Perşembe Bölüm 10
‘O yalancı, sen ruh hastası.’
Belki. Kim bilir? Selen olarak kendi adına aşağılanıyor olması yetmezmiş gibi Zeyra adına da acı çekerek literatüre geçecek bir örnek oluşturuyor olmalıydı.
Selen şu an bilgisayarı kapatıp bu odadan ve Yiğit’in hayatından tamamen çıkmalıydı. Ama artık tek başına bırakmaya kıyamadığı kişi Zeyra idi.
İki gün sonra Zeyra’nın günüydü. Perşembeden önce, ona ne olduğunu öğrenmek zorundaydı.
Kapağı yeniden açtı. Satırlar karşısındaydı. Son cümleyi görmemeye çalışarak hemen altından devam etti.
Vaatler yetmemiş olmalı.
Sabah saatlerinde ben hala uyanıktım. Kollarım arasındaki kızın düzgün nefeslerle uyuyuşunu seyrediyordum. Hem bir çocuk hem de kadındı. Hem güçlü hem korunmaya muhtaçtı. Hem benim hem değildi.
Gözleri açılıp bana baktı. Gülümsemesini bekledim. O gülümsemeden gülümseyemedim. O öpmeden öpemedim.
Kollarımdan sıyrılıp kalktı. Gidiyordu… İtiraz edemedim.
Anahtarı almadı. Ona bakmadı bile. Kapıdan çıktı ve gitti.
Yılın sonunu evi Zeyra için düzenleyerek geçirdim. Yeni bir yatak, yeni çarşaflar, banyo malzemeleri, bornoz, terlik, kadın petleri…
Artık evimin kapısı kapanmıyordu. Ne gece, ne gündüz. Ve ben artık sadece parktaki banka değil, ön kapıya da bakmaktan evin içinde oturamıyordum.
Kar yağdı. Bahçeyi küredim. Parkta onun yürüyeceği yolu küredim. Bankın üzerini kuruladım. Parktan eve gelen yolu temizledim.
Yılbaşı için kimsenin teklifini kabul etmedim. Evde bekledim. Hediye olarak Zeyra’nın bir ağacın altında belirmesini diledim.
Yeni yılın dokuzuncu gününde yirmi dördüncü yaşımın bitişini tek başıma kutladım. Hediye olarak Zeyra’nın gelmesini diledim.
Kalan altı günde de Zeyra’yı uzaklaşırken gördüğüm yönde bin iki yüz yetmiş sekiz adım atarak evinin neresi olabileceğini bulmaya çalıştım.
Çok fazla seçenek vardı. Anayola çıkan, ara yollara giren, ormana devam eden… Çoğunu denedim. Hepsinde Zeyra’yı aradım. Bulamadım.
Perşembe günü kapıya çıkıp merdivenlere oturduğumda gün daha ağarmamıştı. Kar ince ince yağmaya devam ediyordu. Kürediğim yerler yeniden karla örtülmüştü. Üzerindeki bir karış kardan bankın rengi görünmüyordu.
Arka arkaya içtiğim kahvelerle güç topladım. Sonra botlarımı, eldivenlerimi giyip küreği de alarak kapı önünden itibaren küremeye başladım. Başlangıç benim evimdi, bitiş Zeyra’yı en son gördüğüm nokta. Orada durup küreğe dayandım ve yağan karın altında Zeyra’nın görünmesini bekledim.
İşte. Evinden gelen yola ait bir ipucu daha artık benimdi. Soldaki sapaktan dönmüştü.
Onu gördükten sonra hiç hareket etmedim. Sadece seyrettim. Adımları bana yaklaştıkça yavaşladı, yanımda durdu. Bu kez eldiven ve atkı da giymişti. Yine de üşümesinden korktum.
Kürediğim yola baktı, sonra yine bana. Kar taneleri kirpiklerine, saçlarına konuyor, eriyip onu ıslatmaya kıyamıyordu. Verdiği her nefeste ağzından çıkan buhar yeniden ona dönmeye çalışıyordu. Uzanıp yanağına dokundum. Başparmağımla tenini okşadım. Gözleri kapandı. Kirpiklerindeki karı kıskanıp dilimle onları uzaklaştırdım. Göz kapaklarını öptüm.
Onsuz geçen saatlerin her birinde sadece onu düşündüğümü bilsin istedim.
“Seni özledim.”
Kapkara gözlerindeki mahmurluğa vuruldum. Duyduğuna gülümsedi.
“Eve gidelim.”
Başıyla onayladığını gördüğümde; yanımda, hayatımda, bende duraklamadan yürüyüp gitmesinden aslında ne kadar korktuğumu anladım.
