Seçilmemiş Bölüm 4
Restorana geldiklerinden beri Zeynep, heyecanla düğünle ilgili hazırlıklardan bahsediyordu. Sinan ’emin ol seni dinliyorum’ bakışlarıyla kızı süzerken, bir yandan da şarabını yudumluyordu.
Zeynep Balcı ile olmak her şeyin aptal bir tozpembeye bürünmesine alışmak demekti. Sanki dünyada kötü ya da üzücü olan hiçbir şey yoktu. Bütün insanlar iyi, bütün olaylar hayırlı, bütün olumsuzluklar daha güzel bir şeyin habercisiydi. Gerçekten büyük bir sorunla karşı karşıya gelse, elinden Pollyanna’yı oynamaktan başka bir şey gelmezdi.
Sinan ona hayatın bu kadar pembe olmadığını söylemek isterdi ama böylesi naif bir kadını kırmak içinden gelmiyordu.
Böyle mi olacaktı? Sorunlar karşısında karısını hayal dünyasından çıkarmamak için her yükü kendisi omuzlayacak, onu bu sahte mutluluğuyla baş başa mı bırakacaktı?
Birden geleceği üzerine bir karabasan gibi çöktü. Bu gelecekte büyük bir yalnızlık ve doyumsuzluk kendisini bekliyordu. Evliliğinde en ufak bir heyecan olmayacaktı. Tekdüze bir hayat, tek başına üstlenilen yükümlülükler, evin dışında aranacak sahte mutluluklar Sinan’ın kendi kendisine yazdığı bir kader miydi?
Göğsünün sıkıştığını hissederek aklını Zeynep’in söylediklerine vermeye çalıştı. Çiçekler, pastalar, salon, davetiyeler…
Şehla gözler. Daha önce hiç şehla gözlü bir kadın tanımamıştı. Bir gözü doğrudan kendisine bakarken, diğer gözü hafifçe burnuna doğru kayıyordu. O yüzden hangi gözün nereye baktığı anlaşılmıyordu. Birisine bakarken diğerini ihmal ediyormuş gibi bir his duyuyordu insan. Öbürüne bakınca da aklı bunda kalıyordu. Gerçi ikisi de meydan okuduğu için nereye baktığı pek de önemli olmuyordu.
Pastanın nasıl olması gerektiğine bir türlü karar veremeyen Zeynep’in yüzündeki çaresizlik çok komikti. Sinan gülmemeye çalışarak limonlu pastanın favorisi olduğunu söyleyen kızın, pastanın kaç kat olması gerektiği açmazına yardımcı olmaya çalıştı. Ama öncelikle, Sinan limonlu pastadan nefret ederdi. Meyveli pasta her zaman tercihi olmuştu. Şimdi bunu söylese, ikisinin de istediğinin olması için bir sürü yeni çözüm üzerine konuşmaları gerekecekti. O yüzden, ilk olarak limonlu pasta sevmeyen misafirlerin çoğunlukta olabileceğinden bahsederek Zeynep’in meyveli pastayı seçmesini sağladı. Sonrasında da pastanın kaç kat olacağına pastanenin karar vermesini önererek muhteşem bir sorunu çözüme kavuşturmuş oldu.
Karşısındaki Elif olsa, onun da meyveli pastayı kendi seçimiymiş gibi kabullenmesini sağlayabilir miydi acaba? O kadının saf saf kendi isteğine gelmeyeceğine adı gibi emindi. Onu yönlendirebileceğini hiç sanmıyordu. Hoş şu an burada onunla oturuyor olsa, konuştukları konunun pasta olacağını da sanmıyordu.
Çok kendine özgü bir görünüşü vardı Elif’in. Hatlarına tek tek bakıldığında ‘Uf bu ne güzellik’ denecek biri değildi. Yüzündeki her şey sivriydi. Burnu, çenesi, ince uzun yüzü… Ama bir araya gelip bir de içlerinden zekâ fışkıran o şehla gözlerle birleşince ortaya inanılmaz bir çekicilik çıkıyordu. Hele ki o kocaman ağzıyla güldüğünde, biri ışıkları yakmış gibi gelmişti Sinan’a.
Eteğini taşıması için ikiz yeğenlerini düşünüyordu Zeynep. Haylaz bir gülümsemeyle onların elbiselerinin ne renk olması gerektiğini soruyordu. Beyaz olsa gelinliğiyle karışır, renkli olsa gelinliğinden daha ön plana çıkabilirdi.
Çocuk mu? Kendi düğünlerinde bir de iki küçük çocukla mı uğraşacaklardı yani? Sinan’ın kaşları çatıldı. Zaten gergin bir gün olacakken bir de bunu o iki küçük veledin yaramazlıklarıyla artırmanın ne anlamı vardı ki? Buna derhal müdahale edilmesi gerekiyordu.
