Anna Bölüm 12

Anna Bölüm 12

Anna’nın bana olan faydası yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladı. Serhat Zıbar’da benimle çok uğraşması gerekeceğini görmüş, buradan bir iş çıkmayacağı kararını vermişti. Kendisine Anna’ya ek yeni kurbanlar aramaya başlamıştı. Ama bu seferki kurbanı erkekti ve benim de tanıdığım birisiydi.

Kuşadası’nda onlara ait bir gece kulübünün işletmesini almaya soyunmuştu. Zıbar’ı becerdi de gece kulübü eksik kaldı. Ama onları bunu yapabileceğine ikna etmişti. Zıbar’da en büyük oğluna vekâlet verecek ve beni tam bir kâbusun içerisine atacaktı. Bu olursa, artık kendime muhatap da bulamaz, Serhat’ın eski karısının Serhat’a olan tarihsel hıncının öznesi haline geliverirdim. Ailece çoluk, çocuk, gelin, torba oynarlardı benimle.

İmdat!

Giderek çaresizleşiyor, çıkmaza giriyordum. Kimseyle paylaşamıyor, akıl ya da destek alamıyordum. Söylemek kolaydı da bu, onların da üzülmesinden başka bir şeye yaramayacaktı.

Ben de bir avukat arkadaşımı aradım. Orası burası derken olayın tamamını anlatıvermişim. Nasıl doluysam… Hala gözlerini hatırlıyorum. Öyle kocaman açmış bana bakıyordu. Nasıl yani? Nasıl yani? Diye diye…

Eğer sonrasında bana hukuki destek verdiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bunun yerine şarap açtık ve bütün bir gece anıra anıra güldük. Hukuki desteğini ertesi gün ancak verebildi. Bunu yaparken hala gülüyordu.

Yapamazmışım bir şey. Ortada suç yokmuş. Bildiğin dolandırılmışım. E bunu ben de biliyordum ama olsun en azından onunla konuşunca biraz olsun rahatlamıştım. Kaza kurşunuyla ölecek olursam, ardımda her şeyi bilen bir tanık bırakmış olacaktım.

Bu Kuşadası durumlarından değil Deniz’in, kimsenin haberi yoktu. Oğlanların bile… Anna’nın vardı. İşte tam da burada, adaletin aciz kaldığı o kritik noktada, kadınsı içgüdüler yardımıma yetişti. Olayın bütün detaylarını Serhat’a bir bir anlattırdı Anna, sonra da kendisini geri çekti.

Serhat Anna’nın suskunluğunu çözebilmek için tam bir hafta uğraştı. Anna iki mırın bir kırın etti, sonunda gece kulübü işletecek bir erkeğin, son derece kıskanç bir yapısı olan Anna’ya ters olduğu; aklında bir sürü soru işareti bulunduğu ve ilişkilerini sorgulamaya başladığı ortaya çıktı. Daha o anda Serhat arkadaşına telefon açarak teklifi reddettiğini, işin kendisine göre olmadığını anladığını söylemişti bile. O arkadaşımızın bana ne kadar büyük bir teşekkür borçlu olduğundan hala haberi yok.

O gün, adamın hayatını değiştirecek bir iş olanağına bilinçli olarak taş koymuş olduğum çok açık. Bir ayak çalımıyla onu Zıbar’da kalmaya mecbur bıraktım.

Kötüyüm, değil mi?

Adam olsaydı, doğru tercih yapsaydı. O salak diye ben niye kötü oluyormuşum?

Şimdi siz söyleyin. Mantıklı, hayatını çalışarak kazanmayı ilke edinmiş bir insan, kendisine yapılmış bir iş teklifini internette tanıştığı, daha resmini bile görmediği bir kadın için geri çevirir mi?

Niyeti olan adam ‘Böyle bir teklif geldi, bunu yapıyorum’ der. Kız mızıklanırsa ‘Ekmeğimi sen mi vereceksin, bu benim ve ailemin geçimi. Seninle ne ilgisi var?’ der.

Ama ben onun düşünce yapısını ezbere biliyorum. Serhat için teklifin anlamı şuydu: Kuşadası’nda gece kulübü işleten bir adam olacaktı. Sahibi değil, işletmecisi. Para da hemen kazanılmayacaktı üstelik. Eşek gibi çalışması gerekecekti. Beceremezse rezil olacaktı. Bu arada Zıbar’daki paranın kontrolünü de kaybedecekti. Malum… O babanın çocuğu da o paranın kendi hakkı olduğunu düşünecekti.

Oysa Anna’dan kazanımı daha fazlaydı. İki bık bık, iki mık mık, canım cicim aşkım, agucuk mugucuk… Otuz yaşında çıtır hatun. Zengin de. Çantadaki kekliği kaçırmaya gerek var mı?

