak kimsesi yoktu. Olsa da numarasını bilmezdi. Akıllı telefonlar sevdiklerimizin telefon numaralarına bile el koymuştu.
Evden çıkamazdı. Daha kapıda düşüp kalırdı. Yalnız yaşamak çok kötüydü. Yiğit olsa ona bakardı. Yiğit olsa o bu kadar kötü olmazdı ki. Daha ateşi çıkarken hastanenin yolunda olurlardı. O asla, ‘grip olmuşsundur, dinlenirsen geçer,’ demezdi. ‘Her şey olabilir, hemen önlemimizi alalım,’ derdi.
Kilo vermişti. Neredeyse on kilo kadar. Eskiden de kilolu değildi ama almaya yatkın olduğunu belli ederdi. Şimdiyse… çok fitti.
Yüzüğü hala parmağındaydı. Hele o ilk bakışı… Özlemiş gibi. Severmiş gibi. Bakışlarında bunu görmüştü. Gerçekten. Ve Yiğit ilk olarak yüzüğe bakmıştı. Canı acıdı. O anı hatırlamak istemiyordu.
Gücünü toplayıp yataktan kalktı ve aynasının önündeki kutuyu eline aldı. İşte içindeydi. Yüzüğü… Parmağına geçirdiği an içinde bir yerler yatışmış gibi hissetti. Çalkalanma durulmuş, bulantı dinmişti.
‘Artık iyileşirim,’ diye düşündü. ‘İyileşirim.’
Sanki bedeni gerçekten de o halkaya ihtiyaç duyuyormuş gibiydi. Mutfağa gidecek gücü kendinde buldu. Biraz kızarmış ekmek. Hasta çorbası… Biraz daha iyiydi. İkinciyi de yaptı. Artık daha da iyiydi.
Serkan Bey. Telefon. Mail. Düşün Selen.
Evden çıkamazdı. Evde bilgisayar yoktu. Sadece… Hastaneden getirdiği dizüstü. Yiğit’in bilgisayarı. Günlük… İlk ay defalarca yeniden okuduğu… Ve yeniden… Ve yeniden… Her satırını ezberlediği… Sonra daha açarken ağlamaya başladığı… Pes edip dolabın dibine fırlattığı…
Tamam. Yine başlamayacaktı elbette. Hem ağlamayacaktı, hem günlüğü okumayacaktı. Sadece tarayıcıyı açacak, mailine girecek, Meral Hanım’ın mailini Serkan Bey’e iletecek ve kapatacaktı. O kadar.
Çalışma odasına gitti. Masanın kapaklı dolabına sakladığı yerden bilgisayarı çıkarıp yatağa geri döndü. Prize takıp çalıştırdı. Açılmasını beklerken de yatağa iyice yerleşti.
Okumayacaktı. Programı açmayacaktı bile. İnternete giremeyince, cihazın kablosuz özelliğini çalıştıran düğmeyi açtı. Tamam. Otomatik olarak bağlanmıştı.
Bilgisayarınız güncelleniyor.
Of. Tabii, hastaneden sonra bununla hiç internete bağlanmamıştı. Bir senedir ellenemeyen bilgisayarın güncellenmesi bitmezdi şimdi. O bitmeden de bilgisayarı kapatamazdı.
Mailine girip göndermesi gereken maili gönderdi ve tarayıcıyı kapattı. İşi bitmişti. Gözleri Belgelerim klasörüne takılsa da çevirdi bakışlarını başka yere.
Bir kutu daha açıldı ekranda.
Advanced Diary güncelleniyor.
Ne?
Günlüğü okuduğu programdı bu. Yapma! Yapma! Güncelleme! Ya içindekiler giderse! Ya Yiğit’in yazdıklarını kaybederse!
Gözleri ekrana kilitli, işlemin bitmesini korkuyla bekledi Selen.
Bilgisayarınız yeniden başlatılıyor.
Lütfen! Lütfen! Silinmemiş ol lütfen!
Ekran yeniden açılır açılmaz klasöre girip dosyaya tıkladı Selen. Açılana kadar da nefesini tuttu.
Bunayacak kadar yaşarsam, bu Günlük, her ayın üçüncü Perşembe günü Zeyra’ya gitmem gerektiğini hatırlatsın bana
Derin bir nefes aldı. Aldığı nefes, ekran kaymaya başlayınca içinde kaldı.
25 Mayıs. Bugün. Tamam, sorun yoktu galiba. İnternete bağlı olduğu için bilgi girişi yapılan ilk sayfada kalmamış, güncel güne gelmişti. Alışkanlıkla ekranı aşağı yukarı kaydırdı. 24 Mayıs. Yüzüğünü çıkarmış.
