Tünel Bölüm 8

Tünel Bölüm 8

Berna, “Sen birlikte yaşanacak en mükemmel insansın,” derdi.

Mira ise “Sen birlikte ölünecek en mükemmel insansın,” demişti.

İçine dolan ağlama isteği Emre’yi sarstı.

Berna ile Emre’nin, paylaştıkları bir yaşamları vardı. Umutları, hayalleri vardı.

Sevmenin, sevilmenin hazzını yaşamışlardı. Birlikte bir gelecek kurmanın önce hayalini, sonra gerçeğini tatmışlardı.

Plan yapmış, planlarını bir bir gerçekleştirmişlerdi. Evlerini birlikte döşemiş, eşyalarını birlikte seçmişlerdi. O eşyalarla yaşamanın keyfini sürmüşlerdi.

Sıkıntılarında birbirlerine destek olmanın huzurunu paylaşmış; her anı neşeyle, kahkahayla doldurmuşlardı.

Karısından on yaş küçük olan bu kız ise daha hayatına başlamamıştı.

Her gününü insanlara adalet sunmaya adamış olan Emre, şu an Mira’nın kısacık yaşamındaki adaleti sorguluyordu.

Ölümü bu kadar sakin kabullenmesi, Emre’nin onun adına isyan etmesine neden oldu. Bu kız yaşamalıydı. Okuluna gitmeli, dünyayı keşfetmeli, paylaşmanın zevkini hissetmeliydi.

Kendisininki gibi bir aşkı tatmalıydı. Başka bir bedende kendisini yeniden keşfetmeli, ruhunun seçtiği insanla tamamlandığını öğrenmeliydi.

Çocukları olmalıydı Mira’nın. Engin sevgisini onlara aktarmalıydı. Onun gibi bir annenin elinde yetişen çocuklar dünyaya bir armağan olurdu. Çünkü Mira’nın kendisi bir armağandı.

Kollarının arasındaki bedeni biraz daha sıktı.

“Neden isyan etmediğini anlayamıyorum.”

“Sen de etmiyorsun.”

Hayır, ediyordu ama Mira için.

“Ben on sekiz yaşında değilim.”

“On iki yıl fazla yaşamak senin için yeterli oldu mu yani?”

“Bunun sekiz yılını tıka basa sevgi dolu yaşamak diyelim biz buna.”

“Eee, bir sekiz yılın daha olmasını istemez miydin yani?”

“Sekiz değil, seksen yıl daha isterdim. Ama kendimi seninle karşılaştırdığım zaman, hiç olmazsa sekiz yılım bir kazanç diye düşünüyorum.”

Göğsüne inen yumrukla gülümsedi.

“Pis. Buldun parmak kadar çocuğu, eğlence yaptın kendine değil mi?”

“Senin neren parmak kadar acaba? Dilin pabuç gibi, yumruğun da gayet sıkı.”

Sustu Mira.

Işıldağın aydınlattığı kafeslerini dalgın gözlerle seyreden Emre, dünyanın kendileri için artık bu kadar bir alandan ibaret olduğunu düşündü. Üç adım sağa, bir adım ileri, iki metre yukarı…

İçerideki havanın iyice ağırlaştığı artık hissediliyordu. Dışarıdan sızan hava yeterli gelmiyor olmalıydı. Mira ve kendisi oksijeni daha büyük bir hızla tüketiyorlardı.

Gözlerini kapatıp açık havada olmayı düşledi. Çimlerin üzerinde. Berna’nın dizlerine yattığı yerde… Onun elleri başına masaj yaparken… İçindeki bütün gerginliği alırken…

Aldığı derin nefesle ciğerlerine dolan o temiz havayı özledi. Berna’nın ellerini, onun nefesini özledi. Onunla geçireceği seksen yılı özledi.

Çocukları kime benzerdi acaba? Oğlan kendisine ya da Berna’ya benzeyebilirdi ama kızları kesinlikle Berna’ya benzemeliydi. Tapacağı ikinci bir kadını daha olacaktı o doğunca.

