Tünel Bölüm 2
“Bu kadar uzun mu sürüyor bu yol?” diye söylenerek saatine baktı Berna. Neredeyse üç saat olmuştu Emre gideli. On beş dakika dememiş miydi gidiş süresine? Hadi yarım saat olsun. Hadi bir saat olsun. Virajlı yoldan bile bir saatte gelmişlerdi zaten. Gidiş geliş iki saat olurdu en çok. Kalan bir saatte ne yapabilirdi ki Emre?
Erkeklerin kendi aralarında fısıldaşmalarından huzursuz olan Berna yanlarına gidip, tedirgin bir sesle “Doğal değil, değil mi?” diye sordu. Birbirleri arasındaki bakışmadan, onların da aynı şeyi düşündüğü belliydi. “Keşke benim telefonumu ona vermeyi akıl etseydim,” diye hayıflanarak suskun bir bekleyişte olan kadınların yanına oturdu.
Emre geç kalmazdı. Emre sorumsuzluk yapmazdı. Esprisini yapmış olmalarına rağmen, Emre ne çadır kurmaktan ne yemek yapmaktan gocunmazdı. Emre onların hepsini Berna ile yaparken mutluluk duyardı.
Ters bir şey olmuş olmalıydı. Keşke tek motosiklet gitmesine izin vermeseydi. Lastiği patladıysa, yanında ikinci bir kişi olması gerekirdi. Neden tek gitmesine ses etmemişlerdi ki?
Ali Fırat’ın bir telefon konuşması yaptığını fark ederek huzursuzca onu izledi. Yüzüne yerleşen şok ifadesini gördüğü an, yüreğine oturan taş gibi korkuyla hareket edemedi. Bir şey olmuştu. Kötü bir şey olmuştu.
“Emre,” diye fısıldadı gözlerini Ali Fırat’tan ayırmadan. Kendisine yaklaşan adamın yüzünde gördüğü donukluk damarlarındaki bütün kanın buz parçalarına dönüşüp duraklamasına neden oldu. Hiç ses çıkarmadı. Gözünü kırpmadı. Nefes almadı. Bekledi. Ali Fırat’ın dudaklarından dökülecek kelimeleri bekledi.
Bembeyaz yüzüyle arkadaşlarına göz atan adam, Berna’ya bakarak “Tünelde kaza olmuş,” diye fısıldadı. Kadınlar içlerini çekerken Berna kaskatı bakmaya devam etti. “Yanan arabalar varmış ve tünelin bir kısmı çökmüş.”
Serra, “Belki tünelin öteki tarafında kalmış, telefonu olmadığı için haber verememiştir,” dediğinde Berna gözünü bile kırpmadan bakmaya devam ediyordu. Alper’in söylediği cümle, hepsinin içinde saklamayı tercih ettiği cümleydi. “Birisinden telefonunu ister, arardı.”
“Gidelim.”
Berna’nın oturduğu yerden kalkarak motosikletlerin durduğu yere yürümesi üzerine hepsi ayaklandılar.
Diğerleri kask ve montlarını giyerken Mehmet “Bir kişi fazlayız, ne yapacağız?” diye sordu.
“Selda ve ben Alper’in arkasına oturacak kadar inceyiz,” diye tartışma kabul etmez bir şekilde lafı Mehmet’in ağzına tıkadı Berna. Ali Fırat’ın “Kaskın da yok,” demesi üzerine buz gibi bakışlarını ona çevirdi. “Sence bu benim umurumda mı?” dedikten sonra bir daha kimse konuşmaya cesaret edemedi.
Çadırları olduğu yerde bırakarak dört motosiklet gece karanlığında yola koyuldu. Emre’nin büyük bir keyifle geçtiği yollarda Berna kaskatı, hiçbir şey görmeden ve hissetmeden yol alırken ‘Hayatımın son karesine gidiyorum,’ diye düşündü. Tünelde son bulacak bu yolda, geçmiş hayatının son perdesi oynanıyordu. Tünele ulaştıklarında ‘SON’ yazacak ve bitecekti.
