Anna Bölüm 4
önceden bir sene önce… 2009
“Bu yaz Avrupa turu planlayalım.”
Serhat akıllıdır. Benim bir şeyden hoşlanmadığımı anında anlar. Ben de bu plandan kesinlikle hoşlanmadım. Ama bu cümleyi bu ay üçüncü kere dillendirdiğine göre, zekâsını sorgulamak yerine beni sallamıyor olduğu gerçeğini kabullenme zamanım gelmiş demektir.
“Parayı nereden bulmayı planlıyorsun?”
Ta ta ta taaa. Tarihte bir ilk!
Serhat da bu ilki gözlerini kısarak karşıladı. Canı çok mu acıdı acaba. Biraz sert girdiğimi kabul ediyorum. Zevk alamamış olmalıydı. Parayı bulmak benim işimdi çünkü. Kazandıklarımız yetmezse kredi kartım, olmadı kira gelirlerim onu yedi senedir istediğimizi yapabildiğimiz bir hayata alıştırmıştı.
Bir şey söylemeden odasına gidişini seyrederken içime çöreklenen kara bulutla üşüdüğümü hissettim.
Çürümeyi hissettiğiniz o ilk anı bilir misiniz? Hani hep sonunda, ‘O an anlamıştım,’ dersiniz. İşte bu, bir şeylerin bozulmaya başladığını fark ettiğim o ilk andı. Dokuz senelik kankiliğimizi sorgulamaya başladığım an.
Her ilişkinin böyle bir zamanı vardır. Kimi ilişkilerinizi içgüdüsel olarak soğutarak dağılmayı ötelersiniz. “Eskiden her gün görüşürdük, şimdi görüşemiyoruz…” Hayatlar değişti, o evlendi, şunun çocuğu oldu, bu başka şehre gitti gibi bahaneler üretirsiniz. Oysa yaşanan bir vazgeçiştir.
Eğer bunu hissettiğinizde “Yok canım,” diyerek devam ettiyseniz, sonu “Bunu bana nasıl yapar!”, “Onu hiç tanıyamamışım,” cümleleri ile bağlanır. Ama eğer her insanın kötü olduğunu bir yaşam felsefesi olarak kabullenip hayatınızı buna göre yaşarsanız, çürümeyi hissettiğiniz anda kendinizi korumaya yönelik önleminizi de alabilirsiniz.
“Hmm, adam dokuz senedir olduğundan farklı bir davranış sergiliyor. Demek bir şeyler değişiyor. Bu ne olabilir? Sonucu nereye kadar gidebilir?”
Önceden bir sene önceden dokuz sene önce…
Zamanlara çok takılmadığınız umarım. Önemli olsaydı 2010-2009-2000 gibi yıllardan bahsederdim. Oysa önemli olan sadece Serhat’la tanıştığımda, otuz altı yaşında oluşum. Sevdiğim erkekle altı senelik bir evliliğe ve iki yaşında dünya güzeli bir kız çocuğuna sahiptim. Hayatım, çalışmıyor olmamın dışında mükemmeldi.
Reklamcılık ve görüntü işleme alanında gösterdiğim muhteşem performanstan sonra hamilelikten itibaren yattığım için; neredeyse üç senedir ev kadını rolünde adım adım yıkımıma sürüklendiğimi bilincimin en altına tepikleyip duruyordum. Ruhum kendisinin bir eş ya da anneden önce bir işkolik olduğunu biliyordu. Ama anneliği kendi isteğimle seçmiştim ve kızım Eylül kreş yaşına gelene kadar içimde tükenecek ne varsa sonuna kadar sunmaya hazırdım. Sonra bir şekilde toparlardım nasıl olsa.
Ben de kendimi biraz işe yarıyormuş gibi hissedebilmek için bulduğum her bilgisayarla biraz soluklanırdım. Ne yapılırdı o zamanlarda hatırlamıyorum. Bir tane oyun sitesi vardı. Sohbet işleri de çok bana göre olmadığından, program kurma, kaldırma, sorun çözme türü teknik olaylara takılırdım.
İnternetin henüz yeni yeni yayılmaya başladığı dönemlerden bahsediyoruz. Bilgisayarların masalarımızın üzerinde bir çamaşır makinesi zarafetiyle durduğu, cep telefonlarının iki insanı konuşturabilecek akla ancak sahip olduğu zaman diliminden… Facebook’u kuran Mark kardeşim o sırada ortaokulda falan olmalı. Google ise yeni yeni peydahlanıyordu. Hotmail, ICQ popülerdi. Daha da fenası, internete ev telefonları üzerinden dial-up bağlanılıyordu. Ne kâbus…
Mersin’de tatil yaparken bir internet kafeye dalmak da yine bir soluklanmaydı benim için. Tabii interneti çalışıyor olsaydı.