Neyse… Yaptı tercihini. Anna mutluydu. Deniz mutluydu. Serhat da mecburen mutluydu. Aksiyon bitti, hayat eski haline geri döndü.

O ara, gezi gurubumuzun yazışmalarında Serhat’ın ocak ayı sonlarında yurtdışında olacağını belirten bir mesajını gördüm. Alarm! Bir şey oluyor! Ne oluyor? Düşün Deniz!  Ocak sonu… Annemin doğum günü… Anna’nın doğum günü… Aman Tanrım! Adam Makedonya’ya giderek doğum gününde sevgilisine sürpriz yapmayı planlıyor!

Bunu önceden öğrenmemiş olsam, tam anlamıyla her şeyi batırabilirdim.

Derhal yeni senaryolarım üzerine yoğunlaştım. Ne oldu? O gün Anna terfi etti. Alkış!

Akşamına bir telaş, bir heyecan, Serhat’a sürpriz haberini söyledi. Şirket Anna’yı çok başarılı bulmuş, onun çeviri bölümünde müdür olması hakkında ne düşündüğünü John’a sormuşlardı. John destek veriyordu ve bunu konuşmak üzere o hafta Ukrayna’daki toplantıya onu da götürmeyi planlıyordu. Hem bir hafta uzatıp Anna’nın doğum gününü de orada kutlayabilirlerdi. Böylece Anna da Stip’te yalnız kalmamış olurdu.

Anna Serhat’ın bu güzel haberi coşkuyla karşılamasını beklerken, derin bir sessizlikle karşılaşıp şaşaladı. Hele Serhat’ın doğum gününde yanında olabilmek için Makedonya’ya uçak bileti almış olduğunu öğrenince, yıkıldı. Ne kadar büyük bir şanssızlıktı bu böyle. Değil mi?

Normalde Serhat burada rest demeliydi. Ben senin için Kuşadası planımdan vazgeçtim. Senin doğum gününde sana sürpriz yapmak için bilet aldım. Hem zaten görüşme zamanımız da geldi. Madem illa gözlerimi görüp öyle açılacaksın bana, toplantıdan sonra kalma orada, çık gel, bak havaalanında gözlerime de devam edelim. Resmin, ismin, cismin legalleşsin. Sen benim donuma kadar biliyorsun, ben havamı alıyorum.

Anna’yı ürkütmemeye o kadar kararlıydı ki, sesini çıkarmadı. Ama şunu fark etmişti. Anna sahipsiz değildi. İş ortamındaki insanlarla aile havasında bir yakınlaşması vardı. Onlar Serhat’a engel olabilirlerdi. O halde, onlarla tanışmadan önce Anna üzerinde söz sahibi olmak zorundaydı.

Uçak biletini yüzde yirmi düşük fiyatla açığa çevirtti.

– Senin için aşkım. dedi.

– Senin için her şeyi yaparım.

Sonra…

– Sana bir şey söylemek istiyorum.
– Söyle canım.
– Benimle evlenir misin?

Hacı, hatunu daha görmedin lan!

– =) evet derim görürsün.
– Deeeeee.

Sinirim bozulduğundan mı, gülerim ağlanacak halime sendromundan mı bilinmez, ofisin içinde anırarak gülüyordum. Ya alo! O kadar ulvi bir ruh birliği yaşanmadığının birinci elden şahidiyim. Görmedin lan, görmedin! Hatunun resmini bile görmedin! Ya erkekse? Daha da kötüsü… Ya bensem…

– Diz çökerek teklif isterim.
– Çöktüm. Evet de.
– Buradan mı?
– Her yerden.

Tamam, itiraf ediyorum. O an ben de az pislik değildim.

– Sana evet demekten daha kolay bir şey yok ki =)

Değil mi? Klavyedeki üç tuşa basıyorum, evet oluyor.

– Artık seni nişanlım olarak bilecek herkes.

Ya oğlum! Bir dur ya, bir rahat dur ya! Ama şimdi kendisi kaşınıyor, ben ne yapabilirim?

Kötüyüm, evet. Ama bana kötülük yapana bile ne kadar kötü olmamın yeteceğini bilirim. Bu sahte ilişkiyi bütün çevresine duyurabilirim, ama bunu yapmamayı seçiyorum. Gelme daha fazla üstüme. Oysa ne kadar harika bir intikam olurdu.

“Bunu neden yapıyorsun?”
“Çünkü yapabiliyorum.”

Hayır. Yapmayabiliyorum. Her şey bittiğinde, aynada kendi yüzüme utanmadan bakmak istiyorum.

