Tünel Bölüm 1
Mutlu insanları kıskanır mısınız? Çoğu insan kıskanır. Ondandır bunca dedikodu, fesat, düşmanlık. Kendisinde olmayan, başkasında da olmasın ister. Denge peşindedir. Ama dengeyi kendisinin en yukarıda olacağı yer zanneder. Tırmanmak yerine, yukarıdakileri aşağı çekerek kurmaya çalışır dengeyi. Yıkmak daha kolaydır çünkü yapmaktan.
Bilmediği, bazı insanların yukarıdan hiç inmeyeceğidir. Mutluluğu büyük beklentilere, başka insanlara bağlamayanların… Tüm kayıplarına, yoksunluklarına karşın küçük şeylerle mutlu olmayı başaranların… Hayatı Emre gibi yaşayanların…
Kazandığı para değildi Emre’yi mutlu eden. Her zaman kazanılacak daha büyük miktarlar olacaktı çünkü.
Sevdiği işi yapıyor olması da değildi. Yaptığı her işte sevebileceği bir şey bulurdu o.
Bir eve sahip olması da değildi. Evler dört duvardan ibaretti. Önemli olan içindeki nefesti. Sevdiği kadının nefesi…
Berna ile birlikte olmaktı mutluluk, evet. Güne onun mahmur gözleriyle başlamak, uyurken en son onun nefesini dinlemekti. Onunla motosikletin üzerinde özgür hissedebilmekti.
Bir de şu ağaca tırmanan sincabı görüp gülümseyebilmekti.
Konaklamak için seçtikleri yerde bir armağan gibi akan çeşmeyi fark etmekti.
Bulutsuz bir gecede, çimlerin üzerine uzanıp yıldızları seyredebilmekti.
İşte böyle, küçük küçük, kocaman bir hazda biriken gülümsemelerle dolardı Emre’nin yaşamı ve çevresine karşı konulmaz bir ışıltı yayardı…
Şimdi o ışıltının parladığı mavi gözler, anayoldan epey içeride kalan çimenlik alanda gördüğü tüm güzellikleri sindirmek istercesine etrafına bakınıyordu.
Bugünlük yolun sonuna gelmişlerdi. Saat başı mola vererek kat ettikleri 380 km’lik yolculuklarında rüzgârın ve özgürlüğün tadını çıkarmışlardı. Şimdi, ertesi gün yeniden yola koyulana kadar kendilerini doğanın kollarına bırakma zamanıydı.
Önündeki dört motosikletin yanına park etmeden önce, arkasında oturan karısının inmesi için interkomdan “Zıpla bebek!” diyerek bacaklarını zeminde sağlamlaştırdı. Berna indikten sonra, Karaoğlan’ı diğer makinelerin yanına aynı eğimle yaklaştırıp kontağı kapattı.
Bu gece burada konaklayacaklardı. Motordan inip eldivenlerini çıkararak üst çantayı açtı. Berna da aynı anda alışık hareketlerle eldivenlerini ve bandanasını çantaya atıp kaskını motorun yanındaki yerine sabitledi.
Emre bu sözsüz uyuma bayılıyordu. Karısıyla aynı şeyleri aynı anda düşünüyor, aynı anda yapıyorlardı. Onların anlaşmak için kelimelere ihtiyaçları yoktu. Yarısında evli oldukları sekiz senelik birliktelikleri boyunca ikisi tek bir insan gibi hisseder ve hareket ederdi. Çevrelerindeki herkes de bunu böyle kabul ederdi.
Çimlerin üzerine yayılmış arkadaşlarının yanına gidip yere oturdu. Mis gibi havayı ciğerlerine çekmek bütün yorgunluğunu almıştı. Hepsi, sanki sözleşmiş gibi sessizliği dinliyordu. Berna ona uzanıp dizlerine yatmasını sağladıktan sonra alnına masaj yapmaya başladığında Emre, olmak istediği tek yerde bulunmanın huzurunu iliklerine kadar hissetti.
Gözlerini açıp, bütün dikkatini alnında yoğunlaştırmış karısına baktı. Berna’nın yüz hatları, aristokrasi kavramını tanımlamak için mükemmel bir örnek olabilirdi. Gözleri, saçları, mükemmel bir eğimle düzeltilmiş ince kaşları simsiyah, teni duru bir beyazdı. Kaskın içinde saatlerce hapsolmuş olmasına rağmen, omuzlarının hemen altına kadar inen saçları kuaförden çıkmış gibi düzenli ve düzdü. Yüzündeki hafif makyaj bütün güzelliğini ortaya çıkarıyor ama kendisini asla hissettirmiyordu.
Sertti. Gülümsemediği zamanlarda karşısındakini ürkütecek kadar keskin olabilirdi Berna. Mahkeme salonunda çok işine yarardı görünüşü. Gülümsediğinde bile öğretmen havası olurdu üzerinde. Emre, insanların onun yanında her zaman derli toplu olmak gibi bir dürtüyle hareket ettiklerini gözlemlerdi. Bir tek yatakta farklılaşırdı, onu da sadece Emre görürdü.