Kafenin sahibi, en dipteki masaya oturmuş, kayıtsızca müşterileri geri çeviriyordu.
“İnternet kesik.”
Ah, bana bununla gelme bebeğim. Ne demek internet kesik. Pislik de bir tipti. Kırk yaşlarında düzgün suratlı, boylu poslu, ama nedense pislik olduğunu düşündüm. İnsan müşterisine biraz daha derli toplu davranır. Hizmet veremiyorsan kibar da mı olamıyorsun yani?
“Nesi var?”
Modemde sorun varmış, İstanbul’dan bunu çözmek üzere teknik ekip bekleniyormuş. Dönemi anladınız değil mi? Bir modem ayarı için şehirlerarası yolculuk yapılıyor. “İyi,” dedim çıktım. Bir gün, iki gün, kafayı yiyeceğim. Sonunda dayanamadım.
“Bakayım mı ben şuna?”
O niye izin verdi, ben neyime güvendim, hiç bilmiyorum. Ama yarım saat sonra hayatımda ilk kez gördüğüm DVD oynatıcı büyüklüğünde bir modemin kullanıcı kitapçığından yararlanarak sorunu çözmüş, yüzümde mağrur bir ifadeyle, bana yönelmiş hayran bakışları kabul ediyordum. Adamın karısı, çocuğu, bir çocuğu daha, bir tane daha, kaç tane çocuğu var be bunun! Tavşan gibi üremişler.
Serhat ve Sevil Yıldırım. Mersin’e İzmir’den gelmişler. Beş yıldır burada yaşıyorlarmış. Adam kırk üç, karısı otuz beş yaşında. Yavuz, en büyük oğulları on yedi yaşında. Mertcan ve Yiğitcan on ikisinde ikizler. Tolga da sekiz yaşında. Kızı bulana kadar denemişler belli. Neyse ki ben ilk denemede kızı kapmıştım.
Mert de Eylül’le birlikte beni almaya geldiğinde, ailece tanışmış olduk.
Sonraki iki senede internet üzerinden görüşme, Mersin’e gidildiğinde evlerinde ağırlanma, İzmir’e geldiklerinde bizde kalma şeklinde ilerleyen arkadaşlık, aslında daha çok benimle Serhat arasında yaşanıyor, diğer karakterler bu arkadaşlığa sadece eşlik ediyorlardı.
Ben erkek olsaydım Serhat’ın aynısı olurdum, diye düşünüyordum. Aynı şeyleri düşünüyor, aynı kelimeleri kullanıyor, aynı tepkileri veriyorduk. Bir kadınla erkeğin arkadaşlığından çok, iki erkeğin arkadaşlığı gibiydi bizimki. Ben kadın yönümü sadece evimde ortaya çıkarır, ev dışında cinsiyetsiz bir yaşam sürmeyi tercih ederdim. O da benim bu tercihime uyar, bana asker arkadaşı muamelesi yapardı.
Eylül dört yaşına bastığında ben artık tam anlamıyla zıvanadan çıkmıştım. Her an boşanabilir, kaçıp bir yerlere gidebilirdim. Kendimi işe yaramaz, anlamsız hissediyordum. Mert bunların hepsinin farkında olduğundan bana hiç ilişmiyordu.
Tanıdığım en akıllı adamın kocam olduğunu söylemiş miydim? Benden yedi yaş büyüktür ve beni ondan başka kimse idare edemez bence. Tüm sivriliklerimi bilir, bunları kaşımadan beni yatıştırırdı. Asıp kesip ortalarda püfürderken, kendimi onun dediğini yapmış bulurdum. O beni seviyordu. Ben onu seviyordum. Birlikte olmak ikimize de çok iyi geliyordu.
İşte tam da o sene Serhat bana en kritik cümleyi kurdu.
“Sen neden bir bilgisayar şirketi açmıyorsun?”
Çünkü şirket kurmak insanlarla ilişki içinde olmamı gerektirir bebeğim. Ben iş yapacak müşteri bulamazdım. Hiç arkadaşım, çevrem yoktu. Bulsam da onlarla iletişimi sürdüremezdim. Ben sadece işi yapabilirdim. Bu kadarıyla da şirket kurulmazdı.
“Onu da ben yaparım,” dediği an sonraki on yılım o kafede şekillenmiş oldu.
Kafedeki bilgisayarlar İzmir’e geldi, tuttuğumuz büroya yerleşti, şirket kurma, mobilya alma işleri tamamlandı ve Bilirtek Limited, iki ortağıyla faaliyete başladı.
Artık benden mutlusu yoktu. Tek arkadaşımla en sevdiğim işi yapmaya başlamış, hayatımdaki tüm sıkıntılarımdan kurtularak otuz sekiz yaşıma şevkle basmıştım.
