Perşembe Bölüm 11

Perşembe Bölüm 11

İki hafta önce, kimse Selen’i Yiğit’in uyandığı günde o odadan çıkaramazdı. Hiç kimse. Bir kenarda olsun durur, yine de onun nefesini gözleriyle içerdi.

Bugün?

Selen içeri bakmaya bile korkuyordu. Ruhu yabancıydı ve bu da en az eğreti olmak kadar yaralayan bir duyguydu.

Şaşkınlığı durulunca, ilk iş Ahmet Bey’i aramıştı. ‘Yiğit uyandı!’ Koşarak gelen adam on yaş daha genç görünüyordu. Rahatlamış, kendini bırakmıştı. Dökemediği korku gözyaşları şimdi mutluluk kisvesine bürünmüş olarak serbest kalmıştı. Ahmet Ünsal özgürce ağlıyordu.

Sonrasında, bir başka korku yerleşmişti adamın yüreğine. Tedirgin gözleri içeri girip çıkan her doktorun, hemşirenin yüzünde cevaba dair bir ipucu aramıştı. Nasıl bir Yiğit bekliyordu onları odada?

Dile getirmiş olsaydı bunu, Selen söylerdi ona. ‘Korkmayın, o her zamanki Yiğit,’ derdi. Bunu doktorlara bile söylerdi. Onun tahlillere, tetkiklere ihtiyacı yoktu. Çünkü Yiğit uyandığında, kısa bir an için bile olsa gördüğü bakışları hala aynı güce sahipti. ‘Gel,’ diyen bakışlardı. ‘Bana gel.’

Odada gözlerini bir an olsun ayırmamıştı Selen’in üzerinden. Ne içeriye doktorlar doluştuğunda, ne etrafı sarıldığında, ne kişisel alanına teklifsizce girilip bedeni hoyratça incelendiğinde… O, sadece duvara yığılırcasına yaslanmış karısına bakmıştı.

Söylediklerini duymuş muydu? Uyurken de aslında duyuyor muydu? Selen’in gideceğini anlamış mıydı? Gitmesi gerektiğini… Başka seçeneği olmadığını…

Neden sonra hemşirelerden birisi Selen’i fark edip dışarı çıkmasını istemişti. Sonrası, saatler süren bir trafikti. Girenler, çıkanlar, sedye ile götürülüp getirilmeler, tüpler, kanlar, tahliller, anlamsız deyimler, kelimeler…

Gece dönmüş, gün ağarmış, yaşam rutinine kavuşmuş, Selen ve Ahmet ise sadece beklemişlerdi. Sonunda, doktorlar müjdeyi vermişti. Her şey yolundaydı. Kalıcı hasar yoktu. Beyin, fonksiyonlarını yerine getiriyordu. Evet, Yiğit konuşmuyordu ama bu da zamanla hallolurdu.

Yiğit bu sürenin çoğunda uyumuştu. Ahmet ve Selen onu sessizlikleriyle sarmalamış, kendisini güvende hissetmesi için bir an olsun yalnız bırakmamışlardı. Hortumlar, kablolar çıkınca ortam daha insancıl bir görünüme bürünmüştü. Yiğit’in nefesi özgür kalmıştı. Sadece bu bile yaşamın ölümü alt ettiğini gösteriyordu.

Herkes gidip gece bir kez daha indiğinde, odada Yiğit’le tek başına kaldı Selen. Uzun zamandır ilk kez… İki hafta önce olsa, çoktan Yiğit’in yanına uzanıp sokulmuştu onun bedenine. Herhangi bir noktasının ona değmesi yeterliydi. Ayağı, bacağı, dizi, eli, dirseği… Neresi olursa. Nefesi onun omzuna dokunsa yeterliydi. Ona çarpıp geri döner, Selen de onu yeniden içine çekerdi.

Şimdi, yatağın yanındaki sandalyeye oturmuş uyuyan kocasını seyrediyordu. Kocası. Yabancısı…

“Sevmeyi çok iyi biliyorum da, gitmeyi hiç bilemiyorum. Sen biliyor musun nasıl gidildiğini?”

Zeyra’dan gitmiş miydi acaba? Yoksa Zeyra mı Yiğit’ten gitmişti? Bunu öğrenemeyecekti artık.

“Yarın Perşembe. Sadece sana ait olan günün. Ama gidemeyeceksin sevgili Zeyra’na.”

Ufak bir kıpırtı aradı Yiğit’in yüzünde. Bir tepki… Duyduğuna dair bir ipucu… Yoktu.

“Sinsi bir doyum hissetmeliydim bu yüzden. Ama hissedemiyorum. Neden biliyor musun? Senin yüzünden değil. Zeyra yüzünden. Gitmezsen ne olacak Yiğit? Neden bu kadar önemli? Gitmezsen… O üzülecek mi?”

Günlüğü okuyabilmiş olsa bilirdi. Ama artık okuyamazdı.