Gülümseyerek karısının eline uzanıp avucunu öptü. Berna’nın, dudaklarını hafifçe okşaması, dile dökülmeyen iki ‘Seni seviyorum’ cümlesinin birbirine dokunmasıydı.
Alper’in “Yayılmayın millet, hava kararmadan çadırları kuralım,” uyarısı üzerine ayaklandılar. Alper dışında herkes evliydi, o da bu aralar birlikte olduğu kız arkadaşıyla gelmişti.
Motosikletin yanında Berna’nın telaşlı hareketlerini fark eden Emre, hızla ona yöneldi.
“Ne oldu aşkım?”
“Çantayı bulamıyorum.”
Ruhsat ve ehliyete kadar her türlü belge, kredi kartı ve paralarının olduğu çanta. Hatta Emre’nin telefonunun olduğu çanta. Şu an Kıraç çifti için en önemli şey olan o küçük, dikdörtgen, siyah çanta. En son benzin alırken ortaya çıkmış olan çanta.
Berna’nın yüzüne yerleşen panik, sorunun kısa bir özetini vermiş gibiydi.
“Pekâlâ, telaşlanma,” diyerek karısının yüzündeki kaygıyı silmeye çalıştı Emre. “Geldiğimiz yol uzun sürmüş olabilir ama normal yoldan on beş dakikada gidebilirim ben o benzinliğe.”
Diğerleri de konuya dâhil olduğunda Emre çoktan çadırlarını bağladığı yerden çözüp karısına vermiş, eldivenlerini ve kaskını giymiş, motosikletini yola doğru döndürmüştü.
“Siz çadırları kurup yemek yapmak gibi avam işlerle uğraşırken ben biraz daha yol yapayım,” diyerek kahkahalar arasında yola çıktı.
Çok sıkkın görünen Berna’nın yanına yaklaşan Alper, “Hey, asma suratını,” diyerek ona sarıldı. “Seninki kesin çadır kurmaktan kaytarmak için bilerek bırakmıştır onu benzinlikte.”
Onun sıcaklığıyla yüzünü asmaktan vazgeçen Berna, derhal kontrolü ele alarak, “Haydi bakalım, oyalanmadan işe girişelim,” diye herkesi harekete geçirdi.
Beşli motosiklet grubundaki erkekler avukattı. Emre ile üç sene önce başladıkları avukatlık firmasında tanışmışlardı onlarla. Ortak ilgilerinin iki teker olduğunu keşfettikten sonra da her fırsatta küçük geziler yapmayı hevesle bekler olmuşlardı.
Alparslan ve Dilek, Mehmet ve Serra, Ali Fırat ve Ebru kendileri gibi evli çiftlerdi.
Emre’nin kendisini bildi bileli en yakın arkadaşı olan Alper ise daldan dala konan bir kelebek gibi kız arkadaş değiştirmekten asla vazgeçmeyecek gibiydi. Yanında getirdiği Selda’nın kendisini dışlanmış hissetmesi kaçınılmazdı. Bu yüzden Berna onu biraz kollaması gerektiğine karar verdi.
“Selda, sen bana yardım et istersen. Çadırı tek kurmam zor olacak,” dediğinde kızın yüzünde açan güller görülmeye değerdi. Onun tek başına buradaki beş çadırı da rahatlıkla kurabileceğini bilen Alper, bıyık altından gülümseyerek başını salladı. Usta bir manevrayla kendi çadırını tek başına kurması yine sağlanmıştı.
Emre, BMW R 1200 GS Adventure modelindeki Karaoğlan’ı ile kilometreleri içer gibi gidiyordu. Tek başına yol yapmanın avantajı da buydu. Her dönemeçte bedenine yaklaşan asfalt, her düzlükte geçmesi için ona yol veren rüzgâr. Yüreğini kanatlandıran özgürlük duygusuyla sanki bir şiir içerisinde yol alıyordu.
Merkeze yaklaştıkça trafiğin sıklaşması üzerine, zaten yorgun olan bedenini biraz rahatlatabilmek amacıyla hızını düşürmeye karar verdi. Artık manzarayı seyrederek rölantide gidiyor ve yolun tadını çıkarıyordu.
Motosikletle yol almanın keyfini hiçbir şeyde bulamazdı. Yanından kendisini sollayarak geçen arabalardaki yolcular ona imrenerek bakıyorlardı. Beyaz bir Audi içindeki üç küçük çocuk, arka cama yapışarak onu seyretmeye başladıklarında gülerek el salladı. Çocukların heyecanı buradan bile hissediliyordu. Önde oturan anne ya da babalarının uyarısı üzerine tekrar yerlerine oturduklarında Emre kıkırdadı. O üçünün bir gün motosiklet üzerinde olacağından emindi.
Motorunu parçalarcasına kendisini sollamaya çalışan narçiçeği rengindeki Volkswagen’i gördüğünde neşesi daha da arttı. İçinde açık renk saçlı bir kız vardı ve motorun çıkardığı seslere bakılacak olursa Emre onun acemi olduğuna bahse girebilirdi. Hızını daha da düşürerek kızın önüne geçmesine izin verdi.
