Seksi Numara Bölüm 26

Seksi Numara Bölüm 26

Nutella

Bahçeye araba girdi. Tamam, sakin olalım. Beklenen sahne. Erhan ve Melis karşılaşacak. Şu terlikleri bulsaydım iyiydi… Çıplak ayakla şimdi boyum iyice kısa duracak o ayının yanında… 1.95’in yanında 1.70 yerine 1.71 olmak gücüme güç katar ne de olsa.

O çalmadan açtım kapıyı. Bahçeden eve çıkan merdivenleri çıkışını, bunu yaparken gözlerini üzerimden ayırmayışını hipnotize olmuş gibi izledim. Of. Takım elbise çok yakışıyor bu adama ama şu üzerindeki blucin ve deri mont bileşimi de öldürücü ya.

Ben ne giydim? Ne var üzerimde? Eyvah! Toplantıya gitmeye çalışırken üzerime geçirdiğim salak, kullanışsız, hayal kurmaya bile heves bırakmayan bir etek ile bluz var. Neyse ki ben her kıyafetin havasının onu taşıyanın ruhu tarafından belirleneceğini bilen, seksi bir hatunum. Bedenimi nasıl hissedersem Erhan da onu öyle görecek ve ben çok fena şeyler hissedeceğe benziyorum.

Gülümsemiyor Erhan. O da benzer kaygıları taşıyor olabilir mi? Mesela şu an aklında keşke yeşil yerine siyah kazak giyseydim, daha maço görünürdüm gibi deli bir pişmanlık dönüp duruyor mudur? Gülümsemiyor ama rahat da değil. Tedirgin. Onun da hayatında bir dönüm noktası şu an yaşanan. Dokuz aydır peşinde olup daha bir kez yatamadığı bir telefon kızı var karşısında ne de olsa. Onun yapısındaki bir erkek için ölümcül bir durum bence.

O zaman, ben gülümsüyorum. Mutluyum ne de olsa. Erhan karşımda. Biraz önce bana beni özlediğini söyledi. Gelebilmek için izin istedi. Ve hayatın bundan sonra çok güzel olma ihtimalinin içine henüz edilmedi.

Gözleri önce dudaklarıma, oradan boynuma, göğüslerime, belime, bacaklarımın arasının eteğin kumaşına yerleştirdiği kuytuya, burada alev aldıktan sonra bacaklarıma ve en sonunda da ayaklarıma indi. Çıplak ayaklarıma dikilen bakışları oradan ayrılmayı beceremedi ve önce minik, sonra geniş bir gülümseme, yüzünü dünyanın en güzel görüntüsüne bezedi.

Ayaklarım o bakışlarla uyarıldı. Parmaklarımı oynatıp pembe ojelerimle minik bir dans sergiledim. O baktıkça gıdıklanıyordum. O baktıkça uyarılıyordum. Ayak parmaklarım lan! Oradan uyarılır mı insan?

“İnanılmazsın!” dedi kendi kendine konuşur gibi kısık bir sesle. Parmaklarımın onunla seviştiğinin farkında bence… Gözlerini zorlukla onlardan ayırıp bir elini boynuma uzattı ve beni dışarı çekti. Kendine, önüne, dibine… Eli boynumda, bırakmıyor. Başımı yukarı doğru kaldırıyor hatta. Bu kadar yakın olunca ben onun ancak göğsünü görebilirim çünkü.

Öpecek sandım ama sadece bakıyor. Gözlerimde bir şey gizli sanki… Onu bulmak ister gibi dalıp gitti derinlerine. Ne renk bunun gözleri ki? Siyah mı? Yok, kahverengi var ama ben hep sinirli gördüğüm için gözbebeklerine denk geliyorum herhalde.

İçiyor ya bu beni. Ben de minik tavşan. Kaldım orada öyle. Gözümü bile kırpma iznim yok sanki. Gözleri ruhumu okşuyor. Yaz aylarında oda sıcaklığındaki Nutella kıvamında o gözler.