Aynen Darko’da olduğu gibi, bu kez de Serhat’ı kendi felaketinden uzak tutmaya çalıştım. Anna, başkaları işe karışırsa ilişkilerinin bozulabileceğinden korktuğunda diretti. Günlerce hem de. Mutluluğunun bozulmasından ürktüğünü söyledi. Lanetli olduğunu söyledi. Bir araya gelene kadar kimseye söylememenin onlar için en iyisi olacağında diretti. Gel gör ki adam Nuh dedi, peygamber demedi. Bir kez onayı aldıktan sonra ipleri eline almaya karar vermişti. Oğlanlara müjdeyi verdi.  Zıbar’da müşterilere kulaktan kulağa açıklamalar yaptı. Kutlamalar başladı.

E peki o zaman. Koca adamsın, ne yapayım?

Ben de ellerimi birbirine geçirip parmaklarımı kıtlattıktan sonra, Anna’nın profilinden Serhat’ın orijinal profiline ilişki bildirimini gönderdim.

‘Nişanlı’

İstediği olmuştu. Dünya âleme Makedonya’da yaşayan otuz yaşındaki Anna Sedefoğlu ile nişanlandığı haberini duyurmuştu. Artık ilişkileri legaldi ve John karşısında söz söyleme, olayları yönlendirme gücüne kavuşmuştu.

Diye düşündü…

Burada biraz düşünmenizi istiyorum. Elli iki yaşında, dört çocuğu olan bir erkek, daha yüzünü görmediği, sesini duymadığı, kendisine resmini, telefonunu, adresini, çalıştığı işyerinin adını söylemeyi reddeden ve sadece dört aydır internette yazıştığı bir karaktere evlenme teklif ediyor ve bunu Facebook’unda duyuruyor. Size normal geliyor mu? Ve zaten normal mi?

Kötü insan işte burada, görebiliyor musunuz?

Beyimiz tebrikleri büyük bir hevesle kabul edip Facebook’ta şakımaya başladı. Herkes soruyordu, ne zaman tanıştınız, fotoğraflarınız nerede, nişan nerede oldu… Serhat da hepsine yalan söylüyordu. İstanbul’da tanışmış, nişan da İstanbul’da olmuş, o yüzden kimseyi çağıramamış, fotoğrafları varmış ama buralarda yayınlamazmış…

Ailesi tabii ki ortada böyle bir buluşma olmadığını biliyordu. Onlara da elinde resimleri olduğu, kamerada görüştükleri yalanını uydurdu.

İt ite, it kuyruğa…

Artık çok daha dikkatli olmak zorundaydım. Elinde açık bir bilet olan bir sapık vardı ve her an ‘akşam beni havaalanında karşıla’ mesajıyla karşılaşabilirdim. Bu yüzden Anna’nın terfisi Kiev’de onaylandı. Hem öyle bir göreve getirildi ki, durmadan Stip, Kiev, Brighton arasında gidip gelmesi gerekecekti.

Brighton buradaki en önemli şehir. İngiltere’de, Serhat’ın da İngiltere vizesi alması mümkün değil. Adli Sicil’den yırtamıyor. Karşılıksız çekten sıkıntıları varmış geçmişinden. Çok üzüldüm.

Anna zırt pırt oraya buraya gitmeye başlayınca, Serhat’ın haber vermeden Stip’e gitme ihtimali de ortadan kalktı. Oh be, huzur.

Bunu çözdükten sonra ben de Zıbar’la ilgili ne yapabileceğim konusunu oturup uzun uzun düşündüm. Tek başıma düşünmem hiçbir işe yaramıyor tabii ki. Bilgim yetersiz. Bu yüzden bilgisi olan insanlara gittim.

Önce muhasebeci. Durumumu anlatıp seçeneklerimin tümünü öğrendim. Sermaye artırımı isteyebilirmişim mesela. Ne işime yarardı ki? Boşa para harcayacaktım.

Sonra avukat. Arkadaşım olan değil ama. O beni, bir başkasına yönlendirdi. Herkes kendi konusunda iyidir, dedi. Beni riske atamazmış. Bu yeni avukattan bana benim zararıma olsa da her türlü seçeneği söylemesini istedim. Bir sürü öneride bulundu ki bunların hiçbiri benim için uygulanabilir değildi. Onlar medeni insanlar içindi. Bunlar ise bir kez o sınırı geçip birbirlerince de onaylandıktan sonra kudurmuş köpek sürüsüne dönmüşlerdi.

Avukat en son sırf söylememiş olmamak için ‘Bir de kayyum atayabilirsiniz.’ dedi. Ama o zaman ne Serhat ne ben bir kuruş para alamazmışız, parayı da kayyum yermiş… Önermedi kesinlikle.