Beş sene boyunca Serhat’ın çevresini kullanarak yaptığımız işler bizi çok tatmin etmişti. Çok kazanmıyorduk ama Serhat’ın evini Mersin’den İzmir’e taşıyacak, şirketin ve onun evinin giderlerini karşılayacak kadar paramız oluyordu. Benim zaten kendi gelirim de olduğundan, Mert’in kazandığıyla birleşerek bizi rahat rahat geçindiriyordu.
Ben mutluydum. Serhat mutluydu. Ama galiba sadece ikimiz mutluyduk. Ben iş hayatında olduğum için, Serhat sonradan öğrendiğim para sıkıntısından kurtulduğu için…
Bizden başka kimsenin mutlu olmadığını seneler sonra öğrendim.
Aslında yalan söylüyorum. Her şeyi algılayan birisi, ilişki biçimine bakarak diğer insanların bundan kendisi kadar faydalanmadığını görmeyebilir mi? Ama işte bilinçaltı bu işlere yarıyor. Göm dibe, işine geldiği gibi yaşamaya devam et. Hele ki bu durum karşına bir sorun olarak sürülmüyorsa, keyifler tıkırında.
Bencil olmak, kötü insan olmak mı? Yoksa insan zaten hem bencil, hem kötü mü? Bingo.
Bana sorarsanız, bencil olmak da kötü bir şey değil. Çünkü her insan zaten bencil. Önce kendisini düşünür. Düşünmüyorsa herkes için bir felaket geliyor demektir.
Anne. Çocuğuna karşı bencil olmamalı, değil mi? Ah, bütün parmakların kalktığını görür gibiyim… Olumladınız beni demek. Fedakâr anne imajı hoşunuza gidiyor değil mi?
Bence anne bencil olmalı. Önce kendisini mutlu edecek şekilde düşünmeli. Ancak kendisi mutlu olursa çocuğunu mutlu edebilir çünkü. Aksi durumda, senelerce kendi isteklerinden vazgeçen ezik kadınların, sonrasında bunu çocuklarının başına “Senin için saçımı süpürge ettim.” şeklinde kaktığını görmek çok olası.
Sen istedin, sen yaptın. Karşındakinden ne bekliyorsun şimdi? Sözünü ancak böyle mi dinletebiliyorsun? Kendin olsaydın, onun eşiti olurdun. Şimdi süpürge konumundasın ve elindeki tek silahın çocuğunun vicdanına oynamak.
Oysa hem kendisini hem çocuğunu dengeli biçimde mutlu edebilen bir kadın olmak çok kolay. Dengede tut. Onu gözet ama kendini de gözet. Yok olma. Süpürge olma. Şantajcı olma.
Beş senenin sonunda bizim kanki geldi.
“Ben boşanıyorum.”
Haydaaa!
“Niye be?”
“Öyle işte.”
“Oğlum, elli yaşındasın. Bundan sonra gençleşmeyeceksin. Yaşlanınca sana kim bakacak? Bana güvenme, ben Mert’e bakacağım.”
“Dört oğlum var, bakarlar bana.”
Buna da güvenmese iyiydi. Gelin melin işleri başladı mı oğlanları biraz zor görürdü o. Ama adam inat, gitti boşandı geldi. Evden de çıktı. Eee?
“Şirkette kalırım ben.”
Ona da peki.
Müdüriyeti yaptık Serhat Bey’e oda. Sabahları sekreter şirkete parmak uçlarında giriyor, telefon çalmasın diye eli üzerinde bekliyor. İşe bak.
Bilirtek altıncı senesine girdiğinde, Mert’in bacağında bir sorun başladı. Sürekli bir ağrısı vardı ve yürümekte, oturmakta ve hatta yatmakta bile zorlanıyordu. Doktor doktor dolanırken, işi de sıkıntıya girdi ve emekli olması bizim için en doğrusu oldu.
Bir yandan onun derdine çare ararken, diğer yandan da şirkete giren para artık bir değil, iki buçuk ev arasında bölünmeye başlamıştı. Eylül özel okulda okuyor, masrafı günden güne artıyordu.
Artık eskisi kadar rahat değildim. Giderleri azaltmaya çalışıyor, kredi kartımdaki yüklenmeyi nasıl karşılayacağımı düşünüyordum. Ama bunu sadece ben düşündüğüm için, sonraki iki senede kart borçlarım giderek yükseldi.
Çalışanların hepsini aşamalarla işten çıkarmak zorunda kaldım. Serhat gezileri tek başına planlamaya başladığının farkında bile değildi. Son gezide yol boyunca kredi kartımın ödemesini nasıl yapacağımı düşünmekten başka hiçbir şey yapamadığımda, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini de anlamıştım.
Buna da Serhat’a “Parayı nereden bulmayı planlıyorsun?” sorusunu sorarak başladım.