“Bir ad vermezsen önemsizleşeceğini sandığın ihanetine şahit olduğumdan beri, sanki Zeyra ben oldum. Hani okuduğun bir romanda ana karakterin yerine koyarsın ya kendini… Öyle. Beni aldattın sanki. Benim canımı yaktın. Zeyra’ya ‘tenime bundan sonra senden başka hiçbir ten dokunmayacak’ diye söz verip bana dokundun. Benimle de aldattın onu. Canım acıyor. Hem onun için, hem kendim için…“

Bir ruh hastasına mı dönüşmüştü dört yılda? Söyledikleri kendi kulağına bile garip geliyordu. Ama içindekiler buydu.

Ya da belki… Yiğit’in Zeyra’ya duyduğu sevgiden kendisine pay çıkarabilmek adına kızı sahipleniyordu. Onun sevgisini biraz olsun hissedebilmek için…

Ayağa kalkıp Yiğit’e baktı bir süre. “Seni seven kadını bir dilenciye dönüştürme hakkını kim verdi sana?”

Kadın kapıdan
çıkıp giderken, acının sessiz bir çığlık olup bir damlada birikerek kendisini damıtan
bedenden dışarı taştığını, hafifçe uzayan sakalların arasından kendisine yol
açarak yer çekimine kapıldığını, en dipte boşluğa yuvarlanıp beyaz bir kumaşın
içinde yok olup gittiğini gören olmadı.

Arabanın içerisinde ne kadar süreyle oturduğunu hiç bilmiyordu genç kadın. Ne yapacağını da bilmiyordu. Ne yapmasının doğru olduğunu da… Hiçbir şey bilmiyordu.

Sabah evden çıktığında hastaneye giden yola sapamamıştı. Düz gitmiş, oradan da olmaması gereken tek yere gelmişti. Ne diyorlardı ona? Koordinat mı? Yanlış bir koordinatta olduğu kesindi.

Parkı ve evi uzaktan görebileceği şekilde kaldırıma yanaştı. Etraf sessiz ve ıssızdı. Saat yedide bu sokaktaki hayat henüz başlamıyor olmalıydı.

Saçmalıyordu, değil mi? Yiğit her Perşembe sabah yedide evden çıkıyor diye, buraya geliyor olması gerekmiyordu. Belki Zeyra ile başka yerde buluşuyordu. Belki Zeyra başka bir evde onu bekliyordu. Belki Zeyra yoktu, yaşamıyordu. Belki Yiğit bir mezarlığa gidiyordu.

Her ay mı? Her ayın üçüncü perşembesi mi? Anmak için çok da anlamlı bir rutin değildi. Yaşananın bir anma olmadığına da neredeyse emindi Selen.

Zeyra vardı. Yiğit Zeyra ile buluşuyordu. Nerede ve neden? O meçhuldü.

İçi daralarak arabadan dışarı çıkıp biraz ayaklarını hareketlendirmek istedi. Parka doğru yürüyüp içeri girdi. Ah evet, işte meşhur bank buydu. Hemen evin altındaki… Satırlar zihninde uçuşup bir film sahnesi gibi Zeyra ile Yiğit’i taşıdı gözlerine. İkisine baktı bir süre. Sonra oturdu Zeyra’nın oturuyor olması gereken yere.

Bir süre gökyüzünü seyretti. Ne vardı acaba Zeyra’nın bu kadar ilgisini çeken? Gece olsa yıldızlar görünürdü. Ya gündüz?

Babası gelmiş miydi acaba? Yiğit’le tanışmış mıydı? Geldiğinde Zeyra parkta mıydı, evde mi? Yarıda kalmış bir hikâye okumanın burukluğuyla içini çekti. Selen’in payına da Zeyra ile Yiğit’i merak etmek düşecekti belli ki.

Parkın kapısından girip banka doğru yürüyen kadını algıladığı an nefesi kesildi Selen’in. Tanrım, Zeyra idi o, evet. Aynen Yiğit’in anlattığı gibi. Sadece artık yirmisinde değil yirmi dokuzundaydı ama buna kimse inanmazdı. Yirmi yaşında olduğunu söylese kimse buna karşı çıkmazdı.

Yanına yaklaşırken kızın gülümsüyor olduğunu fark ederek Selen de gülümsemeye çalıştı. Lanet olsun, çok hazırlıksızdı buna. O sadece bakacaktı. Uzaktan bakıp bir fikir edinecekti. Kocasının sevgilisiyle tanışmak hiç hesapta yoktu.

“En güzel bank bu, değil mi?”

Ah Tanrım, ne demesi gerekiyordu? Kekeleyerek onaylama anlamına gelebilecek bir şeyler mırıldanıp sustu. Gözlerini yanına oturup kendisine gülümseyen kadından ayıramıyordu.

Zeyra Selen’e baktı… Baktı… Öyle duru bir yüzü vardı ki, Selen kadının bir an gerçek olmayabileceğini bile düşündü. Teni dışında her şeyi siyahtı. Saçı, gözü, kaşı, kirpikleri, giysileri… Ama o ten öyle duruydu ki bütün o siyahlar üzerinde en zengin renkten daha fazla parlıyordu. Bu kadın çok güzeldi. Gerçek olamayacak kadar hem de.

“Benden neden çekiniyorsun?”