“Birbirleriyle itişip dururken senin eteğini yırtarlarmış mesela, ne komik olur. Yedek bir gelinlik daha hazır bulundursak mı dersin?”
Gözleri dehşetle açılan Zeynep’in, elindeki kâğıt üzerinde yeğenlerin ismini hızla karalamasını memnuniyetle seyreden Sinan, şarabından bir yudum daha aldı.
Demek erkeğinin zeki olmasını istiyordu Elif Hanım. Hiç tartışma olmadan, fikir ayrılığına bile düşmeden sorunların nasıl çözülebileceğini gösterebilirdi ona Sinan. Ama onunla böyle olmayacağını düşünerek rahatsızca yerinde kıpırdandı. O kadın kesin inatlaşırdı kendisiyle. Ne yapardı Sinan? Fikrini kabul ettirmek için masaya bir yumruk mu indirirdi? Elif de vururdu yumruğunu masaya, kesin. O zaman da Sinan onun saçlarından kavrar, sesi kesilene kadar öperdi.
Nefesi kesildi bir an genç adamın. O şehla gözlere uzun uzun bakıp giderek onlara yaklaşmak ve onu öpmeden hemen öncesinde kapandıklarını görmek…
“Sinan, iyi misin?”
Genç adamın yüzündeki garip ifade Zeynep’i telaşlandırdı. Sanki buradan kilometrelerce uzaktaymış da kendisine seslenen kişinin kim olduğunu anlamaya çalışırmış gibi bakıyordu. Yüzündeki pembelik nedeniyle kaygılanarak, ateşi olup olmadığını anlamak için elini uzatıp alnına koydu.
Onun bu hareketiyle irkilen Sinan, bir bardak suyu bir dikişte içti. İçi yanıyordu. Yüzü yanıyordu. Koskoca bir restoranda nişanlısıyla düğün planlarını tartışırken başka bir kadını öpmenin hayalini kuruyor ve lanet olsun ki uyarılıyordu. Pantolonunun içerisindeki sertliği umursamamaya çalışarak Zeynep’e gülümsedi.
“Pardon, ne diyordun?”
Zeynep’in gözlerinde bir an belirip kaybolan kırıklığı fark etmedi.
Sinan’ın ‘Burada yokum ama sen anlama diye başımı sallayıp duruyorum’ tavrını çok iyi tanıyordu Zeynep. Gözlerini bardağına dikerek her zaman böyle olduğunu düşündü. Aptal değildi ama sorun yaratmak istemediği için bunu onun yüzüne vurmazdı.
Kendisinin Sinan için ne anlam taşıdığını son zamanlarda sık sık düşünmeye başlamıştı. Evlilik çok önemli bir karardı ve büyük bir yanlış yapıyor olabileceği duygusunu içinden atamıyordu.
Ailesine bunu açtığında, büyük bir balık yakalamış olmanın heyecanıyla Zeynep’in konuşmasına izin bile vermiyorlardı. Dertlerini paylaşabileceği bir kız kardeşi olmasını ne kadar çok isterdi. Kendisini yakın hissettiği bir arkadaşı da yoktu. Yargılarına en çok güvendiği insan Elif’ti ama onunla da bugüne kadar özel hayatlarını paylaşmamışlardı.
Akşam barda Elif’le Sinan hiç de düşündüğü gibi iyi anlaşamamışlardı. Hatta birbirlerine iki kelime bile etmemişlerdi. Elif Sinan’a çatık kaşlarla bakmış, Sinan ise gülümsememişti bile. Sanki birbirlerini konuşmadan sevmemiş gibiydiler.
“Nasıl buldun bizim ekibi?”
Sinan aniden değişen konuya adapte olmaya çalışarak ne cevap vereceğini düşündü. O, kendi düşüncelerini söylemek değil, Elif hakkında öğrenebileceği her şeyi duymak istiyordu. O kadını merak ediyordu.
“Bilmem, haklarında bir şey bilmiyorum.”
Bingo! Zeynep hevesle anlatmaya başladı. Önce Ceren’i anlattı ama bunların tekini bile dinlemedi Sinan. Sonra Elif’i…
Yirmi altı yaşındaymış, ailesini üniversitede okurken kaybetmiş, tek çocukmuş, reklam metin yazarıymış ve işinde muhteşemmiş, çok akıllıymış, tanıdıkça zenginliği kavranan insanlardanmış, insanlar hakkındaki önsezileri çok kuvvetliymiş, Ceren ve Zeynep onun yargılarına çok saygı duyarlarmış.
Her şeyin başına ‘çok’ sıfatı koymadan konuşamayan bir çocuğu dinler gibi dinledi onu Sinan. Cinsel yönden de ‘çok’ hayal kırıklığı, diye içinden ekledi gülümseyerek. Ateş saçan şehla gözler, yine huzurunu kaçırarak gözünün önüne geldi.