Hücrelerinin tek tek düşüp öldüğünü hissetti. İçinde sıcaklık adına tek bir duygu kalmamıştı. Alper ile Selda arasında bulunan bedeni bundan sonraki boş yaşamına beyninden önce hazırlanmış gibiydi. İçinde ne bir umut, ne korku vardı. Onlar bile bitmişti Ali Fırat’ın yüzünü gördüğünde. Berna Kıraç bitmişti.
Görmeden önce kokuyu duydular. Yanık kokusu. Gaz kokusu. Ölüm kokusu. Kenara çekilmiş araçların yanından durmadan geçerek polis, itfaiye ve ambulansların olduğu noktaya kadar ilerlediler. Barikatın az öncesinde motosikletleri durdurarak tünele baktılar. Hala yanmakta olan araçlar ve koşuşturan görevliler seçilebiliyordu.
Berna tek bir söz söylemeden yere indi. Barikatın dibine kadar yavaşça yürüdüğünde, polisler bile onu durduracak bir hareket yapmadılar. Hepsi ona bakıyor ve yüzündeki kaybı anlıyorlardı.
Polisle konuşup bilgi almaya çalışan arkadaşlarıyla hiç ilgilenmedi genç kadın. Öylece tünelin girişine baktı. Alparslan’ın heyecanla yanına gelip “Motosiklet yokmuş şu ana kadar söndürebildikleri yerde,” demesi bile kanını ısıtamadı.
O biliyordu. Emre içerideydi ve her an önünde ‘SON’ yazısı belirecekti. O ana kadar Berna bekleyecekti.
Saatler, sadece birilerinin önünden koşup geçmesiydi Berna için. İçeriye girenler, içeriden çıkanlar, içeriden çıkarılanlar, maskeler, oksijen tüpleri, öksürenler, sarı renkte giysiler, telsizlerden gelen anlamsız gürültüler, “İyi misin Berna?” diye soran sesler, eline tutuşturulan ve parmaklarının arasından kayıp giden su şişeleri, koku… koku… koku…
Yanık et kokusu. İs kokusu. Piknik kokusu. Piknikte maç yapan Emre. Terleyip üzerini çıkaran Emre. Kasları parıl parıl parlayan Emre. Saçları asker tıraşı Emre. Kafasından aşağı su boşaltan Emre. Gülümseyerek yanına gelen, eğilip onu öpen, “Hadi evimize gidelim,” diyen Emre.
“Berna, lütfen korkutuyorsun artık beni.”
Kimdi ki bu? Alper? Evet, Alper. Berna için Emre ile okulda kıyasıya mücadele eden Alper. Onu Emre’ye kaptırdığında sabahlara kadar kendisini alkole vuran Alper. Dört sene boyunca “Yanlış adamla birliktesin,” demekten vazgeçmeyen Alper. Düğün gününden sonra bir daha bu konuda tek bir kelime bile etmeyen Alper. Niye korkuyordu ki şimdi Berna’dan?
Emre’yi hiç korkutmamıştı Berna. Gözleri birbirine iliştiği ilk andan beri sadece ikisi olmuştu yeryüzünde. Kimse ilişememişti yanlarına, girememişti aralarına. Sekiz sene boyunca dünyanın geri kalanına karşı, dimdik, el ele durmuşlardı.
Öyle bir tamamlanma duygusuydu ki yaşadıkları, çocuk yapmaya bile yanaşmamıştı Berna. Değişimden, birbirlerine uzak düşmekten korkmuştu. Çocukları bile olsa, aralarında üçüncü bir kişi olmasından, ona önem vermekten uzak durmuştu. Sonra… Daha sonra yapacaklardı. Birbirlerine doyduktan sonra…
“…tünelin öteki ucunda yanan arabalar tamamen söndürülmüş…”
“…orada az araç varmış…”
“…çekiciler gelmiş…”
“…bu tarafta hala tamamen söndüremediler…”
“…öteki tarafta motosiklet yokmuş…”
“…burası söndü ama dumandan girilemiyor henüz…”
“…tünelin havalandırmasındaki sorun…”
“…yıkılan bölüm küçük bir bölümmüş aslında…”
“…içeride kalanlar…”
Neden hissedemiyordu Emre’yi? Nefes alıyor olsa bilirdi. İçeride olduğunu bildiği gibi… Yıkılan kısımdaydı Emre. Korunaksız, saklanabileceği tek bir yer olmadan… Mont, kask, korumalı pantolon. Yıkıntının altında sadece bunlarlaydı. Üzerine yüklenen onlarca ağırlık altında, sadece bunlarla…
“Berna, yangını tamamen söndürmüşler. Yıkıntıya kadar bu tarafta da motosiklet yokmuş.”
