Anna Bölüm 13

Anna Bölüm 13

Önce müşterilerden telefon almaya başladım. “Eski ortağınız işi başka şirkete kaydırmak istiyor ama biz sizden memnunuz, bilginiz olsun istedik.” diye… Hiçbiri Bilirtek’ten gitmedi.

Sonra eski karısı çıktı meydana. Zıbar’da “Bu kadın benim evliliğimi yıktı!” diye ağladı. Bana söylediler, güldüm.

Sonra bir laf daha geldi kulağıma ki canımı en çok o acıttı. “Zıbar Deniz yüzünden battı.”

Mahalledeki işyeri sahibi, o gün Serhat’tan duyduğu tehditleri herkese anlatabileceğini söyleyip bana yardımcı olmak için çırpınıyordu. Elimi omuzuna koyup sıvazladım.

“Gerek yok Hüseyin Abi. Beni bilen bilsin, o bana yeter.”

İnsanlar duyar. Konuşur. Duymadıklarını da ekler, daha çok konuşur. İnsanları bu yüzden sevmem. Çok azı duyduklarıyla gördüklerini birleştirip bir sentez yapar.

Duyulanlar bir süre sonra toz olur uçar, geriye görülenler kalır. Bu yüzden ben hiçbir şeye cevap vermeye gerek duymam. Duyduğuna inananla işim olmaz, kimseye kendimi anlatma borcum da yoktur. Zekiyse baksın, görsün, duyduğuyla gördüğünü sentezlesin, bana öyle gelsin.

Ben gösteririm. Neyin ne olduğunu anlatarak değil, göstererek herkesin beynine işlerim. Bunun için de zaman gerekir. Önemli mi? İlk anın üstesinden metanetle gelirsen, zamandan bol şeyin yoktur zaten.

Ben de üstesinden geldim. Bana söylenen her şeye gülümsedim. Mert geldi, o da gülümsedi. Annem geldi, o da gülümsedi. İkisinin de en güzel gülümsemeleri banaydı…

Artık savaş resmen ilan edilmişti. Bundan sonra Serhat’ın başına ne geleceği hiç umurumda değildi.

Evlilik teklifini kabul eden Anna, Serhat’la birlikte Makedonya’da yaşamalarının en doğrusu olduğunu düşünüyordu. En önemli yemi işte bu noktada oltaya taktım. John’la Serhat ortak iş yapabilirlerdi.

Bugüne kadar kendi başına tek bir işte dikiş tutturamamış olan Serhat’ın önüne John’u attığım anda, adamın bütün planları Makedonya’da yaşamak üzerine döndü. Demek ki önce, Zıbar’dan kurtulması gerekecekti. Hem de acilen.

Bu arada Zıbar’da olan durumun son hali de şuna dönüşmüştü… Müşteri geliyor, yiyor, içiyor, kredi kartıyla ödeme yapacağı an, ‘Pos bozuk, marketten çektirelim.’ deniyor, oradan çektirilip para düşük olarak marketten nakit alınıyor. Sonuç, postan bana gelecek paraya da el konmuş oluyor.

Ben bunu nereden öğreniyorum? Ben değil, Anna öğreniyor. Akıllı Yıldırım çocukları bu bilgiyi epostayla birbirleri ve babalarıyla paylaşınca, Serhat’ın Yahoo adresi kendisine açık olan Anna da bu postayı okuyor.

Bu epostada ayrıca, markete aslında borç olmadığı ama Deniz’e bin lira borç olduğunun söylendiği yazıyor. Yani benden market için diyerek bin lira daha isteyecekler. Offf of.

Artık bu işi bir sona bağlamak lazım. Ben burayı kendim işleteceğim, anlaşıldı. O zaman oyalanmanın bir gereği yok.

Her akşam kâbus gibi kasada durmaya başladığım için, Serhat Zıbar’a gelmekten vazgeçti. Kasayı ellemesem bile her hesabı kontrol ettiğimi belli ediyordum. En son gün, büyük bir masada arkadaşlarım otururken, yakın olduğum birisine yaklaşıp sordum.

“Kredi kartı ile mi ödeme yapacaksın Burak?”

“Evet, valla nakit yok üzerimde.”

“Hayır, o beni ilgilendirmiyor, sadece kart mı diye öğrenmek istedim. Bir kontrol yapacağım da…”

Ve hesap zamanı, ikizlerden birisi elinde kartla markete gitti. Geri geldiğinde, bütün müşterilerin arasında, “Slibi görmek istiyorum,” dedim.

