Tünel Bölüm 3
Dayanılmaz bir ağrı vardı beyninin derinliklerinde. Sanki kemikleri yer değiştirmiş, yeni konumuna alışmaya çalışıyor gibiydi.
Gözlerini aralamaya çalıştı. Açılan gözleri hiçbir renk algılayamadı. Siyahtı her şey. Alevlerin görüntüsü zihnine dolduğu an bilinci keskin bir toparlanma yaşadı.
Kaza. Tünel. Yangın. Hayattaydı.
‘Ölmedim Berna, senin için ölmedim.’
Derin bir soluk aldı. Yüzüne yerleşen gülümseme kısa bir süre sonra soldu. Tünel çökmüştü. Kaskına bir darbe aldığını biliyordu. Bayılmış olmalıydı. Ellerini kaskına götürerek yokladı. Üst tarafı parçalanmış ama Emre’nin başını korumayı başarmıştı.
‘Verdiğim parayı hak ettin aslanım,’ diye düşünerek gülümsedi.
Kollarını ve bacaklarını yoklayarak bedeninde hasar olup olmadığını kontrol etti. Hayır, mucizevi şekilde hem alevlerden hem de çöküntüden yara almadan kurtulmayı başarmıştı. Ölüme ne kadar yakın olduğunu hatırlamak yeniden kanını dondurdu.
Çevresindeki seslere yoğunlaşarak karanlıkta algılayabileceği her bilgiyi anlamaya çalıştı. Sonra kafasında kask varken bunu başaramayacağını düşünüp yeniden gülümsedi. Kendini güvende hissedeceği ana kadar kaskı yerinde dursa daha iyi olacaktı.
Hiç ışık olmadığına göre her iki taraf da taş ve toprakla kapanmış olmalıydı. Berbat bir durum olduğu kesindi ama o yıkıntılar kendisini alevlerden kurtarmıştı.
Şimdi dışarı çıkmanın yolunu bulmak zorundaydı. Ama etrafını görmeden bunu yapması imkânsızdı.
Ciğerlerine dolan tozu atabilmek için öksürmeye çalıştı.
Hemen yanında bir kıpırtı hissederek dikkat kesildi.
“Şşş, sakin ol, kıpırdama, her şey yolunda.”
Yumuşacık bir fısıltıydı. Üzerindeki bütün gerginliğin düğüm düğüm çözülerek uzaklaşmasını sağladı. Her şey yolundaydı.
Göğsüne dokunan elleri hissettiğinde yeniden gerginleşti. Onun irkildiğini fark eden eller durakladı.
“Sana zarar vermeyeceğim. Yanına gelebilmek için nerede olduğunu anlamaya çalışıyorum.”
Öksürerek “Tamam,” dedi. Kaskı çıkarmalıydı. Nefes alamıyordu.
Eller kendisine dokunarak bulunduğu yeri algıladıktan sonra yanına sokulan beden küçücüktü. Sanki bir çocuğa aitti. Kolunun üzerinde duran ele uzanıp tuttu.
“Bizden başka kimse var mı ufaklık?”
“Sanmıyorum.”
Ses korku doluydu. Keşke görebilseydi, o zaman bu küçük şeye kendisini daha iyi hissettirebilirdi.
Boynunun altındaki kilidi çözerek kaskı başından sıyırdı. Şimdi kendisini daha iyi hissediyordu. Alışkanlıkla çizilmemesine dikkat ederek kaskı yavaşça yanına bıraktığında yaptığını fark edip sessiz bir kahkaha attı.
“Ne oldu?”
Görme duyusunu kullanamıyor olmasına bir kez daha hayıflanarak “Yok bir şey,” dedi. “Kaskı çıkardım sadece.”
“Keşke biraz ışık olsaydı. Bir fener var aslında arabada ama pillerini takınca çalıştıramadım.”
“Nasıl buldun beni karanlıkta?”
“Tünel çökerken orada olduğunu biliyordum. Ellerimle yoklayarak buldum seni.”
“Ne kadar zamandır buradayız?”
“Sanırım bir saat olmuştur.”
Sesteki titreme Emre’nin içini şefkatle doldurdu. Bu küçük çocuk o kadar zamanı bu karanlıkta tek başına geçirmişti. Ölüm korkusuyla…
“Şu fenere bir de ben bakayım. Yanında mı?”
“Çalışmayınca arabanın içinde bıraktım. Bekle hemen getireyim.”
Küçük ellerin üzerinden çekilmesiyle üşüdüğünü hissetti Emre. Ne olursa olsun, böyle bir durumda bir insanın varlığı güç veriyordu.
