Anna Bölüm 3
Kahvemden bir yudum alıp odama döndüm. Sigaramı da yaktıktan sonra, gözlerimi ekranda kayıp giden yeni eposta listesine diktim.
“Yuh!”
“Noluyo be?”
“Tecavüze uğruyorum.”
Baktı ki ilginç bir şey yok, arkasını dönüp giderken kıkırdadı.
“Rahat bırak kendini.”
Pezevenk, bir de ilgilen lan, gel yanımda dur, elimi tut, dayanmamı söyle falan. Ancak tatava yapsın.
Eposta adresime tecavüz eden sapığı enselemek için kollarımı sıvadım. Yaklaşık iki yüze yakın eposta gelmişti ve alayı anlamadığım dildeydi.
Rustik rustik harfler arasında tanıdık Facebook logosunu yakalayınca içim rahatladı. Epostaları hiç olmazsa bildiğimiz Facebook gönderiyordu. Mark Zuckenberg benim babamın oğlu ya… Ama en azından bir saldırıdan çok, hata söz konusu olmalıydı.
Karıştırdıkça bunların bir üyeye yazılan mesajların eposta bildirimi olduğunu anladım. Kim ulan bu?
Ben her gün Facebook’a girdiğim için, gelen mesajı orada okurum. Ama istesem tüm gelen mesajlar Facebook tarafından epostama da gönderilebilir. İstesem dedim ama. Manyağım ya da mazoşistim demedim.
Elbette, ‘bana posta gönderme’ seçeneğini işaretlemiştim. Fakat bu arkadaş, bu geri zekâlı arkadaş bunu seçmemiş, aksırsa tıksırsa epostasına haber yolluyor Facebook.
Yazık ya, Facebook sunucuları amma yoruluyordur. Düşünsene birisi bir mesajına gülücük koyuyor, Facebook sunucusu koştur koştur sana ‘Heyo, biri sana güldü, valla güldü!’ diye haber veriyor.
Ha bir de dürtmeler vardı. O seni dürttü, bu seni dürttü. Gerçi bizim millet alıştı dürtülmeye. Neyse…
Çok güzel de, neden ona değil de bana geliyordu ki bunlar? Eposta adresim divanova[@]gmail.com. Divanova benim soyadım. Ama mesajlar Darko’yaydı. Bakalım kimmiş bu Darko diyecektim ama rustikçe bilmiyordum ki! Neden İngilizce yazışmamışlar? Pratik yapmış olurlardı.
Ben de epostanın gizli bilgilerine ulaşıp, gönderildiği adresi keşfettim. Gizli bilgi dediysem, çok da gizli değil ama nereye bakacağını bilmen gerek. d.ivanova[@]gmail.com. D harfinden sonra nokta var gönderilen adreste, benimkinde yok ama Facebook noktalı bütün epostaları da noktasızmış gibi bana gönderiyor.
Aha! Facebook’un bir hatasını buldum.
Hep bulurum zaten. Sadece Facebook’un değil, internetteki her sitenin bir hatasını bulurum. Sonuçta onları da senin benim gibi insanlar yazıyor. O an kız arkadaşının kendisini boynuzladığından şüpheleniyorsa, kodda bir virgül eksik yazması gayet insani bir davranış. O virgül yüzünden de, Facebook’un işleyişinde bir hata olur ve Darko’nun mailleri Deniz’e gelir.
Neyse, saldırı olmadığına göre uğraşılacak bir şey de yok, diye düşünerek bütün epostaları silip güne başlamaya hazırlandım. Elimde bitirmem gereken bir web sitesi vardı. Bu da benim çok mutlu olmam anlamına geliyordu.
İş yapayım, benden mutlusunu bulamazsınız zaten. Pazar günlerinden nefret edip Pazartesi günlerinde sendrom yerine bayram sevinci yaşayan manyağın biriyim ben. Elime bir bilgisayar verin, sonra beni unutun. İnsanlar arasında kaybolmaktansa bilgisayar kodları arasında kaybolmayı yeğlerim. Pek sosyal bir tip olmadığım belli oldu mu?
Aman, ne sosyal olacağım. İnsanlar bana göre değil. Bilgisayarlar iyidir. Yalan söylemezler, hasetlerinden çatlamazlar, kaytarmazlar, arkandan konuşmazlar. Benim de tercihim hep onlardan yana olur.
Önümde bilgisayar olmasa bile insana gerek duymam. Tek başıma ben her zaman iyiyimdir. O yüzden şu ‘Bir adaya bırakılsan, yanına alacağın üç şey,’ geyiği bende hep patlar.
İnsanların çoğu yalnız kalmaktan ürker. Sinemaya tek başına giden kaç insan tanırsınız? Bir elin parmaklarını geçmeyeceğine eminim. Bunun nedeni tek başına film seyretmeyi çekici bulmaması değil, film arasında diğer insanların kendisini tek başına görmesinden hoşlanmamasıdır. Çünkü ellerini nereye koyacağını bilememektir kalabalıkta tek olmak.