Yiğitcan herkesin önünde bana karşı çıkamayacağını anladığından kıpkırmızı kesildi. Elinden slibi alıp baktım.

“Neden marketten çekildi?”

“Babam öyle söyledi.”

İşte, bittiniz…

“Siz babanın bilgisiyle benden para kaçırıyorsunuz yani.”

Herkes bizi dinliyordu. Küçük oğlan telaşla babasını aramış, durumu ona anlatıyordu. Ona dönüp, “Söyle babana, Zıbar’ı bugünden itibaren kapattım. Derdi varsa gelsin benimle konuşsun,” dedim.

Yapacakları hiçbir şey yoktu. Bütün müşteriler buna şahit olmuştu.

O gece Anna Serhat’ı sakinleştirmek için çok uğraştı. Adam ortağına küfür üzerine küfür saydırıyordu. Deniz de sırıtarak ekranı seyrederken bunların her birini kenara yazıyordu.

Anna sordu.

– Serhat, sen zaten buraya gelmeyecek misin?

– Evet, geleceğim.

– Gelebilmek için bardan kurtulman gerekmiyor mu?

– Gerekiyor.

– O zaman üçe beşe bakıp neden zamanımızı harcıyorsun? Ver gitsin. Burada ondan çok daha fazla para kazanacaksın.

Ops.

– Ya yok ama bu kadına burayı o kadar kolay bırakmam ben.

Neden? Benimle derdi nedir bunun bir anlasam…

– Serhat?

– Efendim.

– Senin o kadınla derdin ne?

Saçma bir soru aslında. Derdinin ne olduğunu Anna’ya söyleyecek hali yok ya. Cevap gelmedi tabi. Ama arkasından ölümcül soru patladı.

– Sizin aranızda başka bir şey mi var?

Ah tanrım… Bir erkeği parmağında oynatmak işte bu kadar kolay. O anda evin içinde ‘Siktir! Siktir! Siktir!’ diye bağırmadıysa ne olayım.

– Yok, aşkım, ne olacak? O benim arkadaşımın karısı.

Sessizlik.

– Tamam yarın konuşacağım.

Sessizlik.

– Otuz bine kadar düşerim. Sonra da hemen devredip gelirim.

Hadi be! Nasıl yani? Oldu mu yani? Bitiyor mu kâbusum? Gel balığım gel. Kollarımı açtım, seni bekliyorum. Gel.

Ertesi gün Serhat gülümseyen bir sesle Deniz’i Zıbar’a çağırdı. Gittim, izzet ikram. Seviyeli bir ilişkimiz olduğunu sanıyor olmalıydı.

“Burayı devretmek istiyorum.”

Kahvemden bir yudum aldım.

“Üzerimdeki borcu temizlemeden hiçbir şey devredemezsin.”

Sinirlendi ama Anna’nın son blöfü ona bunu gösterme şansı vermiyordu.

“Devrederim.”

Törpüm nerede benim?

“Benim imzama ihtiyacın var.”

Gözlerine sinsi bir bakış yerleşti. Şimdi söylediğiyle beni mat edecekti.

“O zaman Yavuz’a vekâlet veririm, bundan sonra onunla uğraşırsın.”

Tehdit mi? Al sana tehdit.

“Hayır, uğraşmam. Kayyum atarım buraya, sen de Yavuz da giremezsiniz. Kayyum işletir, parayı da o yer. Ben buraya yatırdığım parayı sineye çeker, senin batışını zevkle izlerim. Sana da buradan bir kuruş koklatmam.”

Öyle boş boş baktı bana. Kelimelerime anlam vermeye çalıştı. Yüzümdeki keyifli ifadenin oraya ne zaman yerleştiğini bile anlayamadı. Şu fili de b5’e götürüp Şah Mat diyelim.

“Ha bir de içki ruhsatı benim üzerime. Yenilemeyi düşünmüyorum.”

İşte şimdi bitmişti. Devrettirmediğim gibi, ruhsatı yenilemediğim an dükkânın devir değeri sıfıra düşerdi.

“Yenileme için sadece dört gün var. Yarın sana vereceğim parayı alıp hisselerini anneme devredebilirsin ya da ben yarın bir haftalık tatile çıkarım, sen ne yaparsan yaparsın.”

“Altmış beş bin.”

“Otuz bin”

Kulaklarından dumanlar çıktığını görebiliyordum.