Ne?
24 Mayıs. Yüzüğünü çıkarmış.
Ne!
Ne kadar süre nefes almadan ekrana baktığını bilmiyordu. Hayalet görmüş gibiydi. Bembeyaz. Korkmuş… Programı kapatıp mutfağa attı kendini. Büyük bir bardak su… İçi yanıyordu.
Aklı tıkır tıkır çalışıp ne olmuş olabileceğini anladığı an neredeyse bayılacaktı. Günlük bulutta saklanıyor, bu bilgisayar internete bağlandığı için de güncelleme yapıyordu! Yiğit programı kullanıyordu!
Koşarak içeri gitti. Yeniden program dosyasına baktı. Boyutu öncekinden daha büyüktü. Tıklayıp açtı. Menüsünü karıştırıp ‘Tarihe Git’ komutunu çalıştırdı. En son 19 Mart 2009 tarihini okumuştu.
ilk banktaki siyah saçlı kızın yanına otur
ve ona gülümse.
Hepsi bu.
20 Mart’a tıkladı… Boş.
21 Mart. Boş.
22 Mart. 23 Mart. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. Boş.
Nisan 2009. Tık. Tık. Tık. 30 tane. Boş.
Mayıs 2009. Tık tık tık tık… Boş.
Haziran. Temmuz. Aylar ilerledikçe heyecanı duruldu, tıklamaları otomatikleşti. Artık her günde bir şeyle karşılaşmaktan çok, yine boş olmasını bekler oldu.
2010.
2011.
Her birinde 365 tık.
2012.
2013. Durdu.
‘Tarihe Git’ 4 Mart 2013.
Açılan sayfadaki o tek satıra bakakaldı.
Bunun böyle olacağını biliyordum.
4 Mart. Selen’in işe başladığı ilk gün. Selen’in Yiğit’i gördüğü ilk gün. Selen’in âşık olduğu gün.
Tık. 5 Mart.
İşte şimdi sıçtım.
Neden? Kendisinden ne kadar etkilendiğini ona çekinmeden gösterdiği için mi? Ona hayran olduğu, yanında eli ayağı boşaldığı için mi?
Oysa tek bir ters bakışında bitirirdi. Bir daha ona hiç bakmazdı. Sıçmaksa onun için Selen’in aşkı… işten bile ayrılırdı.
Siniri bozularak günlüğe bu satırın ne zaman eklendiğini kontrol etti. 5 Mart 2013. Sonradan değil. Yaşandığı gün…
Zeyra’yı hatırlamazsam diye günlük tutup işe başladığı gün Selen için mi yazmıştı bunları? Yoksa kendisiyle hiç alakası yok muydu? Herhalde. Bu iki tarih tamamen tesadüftü. Bunlar Zeyra ile ilgili olmalıydı.
Tık. 6 Mart.
Hayatımda gördüğüm en güzel şey. Küçücük daha. Sadece yirmi iki yaşında. Fiziken benden altı yaş ama ruhen daha da fazla küçük.
Kendisinden bahsediyordu. Yiğit kendisi için yazmıştı bunları! Gözleri ilk satırda defalarca… defalarca… defalarca dolaştı. Hayatımda gördüğüm en güzel şey. Kendisi için demişti bunu. Selen için böyle hissetmişti.
Oysa ilk gün asansörden çıkışında yanındaki duraklama dışında hiç bakmamıştı Yiğit ona. Hiç. Konuşması gerektiğinde gözlerine bakmadan yapmıştı bunu. Daha çok, elindeki dosyaya ya da pencereden dışarıya bakarak. Selen’e kendisini yok gibi hissettirmişti.
Selen hayatının sonuna kadar o satıra bakabilirdi. Hem gözlerini ayırmak istemeyecek kadar muhtaç, hem daha fazlasını okuma ihtimalini geri çeviremeyecek kadar açtı.
Tık. 7 Mart.
Şeytan diyor ki… Sok ellerini o kıvrım kıvrım sarı saçlarının içine… çek o tapılası yüzü kendine… Heyecandan parıl parıl parlayan o kahverengi gözleri öp.
Öldürecek bu kız beni. İnanılmaz bakıyor. Ah o gözler.
İlk gördüğüm an biliyordum… Oydu. O.
Sayfayı yerinden oynatmadı bile Selen. Yan taraftaki yastığın üzerine koydu bilgisayarı. Yerine uzandı. Üzerini örttü. Gözlerini ekrandan ayırmadan dakikalarca o üç günü yaşadı. Tekrar tekrar. Gözleri kapanırken, Yiğit ellerini saçlarının içine sokmuş, gözlerine bakıyordu…