Beni bir oda dolusu insanın arasına bıraksanız, her birinin gözlerinin içerisine tek tek bakacak ve bakışlarını kaçırmalarını sağlayacak kadar keskin olabilirim. Korkmamaktır bu. Onlardan değil, kendimden. Yeterliliğimden.
Bu özelliğimin genç kızken ne kadar çok işime yaradığını bir bilseniz şaşardınız. Diyelim üç kız Kordon’da yürüyoruz. Karşıdan oğlanlar geliyor, belli, tehlikeliler. Her an bir pandik yeme durumu söz konusu. Yanımdaki kızları, “Siz şöyle bir kenara geçin, yanımdan yürüyün,” deyip onlardan uzak tarafa alırdım. Sonra da oğlanların gözlerinin içine baka baka yanlarından geçerdim. “Yiyorsa bana yapın,” bakışı… Sanırsın pandiği ben atacağım. Kimsenin bir şeye yeltendiğini de görmedim… Popom da fena değildir hani.
Ha, yapsalar ne yapardım? Pandiği yediğimle kalırdım tabii… Ama önemli olan, gözlerdeki o bakış. “Bana yapamazsın. Senden üstünüm ve bunu bilerek sana meydan okuyorum.” Şimdi oğlanlar ne bilsin, ben kendime bu kadar güveniyorsam, kara kuşak sahibi olabilirim, değil mi?
Kısacası, bütün olay insanlara kendinizi nasıl sunduğunuzla ilgilidir. Sen inanırsan, herkes inanır.
Neyse biz işimize dönelim. Tam hevesle kodlar arasına gömülmüşken çingoçengler yeniden başladığında kafamın tası da attı. İş yaparken bölünmekten hiç hoşlanmam.
“Nee ulan!”
Darko’ya gelen yirmi yeni bildirim beni çıldırtmaya yetti. Adam aktif. Bıdır bıdır yazışıyor, çingleri çongları da bana geliyor.
“Serhat!”
Oda kapımdan başını uzatarak ortalığı kolaçan eden ortağım, soru dolu bakışlarla beni süzmeye başladığında kendimi çok çaresiz hissettim. Niye çağırmıştım ki onu? Yardım mı edecekti sanki? Anlamazdı ki. Adam sekiz senedir bir bilgisayar şirketi ortağı ama bilgisayarda sadece poker oynayıp sohbet etmeyi biliyor.
Onun işi insanlardı. İnsanlarla konuşur, işi bağlar getirirdi. Ben de işi yapardım. Mükemmel bir bileşim. Beni müşteriyle yüz yüze getirmeyecek her çözüme taparım.
“Yok bir şey, menopoza giriyorum sanırım. Sen git işine bak.”
Evet, şimdi şu Darko’ya nasıl ulaşacağım? Facebook’tan profili bulup mesaj atayım bakalım. Buldum da. Darko Ivanova. Yakışıklı çocukmuş. Belli ki gay. Mahsuru olduğundan değil, afişesinden hoşlanmıyorum. Ben zırt pırt kadınım demiyorsam sen de gayim diye atma kendini ortalara. Çocuk işte…
Ama artık herkes çocuk bana yaa. Kırk beş yaş bunların anneleriyle aynı oluyor büyük ihtimalle… Hoş yirmi beş olsam ne fark ederdi ki. Dünya yakışıklısı heteroseksüel olsa ben yine bilgisayarımla ilgilenirdim. Benim kendi yakışıklım vardı. Mert. Kocam. Canım. Bir tanem.
Neyse tatlı çocuk, İngilizce yazıyorum… Bilmiyorsan da soruver birine.
“Selam, eposta adresiniz benimkiyle nokta karakteri dışında aynı. Sizinki d.ivanova[@]gmail.com, benimki divanova[@]gmail.com. Facebook bu noktayı göz ardı edip bütün epostalarınızı benim adresime gönderiyor. Sizden ricam farklı bir eposta adresi alarak Facebook hesabınızı oradan kullanmanız ve bu adresi iptal etmeniz. İlginize teşekkürler, Deniz Divanova.”
Nasıl? Kibarım değil mi?
Bir iki gün boyunca Darko’nun Facebook’a girip mesajlarına bakmasını bekledim. Belki de çok kullanmıyordur. Sonra aynı mesajı bir de eposta adresine attım. Hadi Facebook kullanmıyor, posta kutusuna da bakmıyor olamaz, değil mi?
Dördüncü günün sonunda bütün kibarlığım, anlayışım, ağır başlılığım çonk çünkler arasında kaybolup gitmişti. Gözlerimin içine yerleşen pırıltılar hiç hayra alamet değildi. Şeytan çok şey diyordu ama ben öncelikle medeni bir insandım. Yakışıklının sorunu kendisinin çözmesini yeğlerdim.