Saçma bir kahkaha kaçıverdi Selen’in ağzından. Verebileceği çok cevabı vardı. Kocam beni değil seni seviyor, diyebilirdi mesela. Sen varken beni neden sevsin ki zaten, diyebilirdi. Çok güzelsin, seni ben bile sevmek isterdim, diyebilirdi. Çok mutsuzum, ağlamak istiyorum, sarıl bana diyebilirdi. Ben nasıl yaşayacağım bundan böyle diyebilirdi.

“Seni üzüyorum. Ne yaptım ben?”

Kaşlarını çatmış, üzüntüyle bakıyordu artık Selen’e. Toparlanmak zorundaydı. Her şeyi mahvedecekti.

“Senin yüzünden değil. Seninle ilgili değil. Yanlış anlamana neden olduysam üzgünüm.”

Neden hiçbir şey normal değildi? İnsanlar yeni tanıştıkları, hatta tanışmadıkları birileriyle bu tür diyaloglara girmezlerdi. Onlar nasılsınız, iyi misiniz, hava ne kadar güzel değil mi, derlerdi.

“Ama çok üzgünsün. Ben görüş alanına girmeden önce öyle değildin.”

“Toparla kendini Selen!”

“Hayır, gerçekten seninle ilgisi yok. Bir yakınım kaza geçirdi, hastanede yatıyor. Bu yüzden üzgünüm.”

O yüze yerleşen anlayış, sıcaklık, sevgi çarptı geçti Selen’i. Bu kadının her şeyi gerçekti. İlgisi, kaygısı, sevgisi… Bu kadın… Çok gerçekti.

Gözlerinden damlamaya başlayan yaşları durdurmaya yeltenmedi bile. Dört seneye aitti o yaşlar. Durdurulamazdı. Selen de uğraşmadı. Hiç ses çıkarmadı. Hıçkırmadı. Zeyra’ya bakarak öylece ağladı.

Önce gökyüzüne baktı Zeyra, ardından dönüp arkasındaki eve… “Keşke…” dedi. Gözlerinde gerçek bir ilgi ve çaresizlik vardı. “Keşke babam ya da kocam burada olsaydı. Onlar sana yardımcı olurlardı.”

Hayır, hayır, hayır, hayır. Üzerine çöreklenen panikle dehşete kapılan Selen artık hiç susamamaktan korktu.

“Babam fizik mühendisi. Doktor tanıdıkları çok.”

Arkasını dönüp evi işaret etti. “Kocam da bu evin sahibi. Birazdan gelir. O da yardım eder yakınına.”

Kocam.

“Bayılma Selen. Sakın. Sakın.”

Bilincinin kaybolmak üzere olduğunu hisseden genç kadın dizlerinin üzerine eğilerek derin nefesler aldı. Bayılmayacaktı. Burada değil. Zeyra’nın önünde değil.

Bir an koşa koşa uzaklaşmayı, şehri, ülkeyi terk etmeyi istedi. Bir sonraki an, koşa koşa ölmeyi istedi. Saçını okşayan elleri hissettiği an ise, Zeyra’yı sevmemek diye bir seçeneğin olmadığını çoktan anlamıştı.

Kocam…

‘Bunayacak kadar yaşarsam, bu Günlük, her ayın üçüncü Perşembe günü Zeyra’ya gitmem gerektiğini hatırlatsın bana’

Aklında dönüp duran cümleler arasında bunalmışken, içindeki karanlık bir anda dağılıverdi. Neden Yiğit’e güvenmeyi seçmiyordu ki? O hayatı iki karısı arasında mekik dokuyarak geçirecek bir adam mıydı ki? Selen onu böyle mi sevmişti? Selen bunu mu sevmişti?

Hayır.

Selen’in bilmediği bir şey olmalıydı. Eğer bu Yiğit’e aitse, kötü bir şey olamazdı.

Güvenmek bir seçimdi. Yiğit’e değil, kendi seçimine güvenmek. Eğer Selen Yiğit’i seçmişse, Yiğit kötü olamazdı.

Bedenini kaldırıp derin nefeslerle soluklarını kontrol altına almayı başardı.

“Aslında,” dedi… “Ben de sana kocandan haber getirmiştim.”

Gülümseme anında yerleşiverdi narin yüze.

“Benim yakınıma yardım ettiği için, şu anda hastanede. Bugün gelemeyeceğini söylemem için buraya gönderdi beni.”

“Ah, tamam o zaman. Babamı bekler, sonra giderim ben de.”

Işıl ışıldı. Pırıl pırıl. Bir insan için çok fazlaydı. Çok iyi, çok sıcaktı. Zeyra’yı sevmekten başka hiçbir duygu yeşeremezdi içinde.

“Biraz daha seninle oturabilir miyim?”

Sıcacık bir gülümsemeyle “Çok sevinirim,” dedi kadın. “Ben Zeyra, sen kimsin?”

Selen’in de güzel gülümsemeleri vardı. Epeydir unuttuğu…

“Ben Selen.”

“Kesişen yörüngelerimize saygılarımı sunuyorum Selen.”

Pardon?