Bahçe kapısından içeri girerken özellikle arkada kaldım. Merdivenleri kendi çıksın, kapıyı kendi itsin, içeri kendi girsin istedim. Bunu yapmaya alışsın, benimsesin istedim. Zeyra yukarı çıkarken, evin kapısını da uzun zamandır ilk defa kapattım.
Gün boyu etrafından ayrılmadım. O gökyüzünü tanıdık bakışlarla seyrederken ben Zeyra’yı kendime alıştırmaktan başka bir şey düşünmüyordum ve içgüdüsel bir keşfimi uyguluyordum. Tek bir şey yap, bunu çok yap, alışmasını bekle. Normalleri arasına girdiğinden emin olmadan yeni bir şeye geçme.
Ona ilk başta seksle ulaşmıştım. Bu yüzden ilk adımı da hep dokunuşlarımla atmıştım. Oysa bundan sonrası benim için çok daha önemliydi. Onu konuşturmalıydım. Benimle konuşmaya, kendisinden bahsetmeye alıştırmalıydım.
Zeyra hiç konuşmuyordu. İlk günden bu yana onun zekâ düzeyi hakkında kuşkuya kapılabileceğim kadar suskundu. Tepkileri garip, yorumları sıra dışıydı. Tam bir çocuk zekâsına sahip derken, söylediği bir cümleyle ermişlere taş çıkartıyordu. Ama bu bir konuşma değildi. Sohbet ya da iletişim biçimi değildi. Zeyra bir sorunu çözmek için cümleleri kullanıyor, sonra sessizliğine geri dönüyordu.
Hakkında tek bir bilgi vermeden, bakışlarıyla her şeyi konuşmuşuz gibi hissettirmesi onu benim için özel kılıyordu. Zeyra benimle en büyük iletişimini susuşlarıyla kuruyordu. Sanki bütün kelimeler gözlerinden bana akıyordu. Ben cevabımı alıyordum. Geride tek bir soru kalmıyordu.
Telepati mi? Bilmiyordum. Sadece anlıyordum. Yine de, kendimi güvende hissedebilmem için kelimelere ihtiyacım vardı. Adımı ağzından hiç duymamış olmak canımı yakıyordu. Belki ben de onun için adsızdım. Belki hatırlamıyor, belki umursamıyordu…
Terasta oturduğu sürenin çoğunda onunla oynadım. Küçük kahvaltılıkları ellerimle yedirdim. Bitirdiğinde sabunlu bezle ellerini ve ağzını sildim. Kucağıma oturtup dakikalarca yüzünü öptüm. Ön sevişmenin ilk adımları etrafında dans edip asla ileri gitmedim. Akşamüstüne doğru kendi isteğiyle bana sürtünüyor, beni öpüyor, benimle sevişiyordu. Aklımı başımdan alıyordu.
“Kimim ben?” Yiğit, desin istiyordum. Canım, aşkım, bir tanem değil… Yiğit.
Açıldı siyaha yakın gözleri. Bana baktığı her saniyede ruhumun ele geçirildiğini hissettim. Görüyordu, anlıyordu, ne kadarına gücümün yeteceğini tartıyordu.
“Ait olmanın sahip olmaktan daha yüce olduğunu kavrayana kadar… Hiç kimse.”
İşte böyle, dünyadan tamamen kopuk olduğunu sandığım anlarda öyle şeyler söylüyordu ki, mutlak bir farkındalığın üzerine eklediği o yorumla benden beş adım ötede olduğunu hissettiriyordu.
Aslında tam şöyleydi galiba… Zaman onun için benden daha hızlı akıyordu. İkimiz bir sahneyi aynı anda yaşarken benim düşüncelerim konuyu algıladığında o çoktan yaşamış, kavramış, incelemiş, karar vermiş ve anlamamı beklerken konudan sıkılmış oluyordu.
Çok zeki olduğunu o an kavradım. Ama o kadar çoktu ki, hücrelerine sığmıyor, aptalca taşıyor ve biz de yine bu zamansal eşlemeyi beceremediğimizden sadece oradaki aptalca bölümüne şahit olabiliyorduk.
Gülümsedim. Bana sürtünüşü öyle saf bir zevkti ki, kendimi daha fazla tutamamaktan korktum. Ama öncelik ondaydı. Dikkatimi biraz olsun dağıtabilmek için konuşmayı denedim. “Söylesene,” dedim öpücüklerimin arasında. “Hangi gezegenden geldin sen?”
“Zyepran.”
Her şeye sevimli bir cevabı vardı. Bir an, iplerin kimin elinde olduğu konusunda şüpheye kapıldım. Belki de beni yöneten, yönlendiren başından beri oydu. Neyi ne zaman vereceğini, ne zaman geri alacağını belirleyen, beni kendisine alıştıran oydu. Olabilir miydi?