Sesleri dinleyerek çocuğun ne kadar uzağa gittiğini anlamaya çalıştı. Kendisi duvar kenarında duruyor olsa, araba da iki adım uzakta olmalıydı. Gözünün önüne narçiçeği rengindeki Volkswagen ve içindeki kız geldi.
“Sen o kızsın, vosvostaki…”
Küçük bir kıkırtı duyuldu ileriden. “Evet, o benim. Sen de siyah atlı şövalyesin.”
Emre’nin attığı kahkaha yıkıntıların arasında yankılanarak garip bir ekoyla durmaksızın tekrar etti.
Sürünerek yaklaşan kızı uzanıp yanına çekti. Karanlıkta başka bir bedene temas etmek ikisini de rahatlatıyordu. Kızın elindeki fener göğsüne dokununca uzanıp aldı. Parmaklarıyla yoklayıp pil yuvasını buldu. İçindeki pilleri çıkarıp ters yönde yeniden taktı. Düğmesine bastığı an, karşısında beliren minik bir surat ve yeşil gözlere gülümsemekten kendisini alamadı.
“Merhaba.”
Kız da içten bir gülümsemeyle “Merhaba,” dedikten sonra “Mira benim adım. Sen kimsin?” diye cıvıldadı.
“Ben de Emre. Memnun oldum Mira.”
Fener ışığı tavana vururken iki yanındaki siluetin sanki bir sinema fuayesindeymiş gibi kendilerini tanıtmaları içinde bulundukları durumla alay etmek gibiydi. Belki de ölüm onları bu yüzden ciddiye almamıştı.
Elindeki feneri etrafına tutan Emre, içinde bulundukları ortamı dikkatle algılamaya çalıştı. Karşıda, arabanın yanındaki şeride kadar taş yığılıydı. Oturdukları ve Volkswagen’in bulunduğu yerde birkaç moloz vardı. Sol tarafa bakarak motosikletinin hala bıraktığı gibi durduğunu fark eden genç adamın dudaklarından bir kahkaha daha fırladı.
“Siyah atıma da bir zarar gelmemiş.”
Kıkırdayan kıza ışığı tutup nasıl biri olduğunu anlamaya çalıştı. Işıktan gözleri kamaşan Mira başını hafifçe yana çevirdi.
Uzun açık renk saçları vardı. Biblo gibi yüzüne yerleşmiş yeşil gözleri ortamın dehşetine inat sıcacık bakıyordu. Henüz yaşamın ve ölümün ciddiyetini kavramamış bu küçük kız Emre’nin yüreğini sızlattı.
“Ehliyet alacak yaşta olduğuna emin misin sen?”
Mira içten bir kahkahayla gülerken, Emre etrafı incelemeye devam etti.
Sağ ve sol tarafları taşlarla tamamen tıkanmıştı. Kendilerine kalan alanın çok küçük olduğunu fark eden genç adamın kaşları kaygıyla çatıldı. İçerideki hava ikisine ne kadar süreyle yetebilirdi?
Bu düşüncesini Mira’ya belli etmemeye çalışarak kalktı ve arabanın yanına gitti. Etraflarına yığılan taşları oradan da inceledikten sonra havayı kokladı. Hafif bir yanık kokusu geliyordu. Kanı damarlarında dondu. Bu taşların arkası karbon monoksit gazıyla doluydu ve içeriye sızıyordu. Yenilmişlik duygusu yavaşça bedenini ele geçirdi.
‘Özür dilerim Berna.’
Emre’nin hiç hareket etmemesi Mira’nın dikkatini çekmiş olmalıydı ki yanına gelip kolunu tuttuğunu fark etti.
“Ne oldu?”
Söylemeli miydi? Bu küçücük kızın içine korku salmalı mıydı?
“Yok bir şey, bakıyorum sadece.”
Işığı tavana tutup bir kısmının her an çökebilecek durumda olduğunu gördüğü an, fenerin düğmesine basıp kapattı.
“Emre?”
Korku dolu sesi duyduktan az sonra kızın kendisine daha da sokulduğunu hissetti.
“Korkma, feneri idareli kullanalım diye söndürdüm.”
“Tamam.”
“Şimdi yerimize oturalım. Sen feneri al ama yakma. Ben siyah atımdaki malzemeleri yanımıza getireyim.”
“Tamam.”
Öyle kesin bir teslimiyet vardı ki Mira’nın sesinde, Emre ağlamak istedi. Bu küçük kız için… Berna için… Kendisi için… Doğamayacak kızı ve oğlu için…
Makinesinin yanına yavaş adımlarla ulaşıp yan çantaların kilitlerini açtı ve yere bıraktı. Üst çantayı da de çıkarıp yanlarına bıraktı. Makinenin üzerine bağladığı uyku tulumu, mat gibi malzemeleri de el yordamıyla çözdükten sonra, yavaş adımlarla Mira’nın olduğu yere götürdü. İki yan ve üst çanta, kamp için yanlarına aldıkları malzemelerle doluydu. En büyük sorunlarına biraz olsun ilaç olabilecek ışıldağın da aralarında olduğunu bilmek Emre’yi rahatlattı.