Bildiğim en şiddetli orgazmdır Nutella. Erhan da aynı hazzı uyandırıyor şu an bende. Daldırıyorsun kavanoza bir kaşığı, sarmalanıyor etrafına, döndürüyorsun bir damlası bile geri düşmesin diye. Hızla ağzına sokuyorsun. İlk damlalar ağzının içerisine akıyor. Ah! Diline düştü bile bir parçası. Sıcak, yumuşak, öldürücü… Kapatıyorsun ağzını kaşığın etrafına. Sıkıştırıyorsun dilinle, damağınla. Senindir artık o. Ağzının her yerine yayılıyor. Gözlerin kapanıyor. Bütün dikkatin ağzındaki o muhteşem tatta. Dilinden ta bacaklarının arasına kadar yayılıyor adeta. Orgazm bu. Ya da mutluluk… Orgazm da bir mutluluk, mutluluk da bir orgazm… O kaşığın üzerinde hepsi var işte. Kaşık bile ayrılmak istemiyor ondan. Yalıyorsun yalıyorsun üzerinde hala Nutella kalmış oluyor. Asla parıl parıl parlayacak kıvama gelmeden bulaşık makinesine atılmıyor o kaşık ve bence bulaşık makineleri bu yüzden hep mutsuz.

“Düşündüğün şeye bir lira veririm.”

Aha, sıçtım. Şimdi Nutella desem, bu beni buracıkta bırakıp gider. Cevap vermek yerine iyice sokuluyorum ona ve dikkati bir anda darmadağın oluyor. Siyah işte gözleri, demedim mi ben? Kahve tonları falan yok. Bunun gözbebekleri uyarıldığında kocaman oluyor, o yüzden de ben onu siyah gözlü sanıyorum. Buradan çıkaracağımız ana fikir ise bu adamın benim yanımda hep uyarılıyor olduğu…

“Fazla uzakta duruyorsun.” diyerek kucağına alıyor beni. Bacaklarım hemen açılıp sarmalıyor elbette belini. En sevdiğim pozisyon. Şimdi keşfettim. Bacaklarımın arası doğrudan onun aletine yaslı. Kollarını bedenime sarıp yüz yüze olana kadar kaldırıyor beni. Kendisine sürterek. Of beni üç beş kere böyle aşağı yukarı sürtse boşalırım ben. Kaynıyorum zaten.

Hala öpmedi ama bu beni! Burnuyla okşuyor, iyi mi? Yüzümün her yerine sürtüyor burnunu. Kokluyor beni. Of çok seksi bir hareket yalnız. Derhal favorilerimin arasına alıyorum. Sanırım ikimizin gözleri de kapalı. O yüzden burnuyla birlikte, bacaklarımın arasındaki sertliği de çok net algılayabiliyorum. Sızlıyorum. Onu içime almak giderek daha acil bir ihtiyaca dönüşüyor ama adam beni mıncıklamak yerine, yüzüme kendi hatlarını çiziyor adeta.

“Melis.”

“Efendim.”

“Yine iki seçeneğimiz var.” Yok eben. Ne seçeneği ya? Yiyeceğim ama ben bu adamın düz mantığını.

“İlk seçeneği kabul ettim.”

Uzaklaşıyor biraz benden. “Neyi kabul ettin?”

“Beni burada sikersin. İlk seçenek hep bu oluyor.” Attığı kahkahanın şiddetinden klitorisim ona öyle ritmik sürtündü ki boşaldım boşalacağım durumundayım. Ay yumuşacık bakıyor bana ya.

“Seni saatlerce yerim Melis.” Gülümsedim. Tamam. Bana uyar. Elleri giderek beni tutmaktan çıkıp okşamaya başladı. İyi ki kocaman o eller. Daha çok yerimde hissedebiliyorum dokunuşlarını.

“Seninle bir anlaşma yapmak zorundayız.” Hayır, hayır, hayır! İşte başlıyor. Şimdi bu anı berbat edecek bir şeyler söyleyecek ve ben de onu elimde süpürgeyle, oklavayla, artık elime ne geçerse onunla kovalayacağım.

“İçeri gireriz ve ben seni kapının dibinde beceririm.” Lanet olsun, bence ilişkimiz monotonlaşmaya başladı. Bu cümleyi tahmin edememiş olsaydım iyiydi.

“Sonra, ben işleri berbat ederim ve sen bana kapıyı gösterirsin…” Hah bak bu kısmı akıl edememiştim gerçekten. Göz devirme modasına hemen uydum bu noktada. Bence tam yeri ve zamanıydı. Ama bana gözlerimi ne yapacağımı söyleyecek bir adam doğmadı henüz.