Öptüm… öptüm. Bedeni doyuma ulaşana kadar onu öpmeye ve dokunmaya devam ettim. Ama ben sevişme eylemine yönelik tüm ilgimi kaybetmiştim. Bir türlü yoğunlaşamıyordum.
Beynimde bir şey dönüp duruyordu. Anlamını bir türlü bulamıyordum ama beni de kendi halime bırakmıyordu. Algı sürecimin yavaşlığı beni ciddi anlamda kaygılandırıyordu. Belki de hızlı olan o değil de yavaş olan bendim.
Aklım karışıktı. İkimizi bir türlü aynı boyuta oturtamıyordum. Aynı anda aynı mekânda var olan ama farklı fanuslarda barınan iki ruh gibiydik. Her şeyimize bir tesadüflük damgasını vurmuştu. Bir mahkûmun, hücresinde hissettikleri gibiydi. Bütün olamıyorduk. Ait olamıyorduk. Gidemiyor, kalamıyorduk.
Kollarımda uykuya daldığında, çok mutsuz olduğumu hissettim. Nedenini anlayamıyordum. İçimde bir yerlere adını koyamadığım bir korku çöreklenmişti. Daha önce olmayan… Gücünün yetersiz kalacağını anladığında hissettiğin türden bir korkuydu. Nedeni yoktu ama korku oradaydı… Gelip yüreğimin tam ortasına yerleşmişti.
Zeyra’ya her an biraz daha bağlanırken; aynı anda sinsice ondan kopmaya başladığım anın, tam da korkuyla tanıştığım o an olduğunu sonra anladım.
Gözlerini yumup eliyle alnını ovarak biraz dinlenmeye çalıştı. O kadar çok ve çelişkili duygu salınıyordu ki satırlarda, Selen anlamaya çalışmaktan yorulmuştu.
“Ben mi çok sıradanım yoksa sizin ilişkiniz mi çok üst düzey, inan çözemiyorum Yiğit.”
Gerçekten, yaşanıp yaşanacak olan, altı üstü bir aşktı. Selen’in asansörden çıktığı an Yiğit’in gözlerinde yenik düştüğü gibi bir aşk. O kadardı işte. Ne azı ne fazlası… İnsanı heplikten hiçliğe bir anda dönüştürüyordu. O gözlere düştüğü an insan kendisini yitiriyordu. Daha ötesinde de yapılacak bir şey kalmıyordu.
Selen direnmemişti. Aşkını karşılıklı ya da karşılıksız kabul etmiş, yeni tanıştığı bu duyguya saygı göstermişti. Kimseye de ezdirmemişti. Yiğit’e bile. Kocası onunla ilgili her şeyi küçümseyebilirdi. Ama ona duyduğu aşkı… Asla.
Yiğit’in bahsettiği o korkular… Beklentiler… İstekler… Yönlendirmeler…
Aşkta bunlar yoktu ki. O tek başına bir duyguydu. Ne korku barındırırdı ne tereddüt. Korkusu, acısı, ezikliği, yüceliği, karşılığı, yalnızlığı… Hepsi bütün bir paketti. Bir an birisini hissederdi insan, diğer an bir başkasını… Aşk bunların tümüydü. Bazen tekil bazen çoğuldu. Yerin dibinde ya da göğün üzerindeydi. Gözyaşı ya da kahkahaydı. Sırasızdı. Şekilsizdi. Her kılığa girerdi. Vardı ve bir gün yoktu.
Aşk konuşulmaz, anlatılmaz, planlanmaz ya da tasarlanmazdı. Âşık olunurdu, o kadar. Ne törpülenir ne boyanırdı. Ne esner ne uyarlanırdı. Ne kaçar ne kovalanırdı.
O denli basit bir duyguyu bu denli karmaşıklaştırmak Selen için gereksiz ve zorlamaydı.
“Bence sizinki aşk değilmiş.”
Bal rengi gözlere bakıp dört sene önceki Selen’in vakarıyla konuşmasına devam etti.
“Siz baştan yanlışmışsınız. Çünkü senin doğru kadının bendim Yiğit. Sadece sen görmeyi bi…” Bal rengi gözler… Kendisine bakan bal rengi gözler… “…lemedin.”
Şok damla damla ele geçirdi bedenini. Her bir hücreyi tek tek. Yiğit kendisine bakıyordu. Çığlık attığını duyuyor ama susamıyordu. Galiba hemşireye bağırıyordu. Hemşireye… Doktora…
Uyandı!
Uyandı!
Yiğit uyanmıştı ama Selen artık susamıyordu.