“Ben bütün mal varlığımı ayaklarının dibine serdim. Söyle bakalım senin nelerin var narçiçeğinde?”
“Senin nelerin var bilmiyorum ama benimkileri seninkilerden daha çok seveceğine eminim.”
“Bak sen?”
Klasik Emre hareketi olan tek kaşın kalkışını karanlıkta görmek mümkün değildi ama içindeki meydan okuma, sesinden rahatça anlaşılabiliyordu.
Neşeli bir kıkırtının ardından Mira “Boş bir ev için erzak alışverişi yapmıştım desem…” dediğinde Emre’nin kaşı yerli yerine oturdu.
“Tamam, sen kazandın. Su da var de bana, canımı al.”
“Su da var ama lütfen bir daha şaka da olsa canınla ilgili böyle konuşma.”
Kızın içinde bulunduğu durumun hassasiyetini algılayan Emre, “Tamam, bir daha yapmam,” diyerek ortamı yumuşatmaya çalıştı.
O Berna’nın her darbeye dayanıklı karakterine alışıktı. Bu tür hassasiyetler karşılaştığı bir durum değildi. Dikkatli olması gerektiğini kendisine hatırlatarak kızın eline uzandı.
“Hadi arabandakileri alıp yanımıza getirelim.”
Karanlıkta çekingen adımlarla arabaya yürüyüp kapıları açan kızı bekledi. İçerideki poşetleri el yardımıyla bulan Mira onları Emre’ye veriyor, Emre de bunları duvar kenarına götürüyordu.
Son seferinde kapının kapanıp bagaj kapağının açıldığını duyduğunda, “Şaka yapıyorsun,” dedi Emre.
Bayan kıkırtı yine bir şey söylemeden eline poşetleri tutuşturmaya devam etti.
Son poşetler de duvar kenarındaki yerini aldığında, Emre feneri yakıp zemine baktı.
Mira’ya yıkılma tehlikesi taşıyan taşların en uzağındaki yeri işaret ederek, “Burada bize oturabileceğimiz yer bırak, geri kalanına istediğin gibi yayıl. Ama lütfen kenardan ayrılma,” dedi. Kızdan gelen onay üzerine feneri kapatıp makineden söktüğü çantaları kendilerine ayırdığı yere taşıdı. Zemindeki taş kırıntılarını ayağıyla olabildiğince uzağa ittikten sonra çift kişilik matı yere serdi. Bu onları hem zeminden gelen soğuktan koruyacak, hem de yumuşak, düzgün bir yüzey sağlayacaktı. Uyku tulumu ile ışıldağı da yakınlara dayadı.
Poşetlerin hışır hışır sesinden Mira’nın hala erzaklarıyla ilgilendiği belli oluyordu.
“Yardıma ihtiyacın var mı?”
“Hayır. Nelerimiz olduğunu bilmek ister misin?”
“Söyle bakalım.”
“Bolca etimek, krik krak, şokella, sandviç ekmeği, kaşar peyniri, zeytin ezmesi, fıstık ezmesi, domates, vişne reçeli, erik reçeli, elma, şef…”
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”
Şaşalayan genç kız tedirgin bir sesle “Hayır,” dediğinde, “Boş eve yiyecek olarak bunları mı aldın yani?” diye sordu.
“Şey ben, yemek yapmayı bilmiyorum. Bunlarla idare etmeyi planlamıştım.”
Kızın sesinin titrediğini fark edince, uzanıp yakınına çekti. “Şapşal, bundan daha iyi bir erzak olamazdı demek istedim.”
“Gerçekten mi?” diyen ses, karanlıkta bile Mira’nın pırıl pırıl bir gülümseme sunduğunu belli ediyordu. Emre de gülümseyerek “Gerçekten,” dedi. “Ben pirinç, bulgur, makarna gibi sadece paketlerinde seyredebileceğimiz şeyler söyleyeceksin sanmıştım. Senin söylediklerin hem pişirmeye gerek duymadan hemen yiyebileceğimiz, hem de bozulmayacak yiyecekler.” Kızın ellerini çırparak attığı coşkulu çığlıkla Emre bir an çocuk olmak istedi. Sadece bir an. İçeri sızan zehirli gazı aklına getirmemek… Dışarıdan gelecek bir müdahalede anında yıkılacak olan tavanı düşünmemek… Bu küçücük alanın canlı olarak bulunacakları son yer olacağını bilmemek…