Kızının, bu dünya için bir armağan olduğunu bilmesini sağlayacaktı. Kimsenin kendisini ezmesine ya da küçümsemesine izin vermemesi gerektiğini öğretecekti. Sahip olduklarıyla yetinmemesini, hep daha fazlasını hedeflemesini öğütleyecekti. Kimsenin ondan üstün olmadığını, eşitini bulmak için çaba harcaması gerektiğini anlatacaktı.

Oğlu da arkadaşı, yoldaşı olacaktı. Ona erkek olmayı değil, insan olmayı öğretecekti. Güçlü insanın gücünü kullanmaya gerek duymayan insan olduğunu anlamasını sağlayacaktı. Dünya üzerindeki herkesin, her cinsin, her ırkın eşit olduğunu ve önemli olanın insana saygı duymak olduğunu gösterecekti.

Bir de ikisine de önlerine konan her yemeği yemeleri gerektiğini, kendisi gibi tabağına bamya konulduğunda surat asmamaları gerektiğini öğretecekti.

Gözünün önüne gelen görüntüyle gülümsedi… Masanın birer başında karısı ve kendisi… Yanlarda çocuklar… Tabaklarında bamya… Çocuklar yerken onlara örnek olmak için yüzündeki ifadeyi bozmadan onu yemeğe çalışan bir Emre… Bıyık altından gülümseyen bir Berna…

“Nasıl bir şey?”

“Ne nasıl bir şey?”

“Âşık olmak. Anlatır mısın bana?”

Nasıl anlatılırdı ki?

“İnsanların beş duyusu vardır. Görme, duyma, koklama, tatma, dokunma. Bunlarla yaşarsın.

Âşık olduğun zaman altıncı bir duyun daha olmuştur. Gönlüne aldığın kişidir o.

Onunla birlikte diğer duyularında keskin bir kalite farkı meydana gelir. Daha net görür, daha iyi duyar, daha farklı koklarsın. Aldığın tat zenginleşir ve dokunmanın elle yoklamanın ötesinde içine işleyen bir eylem olduğunu fark edersin.

Duyularından birisini kaybetsen yaşamına yüklenecek eksikliği, onu kaybettiğinde de hissedeceğini bilirsin.”

Emre konuşurken, ortama hâkim olan kahverengi, gri ve siyah tonlar farklı renklere kavuşmuş gibiydi. Sanki içerilerde bir yerde bir çiçek açmış, nefesini onlara ulaştırmıştı. Eşsiz bir müziği seslendiren notalar taşların üzerinde dans ediyorlardı. Lezzetli bir kokteylin ferahlatıcı yudumu dillerine yayılıyordu. Birbirine geçmiş ellerinde hücreleri durmaksızın yenileniyordu.

“Bildiğin bütün kavramlara yeni anlamlar yüklenir âşık olduğunda. ‘Yarın’ o eski ‘yarın’ olmaktan çıkmıştır. Âşık olduğun kişi varsa gelir yarın.

Eğlenmek, o yanındaysa yaşanabilen bir duygu olur.

Gelecek, o içindeyse beklemeye değer bulunur.

Umut kendi anlamını yitirip onunla bütünleşir. Âşık olduğun kişinin adıdır artık o. Heyecan odur. Zevk odur.

Zaman o varsa ilerler, yoksa durur. Yaşam o varsa anlamını bulur, yoksa boştur.”

Sadece anlatırken bile içindeki bütün karamsarlığın yok olduğunu fark etti Emre. Yitireceğini düşündüğü her şeyin aslında ne büyük bir kazanç olduğunu yüreğinin en derinlerinde hissetti. O bunları yaşayabilecek kadar şanslıydı. Hayatlarının tamamında âşık olmayı becerememiş insanların olduğu bir dünyada kendi kısa zamanı bir armağandı. O, halen dışarıda nefes alan bir sürü insandan daha fazla şeye sahipti.