Bu beni iyi insan yapar mı?
Yeniden bir eposta attım.
“Selam Darko, (ilk epostadan sonra kanka olduk ya) Önceki mesajıma yanıt alamadığım gibi, hesabında da bir değişiklik yapmadığını adresime yönelen Facebook mesajlarından anlıyorum. Senden bir kez daha, Facebook’ta kullandığın epostanı değiştirmeni rica ediyorum. Nasıl yapacağın konusunda yardım istersen, bana danışabilirsin. İyi günler, Deniz Divanova.”
Benden küçük olduğunu öğrendim ya, direk sen diye yazmışım. Ayrıca benden küçük ya, o yazının ne kadar derin bir tehdit içerdiğinin farkında bile olmayacak. Her bir kelimesinde sabrımın son sınırı var. Tırnaklarımı bilemeye başladım, hatta artık cevap gelmese de şunu bir parçalasam, moduna girdim.
Sizce hala iyi miyim?
İki gün sonra sabah kahvesi eşliğinde, posta kutuma bakıp otuz altı rustik Facebook iletisini gördüğüm anda, ellerimi birbirine geçirip parmaklarımı kıtlattıktan sonra, hain bir yüz ifadesiyle Facebook’u açtım.
Darko Ivanova’ya ait d.ivanova[@]gmail.com adresini yazıp şifre kısmını boş bırakarak giriş yaptım.
Aldığım şifre hatalı uyarısına kıs kıs gülerek Şifremi Unuttum‘u tıkladım.
‘Şifre sıfırlama postanız adresinize gönderilmiştir’
Geeeel, kucak.
Posta kutuma gelen şifre sıfırlama mesajından Darkocuğumun şifresini değiştirip kahvemden gurur dolu bir yudum aldım.
İşlem bu kadar.
Şimdi Darko en azından Facebook’a giremeyince, şifremi unuttum demeyi deneyecek, bunun için de posta kutusuna bakması gerekecek. Hesabı hacklendiği için çok kaygılanmasın diye ona bir eposta daha gönderdim.
“Selam Darko, postama yanıt vermediğin ve posta kutumda büyük sıkıntıya yol açtığın için, Facebook şifreni değiştirdim. Benimle iletişime geçersen, sana yeni şifreyi ve bu durumdan kurtulmamız için neler yapabileceğimizi söyleyeceğim. Sevgiler, Deniz Divanova.”
Rahatlığa bakar mısın ama. Bu aslında şunu demekle aynı: Çilingir getirip evinin kapı kilidini değiştirdim, anahtarını istiyorsan beni kahvede bul.
Tamam, yaptığım etik bir şey değil. Ama büyük keyif aldım.
Kötüyüm, değil mi?
Burada önemli olan şu. Önce bir anlaşalım. Ben iyi falan değilim. Daha ilk gün, ben Darko’nun hesabını alabilirdim. Yapabilecek olmak ve yapmak… İyilik ve kötülük arasında işte böyle bir ayırım var bence.
Grinin Elli Tonu basılalı beri ondan klonlanan kitaplarda şu diyalog çok geçiyor:
“Bunu neden yapıyorsun?”
“Çünkü yapabiliyorum.”
Genellikle de baskın erkek karakter bunu itaatkâr kıza söylüyor. Yani güçlü zayıfla adeta dalga geçiyor. Bu, tamamen sosyopat bir kişiliğin göstergesi bence. Ne demek yapabiliyorum? Herkes her şeyi yapabilir ama yapmamayı seçerek insanlaşır.
İyi insan olmak karşındakini umursamaktır. Kendi faydanın ötesinde diğer kişinin faydasını da gözeterek davranabilmektir.
Ben Darko’nun hesabını almamayı seçtim. Yapabilirdim, yapmamayı seçtim. Yapmak büyük keyif verecekti, bunu da inkâr etmedim. İnkâr etmediğim içindir ki, yapmamayı seçebiliyorum.
O halde, kötü olduğumu inkâr etmediğim için iyi olabiliyorum diyebilir miyiz?
Günler sonra aklıma geldiğinde, Darko bana hala yazmamıştı. Ama artık kutuya gelen Rus mesajları da kesilmişti.
Merak ederek Facebook’ta Darko Ivanova’yı arattım. Garibim yeni bir Facebook hesabı açmış. Buradan anladığım, yakışıklının İngilizce bilmediği oldu. Eh, yapacak bir şey yok. Yeni hesabıyla mutlu olmasını dileyerek hayatıma devam ettim.
Bilmediğim şey ise, o Facebook hesabının bundan tam bir buçuk yıl sonra benim hayatımı kurtaracağıydı.