Bu kadar yavaş gitmekle zamanı harcadığının farkındaydı ama nedense şu an hiçbir şeyi değiştirmek istemiyordu. Ne hızını, ne yolu, ne manzarayı… Hayat güzeldi ve Emre mutluydu. Hiçbir şey için acelesi yoktu.
Üzeri tüplerle dolu büyükçe bir kamyoneti geçmek Volkswagen için çok zor olduğunda, içinden gelen bir dürtüyle öne geçip yolu kontrol ettikten sonra kıza sollaması için işaret verdi. Kızdan aldığı coşkulu korna selamının ardından yeniden arkaya geçip etrafını seyretmeye devam etti.
O kadar yavaş gidiyordu ki, kaskın camını açıp rüzgârın yüzünü okşamasına izin verdi. Hava bir saatten önce kararmazdı. Dönüşü daha hızlı yaparsa, güneş batmadan kamp yerine dönmüş olurdu.
Bir tünele gireceğini fark edince camı indirerek dikkatini yola verdi. Geliş ve gidiş şeritlerini kontrol etti. Karşıdan gelen yoktu, önünde Volkswagen’den başka epey bir mesafede araba görünmüyordu, arkasında ise yine epey bir aradan sonra kamyonetin arkasına birikmiş arabalar diziliydi.
Bir çarpışma sesi duyduğunda, uzun tünelin neredeyse ortalarına gelmişti. Frene asılarak karşılaşacağı durumu anlamaya çalıştı. Volkswagen de yavaşlamış, neredeyse durma hızında tedirgince ilerliyordu. Biraz ilerideki alevleri gördüğünde, içi sıkışarak çocukların bulunduğu araba olup olmadığını anlamaya çalıştı. Bir araba, karşıdan gelen kamyonun arkasından çıkarak kendi şeritlerindeki beyaz bir arabayla çarpışmış ve alev almıştı. İçinde hissettiği korkuyla motosikleti kenara çekip durarak alevleri izlemeye başladı. Volkswagen de durmuştu.
Motorundan inip arabanın o beyaz araba olup olmadığını anlayabilmek için kaskının camını açtı. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kimseye yardım edemeyeceği bir durumdaydı. İçinden, “Çocukların arabası olmasın, lütfen,” diye geçiriyordu.
Arkasından gelen çarpışma sesini duyduğu anda hızla geri döndü. Alevleri gören kamyonet fren yapmış ve diğer arabaların kendisine çarpmasına neden olmuş olmalıydı. Kamyonet döne döne tünelin duvarlarına çarpıyor, uzakta da olsa kendisine yaklaşıyordu.
Birden patlayan bir alev topu kamyonetin üzerinden fırlayarak tavana çarptı. Emre bembeyaz kesilmiş, film seyreder gibi kamyoneti izliyordu. Arkadan gelen arabaların duramayıp çarpışmaya devam ettiklerini duyabiliyordu. Derken bir alev topu daha fırladı. Sonra bir tane daha ve bir tane daha…
Kamyonette yüklü olan tüplerin sıra sıra patladığını anlayan Emre, içinde bulunduğu tehlikenin farkına vararak dehşet içinde kaldı. Artık yanmaya başlayan kamyonet kendisine doğru geliyordu ve Emre’nin kaçabileceği hiçbir yer yoktu.
Büyülenmiş gibi kamyoneti izlerken ayaklarının altında yerin sarsıldığını hissederek duvara tutunmaya yeltendi. Olanlara anlam veremeyecek kadar farkındalığını kaybetmişti. Tek bildiği kötü bir şeylerin olduğu ve kendisinin ne yapacağını bilmediğiydi.
Yaklaşan alevlere bakarak, ölümün gelişini saç diplerine kadar hissetti. Bitiyordu. Hepsi bu kadardı. ‘Berna’ diye geçirdi içinden. ‘Sana doyamadım ki ben daha.’
Daha çocukları olacaktı. Berna’ya benzeyen bir kız ve kendisine benzeyen bir oğlan. Karısının hamileyken paytak paytak yürüyüşünü seyredecekti. Aşerdiğinde bütün şehri alt üst edip ona istediğini bulup getirecekti. Bebeklerini emzirmesini izleyecekti. Çocuklar kavga ederken onu kapının arkasına sıkıştırıp gizlice öpecekti. Baba olmanın tadını çıkaracak, bildiği her şeyi onlara öğretecekti. Ve onları çok sevecekti. Hepsini… Kamyonetin korkunç bir patlamayla havaya uçtuğunu gördüğü an, yanı başına düşmeye başlayan taşları fark etti. İçinden geçirdiği son şey, ‘Tünel çöküyor. Neyse, hiç olmazsa yanarak ölmeyeceğim,’ oldu. Kaskına gelen taşla sendeleyip yere çökerken, Volkswagen’in içinde kendisine dehşetle bakan kızla göz göze geldi, ardından koyu bir karanlığın içerisinde kayboldu.