Yıkıntıdan kurtulmuş olsa, içerideki hava yeterli olur muydu acaba? İki tarafında da karbon monoksit gazı yığılıydı. Havalandırma çalışmıyordu.
‘Emre. Nefes almak zorundasın. Oradan çıkmak zorundasın.’
***
Alper, bütün bir gece boyunca yerinden bir milim bile kıpırdamadan tünelin girişine gözlerini dikmiş olan Berna’yı izlerken kahroluyordu.
Âşık olduğu kadındı o. En yakın arkadaşına kaptırdığı o tapılası kadın.
Bazen ne yaparsan yap, olmuyordu. O kadar güzel seviyorlardı ki birbirlerini, Alper’e uzaktan bakmak düşüyordu. Ve başka bedenlerle zamanı doldurmaya çalışmak…
Bir gülüşüne ömrünü verirdi Berna’ya. Ama o bütün gülüşlerini Emre’ye sunuyordu. Alper de kırıntılarla yetiniyordu.
Şu an onun yüzündeki bu donukluğu görmek, en büyük acılardan daha fazlasıydı. Emre’ye bir şey olduysa, Alper de eksilirdi. Ama Berna yok olurdu. Korkuyordu Alper. Onun yüzünde bir daha gülümsemenin izini bulamamaktan, onu bulamamaktan…
Alparslan ile Mehmet bir kenarda yere oturmuş, Ali Fırat’ın içeriden almayı başarabileceği en ufak bir haberi bekliyorlardı. Alper de gidip yanlarına çöktü.
“Kızları göndersek mi buradan? Sabah oldu. Onların da perişan olmalarına gerek yok.”
Mehmet “Söyledim ben ama Berna’yı burada bırakmak istemedi Serra,” diyerek kadınların oturduğu tarafa baktı. Dördü de yorgunluktan yıkılmak üzere görünüyorlardı. Berna ise hala dimdik oturuşunu bozmadan girişi gözlüyordu.
“Berna’yı biraz dinlendirmemiz gerek Alper.”
Alper Alpaslan’a dönüp bir süre sessiz kaldı. Kaygılarını anlıyordu ama Berna’yı en iyi o tanırdı. Emre o tünelden ölü ya da diri çıkmadığı sürece Berna nefes bile almayacaktı. Kendisi bile sadece bilgi vermek amacıyla olduğu sürece onunla konuşmaya cesaret edebiliyordu.
“Sizce yaşıyor mudur?”
Mehmet’in kısık sesiyle sorduğu soru üzerine hepsi ona döndü. Verilmeyen yanıt, susulan yanıttı.
Ali Fırat tam o anda yanlarına geldiğinde, yüzündeki kederli ifade hepsinin kanını dondurdu.
“Yangın tamamen söndü ama yıkılan kısma henüz başlayamıyorlar. Havalandırma sağlanmadan kazarlarsa, içeriye dolan gazdan sağ kalanlar da ölürmüş.”
Sessizlik ölümcüldü. Dört adam da arkadaşlarını kurtarmak için elleriyle o yıkıntıyı kazabilecek kadar gözü karaydı. Ama çaresizlik… Hepsini içten içe yiyip bitiriyordu.
“Zaman veriyorlar mı?”
“Bir iki günü bulabilirmiş.”
Alper sinirle elindeki su şişesini kenara fırlattı.
“Siktiğimin havalandırması çalışıyor olsa şu an kazmaya başlardım. İçerideki hava yetmezse ne olacak? Herif boğulup gidecek orada!”
Mehmet, “Belki de içeride boğulabilecek kimse yoktur Alper,” dediğinde, adamın omuzları çöktü. “Ben Berna’yı nasıl toparlarım? Onu hayatta nasıl tutarım? Emre geri gelmek zorunda.”