Tamam, artık neler olabileceği hakkında en azından bir fikrim vardı. Hisselerimi devredip aradan sıyrılma gibi bir şansım olmadığını anlamıştım. Bu işyeri bana bu borcu kendisi ödeyecekti. O halde Serhat buradan gidecekti.

Ortağım benimle konuşmayı reddettiği için, ben de araya mahalleden bir işyeri sahibini sokarak on beş bin lira bulabileceğimi, Serhat’ın hisselerini bu para karşılığında bana devretmesini kabul edeceğimi söyledim. Hani sohbet ediyormuşuz gibi. Adam koşa koşa bunu Serhat’a söylediğinde de kıyamet koptu.

O gün, en küçük oğlunun ve bu adamın yanında, Serhat bana anırarak ‘Sen kimsin kaltak’ dedi. Anırarak. Beni tahrik ederek kavga çıkartmaya uğraşıyordu. Ben nasıl başka biriyle bunu ona söyletirmişim. İstifimi hiç bozmadan, “Ama sen benimle konuşmuyorsun ki Serhatcığım,” dediğimde iyice delirdi. Beni kızdıramamak, kayıtsızlığımı bozamamak kontrolünü kaybetmesine neden oldu.

“Sen mahvederim, Bilirtek’in bütün müşterilerine tek tek telefon eder işlerini bozarım, adını çıkarırım, burada da kimsenin yüzüne bakamazsın,” dedi.

Bana dedi.

Bana.

O an elimde bir törpüm olmasını ne çok istedim bilemezsiniz. Serhat’ın gözlerini oymak için değil, onu parmaklarımla da yapabilirim ben… Tırnaklarımı törpülemek için.

Törpüsüz de aynı kayıtsızlıkla, “Elbette yapabilirsin Serhatcığım,” dedim. “Ama ben izin vermeden burayı devredemezsin.”

“Seyret o zaman neler yapacağımı.” diyerek gitti.

Evet. An o an. Bundan sonrası bir seçim zamanıydı benim için. Sinip zararı sineye çekmek ya da karşı gelip her türlü çirkinlikle yüzleşmek. Benim kararım her türlü belli de, sorumlu olduğum kişiler vardı. Kocam, çocuğum ve annem.

Önce Mert’le konuştum. O güne kadar ona yansıtmamaya çalıştığım her şeyi anlattım. O akşamki kadar zor bir gece geçirdiğimi hiç hatırlamıyorum. Kapının önünde durmasam, fırladığı gibi gidip Serhat’ı öldürecekti.

Sonra ona, kötülükle sadece şiddetin başa çıkması gerekmediğini anlattım. Zekâ daha anlamlıydı.

Ona Anna’yı anlattım.

Başından itibaren önce siniri yatışarak, sonra şaşırarak, sonra da gülerek beni dinledi. Tedirginlik, dehşet ve köpürmeyi bilerek söylemiyorum. Ana hatları sırladım.

Yazışmaların örneklerini ona rasgele okudum. İlk başlangıcını, Anna’nın hayat hikâyesini, sevgili kabul edilişini, nişanı. Kaşlar çatıldı… İndi… Kalktı… İndi… Çatıldı… İnmedi. Orada öyle asılı kaldı. Burun delikleri açılıp kapandı. Dudağın kıyısı hafif yukarı kalktı, sonra aşağı düştü. Bir ara sert sert bana baktı. Bir ara kanepede üzerimdeydi. Yani işte oldu bir şeyler. Oturup aile meselelerimizi buralarda anlatacak değilim herhalde. Ayh, ateş bastı.

Mert tek bir şey söyledi.

“Sana hiç yanlış yapmamalıyım.”

Bu adamı nasıl sevmem ben?

Şimdi önümüzdeki seçenekleri tartışma zamanıydı. Mücadeleye devam edecektim, ama bunun sonunda her türlü iftirayla uğraşmak zorunda kalacaktık. Ya da bırakıp gidecektim.

Mert düşünmedi.

“Ben seni biliyorum Deniz. Benim canımı kimse acıtamaz. Ne yapman gerekiyorsa yap, yanındayım.”

Sırada annem vardı. Onun kızıyım, hakkımda söylenecek her şey onu ilgilendirir. O halde onun da seçimimde sözü olmalı.

Ama o, benim annem. Ben kime çektim?

Anlattıklarımı dinledikten sonra, ikimize baktı bir süre, sonra elimi avcuna alıp “Yaptığın, en doğrusu olacaktır,” dedi.

İnsanın kendisine inanan bir ailesi olması kadar büyük bir zenginlik düşünemiyorum.

O halde, dans!