Seksi Numara Bölüm 24

Seksi Numara Bölüm 24

Asansör

Çocukken çok iyi saklambaç oynardım ben. Neyse ki bisiklete binmek gibiymiş. Büyükken de, oynamaya başlar başlamaz aynı mükemmelliğe eriştim.

Yıldırım artık asıl işini bırakmış, Erhan’ın hangi gün, hangi akşam nerede olacağını adım adım takip eder olmuştu. Bunun için kat sekreteriyle sıkı fıkı olduğunu, kendini benim için kurban ettiğini söylüyordu. Yalandı tabii. Kız fıstık gibiydi.

Onun Erhan’a tüm masumiyetiyle “Ee, akşam görüşürüz belki. Nerelerde takılacaksın?” sorusuna bıyık altından gülerek verdiği cevaplardan, dağ ayısının zekâ düzeyinin neredeyse benimkine yakın olduğunu da anlamış bulunuyordum. Son zamanlarda daha Yıldırım sormadan “Bebek’ten uzak tut onu bu gece.” ya da “Filmin ilk gösterimine siz gidin, ben ikinci hafta gideceğim.” şeklindeki konuşmaları da oyunun tadını iyiden iyiye kaçırmıştı.

Öyle ya da böyle, bir ay kadar bir süre o küçücük İstanbul’da pişti olmadan yaşamayı başarmıştık. Bu çabamız, onunla karşılaşmamaktan öte, beyefendinin hangi gün, hangi gece, kiminle, nerede, ne halt ettiğini anlamama da olanak sağlıyordu. Ben Yıldırım, Mert-Tolga, Eray üçgeninde acımasız yalnızlığımı yaşarken, Erhan Bey eski karısından tut da bir dizinin başrol oyuncusuna kadar uzanan geniş bir yelpazede varlık gösteriyordu.

Piç kurusu. O bacakların arasında boynu tutulacası. Ya bu adam o telefon seksini niye yapmıştı ki? Uğraşıp benim kâğıdı yerden alana kadar cep telefonunda hızlı aramaya kayıtlı en az seksen numara olduğuna emindim.

Hızlı aramanın on tane olduğunu ben de biliyorum. Ama o adamın hızlı aramaları bile kesin bizim gibi banal insanlardan farklıdır. Siki kalktıysa
“Alo?”
“Gel.”
“Uçtum.”
cümleleri bankoydu. Kapıyı pantolonu inik açsa, gelen hatun içeri bacakları açık atlardı. Biliyorsunuz ben de öyle açıyordum kapımı ona.

Neyse. Ben onunla ilgilenmiyorum zaten. Hele bir gece restorana kiminle gittiğini görmek için arabayla kapının önünde asla erketeye yatmadım. Dizideki o karıyı görünce de eve gidip elime geçen her şeyi sağa sola falan fırlatmadım. Yapmadım ya, benden iyi mi bileceksiniz?

Ben mazbut mazbut arkadaşlarımla takıldım. Bana değen herkese arkadaşlık virüsü bulaştırıyordum adeta. Beni şöyle baştan aşağı süzen bir erkek bile yoktu artık çevremde. Bazen sadece laf arasına sıkıştırarak, bazen de açık açık masaya haykırarak beni yakışıklı, zengin, karizmatik arkadaşlarıyla tanıştırmalarını istiyordum. Bana verdikleri cevap “Aç bir beyaz dizi oku, onlar sadece oralarda bulunur.” oluyordu.

Duvarımda artık Tolga’nın resmi asılıydı ve ona bakarak mastürbasyon yapılmıyordu. Bildiğiniz bendim o turuncu. Mastürbasyon yapasım da yoktu zaten. Erhan dışında sekse ilgi duymuyordu şapşal bedenim. Ruhum da onunla fanteziye kesik attığı için, bacaklarımın arası kurumuştu. Seks için bisiklete binmek gibidir diyorlar. Erhan’ı atlatınca düzelirdim herhalde.

Erhan hayatıma gireli sekiz aydan fazla olmuştu. O telefon konuşması, bugünden tam 261 gün önce gerçekleşmişti. Sapık falan değilim elbette. Sadece rakamlara karşı inanılmaz bir sempatim var. Birisi şu kadar ay önce diye bir şey anlatırken, ben konuya dikkatimi vermek yerine o zaman süresinin kaç gün, kaç hafta, kaç saat vs. olduğunu kafamdan hesaplıyorum. Elimde değil.