“Şu an vereceğin kararla ya kuş kadar hür olursun” son darbe “ya da seni mahkeme mahkeme süründürürüm, ülkeden dışarı bile çıkamazsın.”

“Tamam, yarın devrederim.”

Kötüyüm. Çok kötüyüm ve kendimle gurur duyuyorum.

O gece gittiler. Pılılarını pırtılarını toplayıp Zıbar’dan ayrıldılar. Mertcan hala babasına “Baba saçmalama o kadar paraya bırakılır mı burası?” diye karşı çıkmaya çalışıyordu. Bırakılmazdı gerçekten de. Eğer benim üzerimde o kadar borç olmasaydı… Ama ben, o otuz bini de eklersek o an iki yüz bin liraya bir barın tek sahibi olmuştum.

Serhat mutluydu. Oğulları umurunda değildi. Akşam Anna ile geleceğe yönelik planlarını yapmaya hemen başlamıştı bile. Anna o ara İngiltere’de olduğundan, dönene kadar o da buradaki işlerini halledecek ve aşkına uçacaktı. Sadece Anna’dan tarih bekliyordu.

Ertesi gün Hümeyra Akan, Serhat Yıldırım’ın üzerindeki bütün hisseleri devralarak, on bir yıllık Divanova-Yıldırım ilişkisine son noktayı koydu. Kurtulmuştum. Hepimiz kurtulmuştuk. Mert ve Eylül’ü zarar görmeden bu iğrençlikten sıyırmayı başarmıştım. Artık hayatımız, üzerimdeki borç dışında mükemmele dönmüştü.

Borç mu? İki yüz bin lira mı? Çalışan insan her şeyi başarır ve ben çalışmayı çok sevdiğimi size söylemiştim, değil mi? Sadece ufak bir sorun vardı. Ben alkole ya da bar işletmeye dair hiçbir şey bilmiyordum.

Zıbar’a özgürce girişimin ilk anlarında, ne yapacağımı bilemeden öylece etrafa baktım. Günlerden pazardı. Akşamları yirmi beş kişilik bir gurubun toplandığı gün. Oğlanlar gitmeden önce müzik ve elektrik sistemine dair ne varsa bağlantılarını sökmüşlerdi. Barda çalışan hiçbir şey yoktu.

Ama ben Deniz’im. Asla pes etmedim.

Bütün kabloları ellerimle takip ederek, neyin nereye ait olduğunu, neyin neyi çalıştırdığını tek tek tespit ettim. Ben bağlantıları yerine oturttukça bar aydınlanmaya, ses çıkmaya başladı. İki saatin sonunda her şey eskisi gibi çalışır duruma gelmişti. Sadece bar pisti ve ben elime daha önce hiç süpürge almamıştım.

Hayatımı hep bir prenses gibi yaşadığımdan bahsetmiş miydim? Evde her zaman biri temizlik, bir ütü için iki kadın bulunurdu. Paraya en sıkıştığımız dönemlerde haftada bire düşürmüştüm. Yine de onlar hep vardı.

Şimdi ise yardım isteyebileceğim kimse yoktu. Mert evde yatıyordu ve benim de artık hiç arkadaşım bulunmuyordu.

Başka birisinin yirmi dakikada bitirebileceği bir temizlik için sanırım üç saat uğraştım. Ama temizledim. Önemli olan da bu değil mi?

Akşam gelen müşterileri gülümseyerek karşıladıktan sonra, “Arkadaşlar,” dedim. “İçinizde bira basmayı bilen var mı?”

Vardı. Gösterdi, öğrendim. O akşam herkes çok eğlenmişti. Fıçı bittiğinde, yan bara telefon açtım.

“Kardeş, bira fıçısı nasıl değiştiriliyor, bana bir tarif edebilir misin?”

Anlattı, öğrendim.

Zıbar’ın son günlerinde ayakları tamamen kesilen müşteriler, barı benim devraldığımı öğrendiklerinde hepsi yeniden akın etti.

“Sen varsan, artık biz buradayız.”

Ne diyeyim ben şimdi bunlara? Hepsi muhteşem değiller mi sizce?

Gündüzleri Bilirtek’in işlerini yapıyordum, akşamüstünden sonra da barı açıyordum. Bar böyle gitti, iki senede bütün borcu çıkardı, ben iki şirkette de yanımda tek bir çalışan olmadan beşinci senemi sürüyorum. Müşterileri çalıştırıyorum… Herkes de bundan çok memnun. Onlar burayı çok sevdiği için de Zıbar’ı devretmiyorum.