Ah Anastasia, bendeki ruhun onda biri sende olsaydı, o griyi gökkuşağına çevirirdin. Şimdi bilemedim, acaba buraya bir dip not, bir parantez arası açıklama falan koymalı mıyım? Grinin Elli Tonu’nu seyretmeyen varsa, ya da okumayan, ya da birisinden dinlemeyen… Burada ne dediğimi anlamayacak.

O kitapla birlikte, saf kızın alfa erkek karşısında kişiliğini sergileyebildiği son anlar olan göz devirmelerin erkek tarafından yasaklanması ve uyulmadığı takdirde ceza uygulanması modası türedi ki bu ceza gerçekte, zevk kisvesine büründürülerek kızın baskılanmasının ilk adımıydı.

Ben göz devireceğim ve sen bana devirme diyeceksin. Devirtme lan, adam ol. Hıyar! Kimsenin ağırına gitmedi mi o sahne ya? Neyse. Şimdi Erhan’ın tonlarına geri dönelim. Kapı önü becerilme kısmını anladık. Başka?

“Bana kapıyı göstermeni istemiyorum.”

Hoba! “Seni kırıp üzebilirim. Ama bunu telafi etme şansına sahip olduğumdan emin olmak istiyorum. Aramızda ne yaşanırsa yaşansın, birbirimize küsmeden, sırtımızı dönmeden birlikte olmaya devam edeceğimiz konusunda anlaşmak istiyorum. Bu kapıdan içeriye ancak ondan sonra gireceğim.”

Kaçınız bu cümlede eridiniz? Bir aile olmayı çağrıştırıyor değil mi? Kavga da etsek gece aynı yatakta yatarız, yatağa küs gitmeyiz, gibi hani.

Belki ben fesadımdır. Beynim farklı çalışıyordur. Bilmiyorum. Ama ben satır aralarını okurum. Söylenmeyen kelimeleri açığa çıkarırım. O yüzden ben erimedim. Bırak erimeyi, duyduğumdan hiç hoşlanmadım. Gülümsemem silindi, kaşlarım çatıldı, canım sıkıldı.

“O halde bu kapıdan içeri girmemelisin.”

Gerildi. Bedenindeki bütün sinirlerin keman yayına döndüğünü hissedebiliyordum. “Bir daha söyle.”

Yana kayıp elinden uzaklaştım. Tam karşısında, sırtımı dikleştirerek gözlerine odaklandım. “Anlaşma falan yok.” dedim. Yutkunup sakin kalmaya çabaladığını görebiliyordum.

“Neden?”

“Çünkü sen, işleri berbat etmemeye özen göstermek yerine, berbat ettiğinde sonuçlarından sıyrılmaya çalışıyorsun da ondan.”

Anlamadı. Gözleri boş bakıyordu. “Erhan, erdemli bir şey yapıyor görüntünün altında, bana aslında ne kadar az değer verdiğini gösteriyorsun.”

“Ne alakası…” diye hiddetle başladığı cümlesini elimi dudaklarına koyarak kestim.

“Beni kaybetmeme garantisi, aslında beni kaybetmenin en kısa yoludur. O garantiyi elde edersen, bana özen göstermezsin. Anlaşma yok. Kırarsan giderim. Üzersen giderim. Bunu sana ben yaparsam sen de gidersin, bilirim. Ben sana nasıl özen gösteriyorsam senden de aynı özeni beklerim.”

Kaşları çatıklığını korusa da bedenindeki gerginlik biraz olsun yumuşadı sanki. “Ne yapacağız peki?”

“Kolaya kaçma. Çabalarken hata yapmanı anlayabilirim ama çabalamamanı anlayamam. Üzgünüm.”

“Tamam.” Tamam?

“Anlaşma yok.” Sırıttım. Ne kadar çabuk pes etti bu?

“Hata yaparsam, seni yatağa bağlarım. Gidemezsin.” Oha.

“Sen pes edene kadar da sevişirim seninle.” Of.

“Kısacası Melis, bu kapıdan içeri girdiğim andan itibaren benimsin.” Of.

“Hatta girmesem de benimsin.” Of.

“Anlaştık mı?” Yüzü bana yaklaşıyor. Gözleri artık yumuşak değil, hırçın dalgalarla bezeli. Parçalamaya hazır. Beni yutmaya hazır. İçime girmeye hazır. Ve bu kez içime boşalmadan beni bırakmayacak.

Yutkundum. Tamam, demek istedim, sesim çıkmadı. Kocaman olmuş gözlerimle öylece bakıp kafamı salladım.