Obsesif kompülsif türü kelimeler geçirmeyelim aklımızdan lütfen. Size yakışmıyor. Bu arada bundan tam 178 gün önce de benim içimdeydi. Eski evin salonunda. Nedense aklıma geliverdi işte.

Doğa ana benimle yine cilveleşiyor. Bana diyor ki, “Çok oturdun, kalk kalk kalk, git bir tohum çubuğu ayarla kendine, döllen.” Ben o tohum çubuğunu bulsam neler yapacağım da… Neyse.

Kısacası durum bu. Özledim. Aklımdan çıkaramadım. Unutamadım falan. Bence o da aynı durumdadır. Ben öyle kolay unutulacak bir hatun değilim. Adamın aklını başından alırım. Böyle dediğimde kuyruğum daha dik duruyor. Aynada kontrol ettim.

Sabah sabah bu düşüncelerle o kadar oyalandım ki, işe geç kaldım. Oysa bugün Eray ile bir CEO iade-i ziyareti gerçekleştirecektik.

Bunlar da kendi aralarında evcilik oynarlar, biliyor musunuz? Sen bana geldin, ben sana geldim. Ben daha büyük CEO’yum, önce sen bana gel. Birbirlerini orada burada yemeğe davet edip bir anlamda gün yaparlar. Konken yerine de Adını Briç Koydum ya da piknik yerine Bu Top O Deliğe Girecek turnuvalarına takılırlar. Çoğunun golf toplarını ve delikleri karıştırdığı doğrudur. Paparazzilere yakalanmazlarsa bir kuytuda defalarca bir kadının deliğine girip çıkarlar. Kısacası günlük hayatımızdaki Emine Teyze’den pek bir farkları yoktur. Delik açısından değil… Yaşam biçimi açısından…

Eray, gideceğimiz şirkette buluşmayı önerince, teklifin üzerine balık gibi atladım. Başka türlü yetişmem zaten mümkün olmayacaktı. Ancak toparlanıp bir taksiyle verdiği adrese gittim. Binanın döner kapılarından içeri girip kim olduğumu söylediğimde, bir görevli bana asansöre kadar eşlik edip çıkacağım katın düğmesine bastı. Kapılar kapanana kadar gülümsemesini yüzümden çekmediği için de gözlerimi ilk andan itibaren o muhteşem şeyden alamadım.

Kapanan kapıya sırıtarak bakmaya devam ediyordum. Baharı, çiçekleri, böcekleri, arıları, çiftleşmeyi, orgazmı vaat eden bir gündü. Ensemde duyduğum sesle bir anda Freddy’nin Kâbusu’na(*) dönüştü. “Asansörde vermediğine şaşırdım.”

Bir insan bedeninin tepkime hızı kaç saniye olabilir? Tam arkamdaki kâbusuma dönmeden önce asansörü durdurma, kapıyı açma, yoksa kapama mıydı o, öbürü mü açmaydı, imdat, görevli, zil, 911, 152, 112 ne düğmeleri varsa basma ve ardından dönme hızı yaklaşık iki saniye. Bu süre içinde kalp duruyor, tansiyon düşüyor, duruma göre yükseliyor, bacaklar felçle tanışıyor, kan yeşilleniyor, ağız ve gözler açılıp avam bir görüntü sergileniyor.

Düğmelerden biri çalıştı neyse ki. Asansör durdu. O panikle kapıya saldırdığım için, Erhan’ın gözlerinin önünde hayatımın en utandığım anlarını yaşadım. Duvara tırmanmaya çalışan bir Garfield(**) olabilirdim. Arkamda kıs kıs güldüğünü duydukça iyice deliriyor, kapının neden açılmadığına bir türlü anlam veremiyordum. Sonunda durdum. Gözümün önündeki verileri değerlendirmeyi akıl ettim. İki kat arası… Duvara sıfır bir kapı… Küçücük bir asansör… Arkamda Erhan.

Bitmiştim.

Evime ilk geldiğinde onunla asansöre binmek yerine merdivenleri tercih edişimin sebebini hatırlar mısınız bilmem. Bu küçücük alanda Erhan ve ben yan yana hayatta kalmayı asla başaramazdık. Yaşamımızı kazasız belasız sürdürmemiz mümkün olmazdı. Ben bu kutunun içinde hamile kalır, doğurur ve o çocuğa da tapardım. Şansım varsa ikiz ya da üçüz olurdu çünkü bir kez ile asla yetinmezdik. Bu asansör yeniden hareket edene kadar biz tavşanlar gibi çiftleşirdik.