“Eğer âşık olduğun kişiyi öpüyorsan, o öpüşmek değildir. Dudakların birbirine dokunmaz, aşka dokunur. Onun bedenindeki her noktada aşkın kendisi olursun. Dokunmaya doyamazsın çünkü aşka doyamazsın. Dokundukça daha fazlası için çağırır seni. Daha fazlası yetmediğinde onun senden ayrı bir beden olarak kalmasına tahammül edemezsin ve içine karışmanın bir yolunu ararsın. Sonra da bedenindeki tüm aşkı onun bedenine bırakırsın. Her şeyini ona sunduğunda eksileceğini sanırken çoğalırsın.”

Transa girmiş gibi karısını tanımlamakta olan adam, yanındaki küçük bedenin hıçkırıklarla sarsılmaya başlamasıyla dehşete düştü.

“Mira, ne oldu? Neyin var?”

Adamın göğsüne ufacık yumruklarıyla vuran Mira bir yandan ağlarken diğer yandan “Nefret ediyorum senden!” diye bağırmaya başladı.

Emre ona ne olduğunu anlamaya çalışırken ellerini tutup “Sakin ol ufaklık, dur,” diye söylendi.

Yaşı kaç olursa olsun, kadınları anlamak imkânsızdı. Biraz önce büyük bir güvenle omuzuna yaslanan küçük beden şimdi en büyük düşmanıyla savaşır gibi tırnaklarını çıkarmıştı.

Onu kucağına yatırıp kollarının hareket etmesini engelledi ve yeşil gözlerinin içine bakarak sustu. Hıçkırıklar kesilip içli iç çekişlere dönüşene kadar konuşmadı. Sadece baktı. Mira gözleri kapalı, bütün yaşama sevincini kaybetmiş bir bedendi kucağında.

“Aç gözlerini ve bana bak Mira.”

Açmadı.

“Lütfen Mira.”

Yeşil gözler küskün bakışları derinlerinde barındırarak aralandı.

“Ne oldu, söyle bana.”

“Ne kadar eksik öleceğimi bu kadar açık ifade etmek zorunda mıydın?”

Bembeyaz kesilen genç adam bir an içindeki bütün enerjinin bedeninden süzülüp gittiğini hissetti.

“Özür dilerim Mira, düşünemedim.”

“Kabullenmiştim.”

“Biliyorum, özür dilerim.”

Kendine lanet ederek gözlerini kapattı Emre. Ona asla yaşayamayacağı şeylerin neler olduğunu salak gibi ballandıra ballandıra anlatmıştı. Bok vardı sanki. Bilmediği bir şeyin Mira’ya bir zararı olmazdı ki.

“Biraz öncesine kadar ölmek kolaydı. Kaybedecek bir şeyim olmadığını düşünüyordum.”

“Özür dilerim.”

“En büyük üzüntüm ailemdi. Onlar da üzülseler de hayat devam edecekti.”

‘Hay dilim kopsaydı.’

“Şimdi ölmek istemiyorum Emre.”

Ah Mira…

“Ben daha hiç kimsenin elini tutmadım. Gözlerine bakmadım. Kalbim bir kez bile gerçek anlamda çarpmadı.”

Ah Mira…

“Bir kere bile öpüşmedim.”

“Bebeğim…” Emre’nin içindeki acı dayanılmazdı. Alnını kızın alnına dayayıp gözlerini yumdu. Onun çaresizliği kendi bedenini de sarmış, nefes almasına engel oluyordu.

“Bu haksızlık.”

Haklıydı.

Başını kaldırıp Mira’nın gözlerine baktı genç adam. Ölüm çok yakınlarına pusu kurmuş olabilirdi. Ama Emre hala hayattan bir parça çalıp Mira’ya armağan edebilirdi.

“Mira.”

Burnunu çeken kız, üzerine eğilmiş mavi gözlere çevirdi bakışlarını. Tanımadığı bir duygu vardı içlerinde. “Sana ilk öpücüğünü yaşatmama izin verir misin?”