Ve işte nitekim adam benimle çiftleşmeye geliyor. Yaklaşıyor, yaklaşıyor, gözlerini benden bir saniye olsun ayırmıyor… Soyunacak mıyız? Gerek yok bence. Hemen içime dalabilir. Ben hazırım yani. Eğer bundan kaçınmanın yolu yoksa hiç oyalanmayalım derim.

Erhan bana uzanıp panelin önünden yana kaydırdı. Bunu yaparken gözlerini gözlerimden hiç ayırmamıştı. Önce alaycı bakan gözleri giderek alevlendi, içindeki eğlenceyi kaybedip tutuştu.

Nefes alışlarının benimkiler gibi sık ve kısa olduğunu duyuyordum. Yanıyordum. Gözlerini benimkilerden zorlukla ayırıp panele baktı. Düğmelere bastı. Neden bastı düğmelere ki? Ha, çalışsa gideceğiz yani. Oki.

Sen bu asansörden elini kolunu sallaya sallaya bok çıkarsın Erhan Bey. Ben de Melis isem eğer, bu asansörü senin hayatının fobileri arasına altın ve kalın karakterlerle kazımazsam ne olayım.

Nefesimi boynuna üfledim. Panele uzanan eli bir anda donup kaldı. Gözleri kapandı. Arka arkaya yutkunduğunu boğazındaki çıkıntının hareketinden anlıyordum. Nefesim yerine onun kokusunu aldım ciğerlerime ve tekrar boynuna bıraktım. Elleri titriyordu. Ben çok masumdum. Avdım ben, orada o bana uzanmışken hiç kıpırdamadan duruyordum. Oysa benim avım, avcı pozlarında üzerime gelirken tuzaklarıma çekildiğini fark bile etmiyordu.

Biraz uzaklaşıp bana baktı. İtfaiyeden saklanmış yangındık. Korlar, içten içe besliyordu ateşi. Nefeslerimiz körük oluyor, şiddet katıyordu alevlere. Gözlerimizde artık gizlimiz saklımız yoktu. Tam bir teslimiyetle akıyorduk birbirimize. O benim gözlerimde gördü mü bilmiyorum ama ben onunkilerde görmüştüm, Erhan benimdi.

Birbirimizde yitip gitmişken hareket etti asansör. Etmiş yani. Kapı açıldı çünkü. Arkamda. Ben hala Erhan’a bakarken. O hala bana bakarken. Bir sinek vızıltısı duydum kulağımın dibinde. “Melis Hanım, iyi misiniz, asansörün yukarı çıkmadığını anlayınca hemen görevliye haber verdim. Umarım korkmamışsınızdır.” Sheltox yok mu buralarda? Raid, sineklik, karınca ilacı…

Erhan kopardı bakışlarımız arasındaki bağı. Sıkıntıyla bana yavşayan çocuğa baktı. Boğazından tutup asansörün içine çekti ve duvara yasladı. Gözleri ölümcül silahtı, oğlanı korkudan dondurdu. Burnunun dibine kadar girip, “Kadınıma sulanmayı kesmezsen o çükünü doğrayıp ağzına veririm!” dedi, sonra da onu bir kez daha sertçe duvara itekleyip gitti.

Bildiğin, asansörden çıkıp, yürüyerek kapıya ulaşıp bina dışına yürüdü ve gitti. Yüzümde salak bir sırıtışla yere çökmüş çocuğa bakıp, “Erkeğim çok kıskanç.” dedim. “Ve ben buna bayılıyorum.”

(*) Freddy’nin Kâbusu: 1984 yapımı Amerikan korku filmi. Gerçeklik ve rüya âlemi arasında gidip gelen bir öyküsü vardır. Rüyalar âleminde var olan Freddy Krueger gerçek dünyadaki insanları öldürebiliyordu. Hiç seyretmedim ama o kadar çok bahsedilir ki ben bile bilirim.

 (**) Garfield: 1978 yılında gazetelerde yayınlanmaya başlayan, tembel bir kedinin maceralarını anlatan bir karikatür dizisinin ve dizinin kahramanı olan kedinin adıdır. Aptal anlarımda nedense gözümün önünde belirir.