Seksi Numara Bölüm 31
Selin
Birisi size küfrettiğinde canınız acımaz. Siktir, dese… Orospu, dese… Güler geçersiniz bile. Sizden istediği bir şey vardır, alamamıştır. Ezik olanın küfrü eden olduğunu bilirsiniz. Üstelik bunu ikiniz de bilirsiniz. Ama birisi, sizi küfretmeden çok fazla kırabilir. Hiçbir şey yapmadan… Tek bir söz bile etmeden… Bütün dengelerinizi sarsabilir, Erhan gibi.
Hayata devam ediyordum ama içimdeki yara efil efil sızlıyordu. İşe git gel, anlamlı bir şeyler yap, etrafındaki insanların takdirini al, holdingde sana duyulan saygının gün be gün arttığını gözlemle… Eray’ın sensiz neredeyse tuvalete bile gidemediğine şahit ol… İhtiyaç duyulan insan ol…
Bunların hepsi muhteşemdi. Hep olduğu gibi iş hayatı beni kollarını açarak karşılamış, neredeyse bacaklarımdan kaldırarak yukarılara ittiriyordu. İyiydim. İşimde gerçekten iyiydim. Çünkü hayatıma anlam katabilen bir tek ona sahip olabilmiştim. Evliyken de, şimdi de…
İşinizde çok iyi olduğunuzu gösterdiğinizde, insanlar sizin giyindiğiniz her şeyin normal olduğunu düşünüyorlar. Kapıdaki görevlinin beni neredeyse her gün “Abovvv” diye karşılamasına alışıktım mesela. Eteğim çok kısa galiba, diye içimden geçiriyorum. Ya da sutyen mi giymedim lan, diye aynada içimi kontrol ediyorum. Ama ne onun ne de diğerlerinin gözlerine ayıplayan, yargılayan bakışlar yerleşmiyordu. Çünkü ben utanmıyordum.
Hayatın özü bu zaten. İlk eleştiriyi kendiniz yaparsınız her şeye. Eteğin kısa olduğunu önce siz düşünürsünüz, bunu da yol boyu içinizde hissedersiniz. Size bakan herkes sizdeki bu yargının devamını getirir. Kısalık eteğe değil, ruhunuza sinmiştir çünkü. Ben sabah ne giydiğimi bile çok fark etmiyordum. Etekti işte. Üzerindeki de bluz. Dişlerimi fırçalamayı unutmadıysam, gerisi önemli değil. Ha bir de çapak kalmamış olsun gözlerimde. Yapacak işler var. Çok önemli. Kıyafetle, nasıl göründüğümle mi uğraşacağım? Ben eteğimle uğraşmayınca, başkaları da uğraşmıyordu işte. Altındakileri göstermek olursa amacın, etek yere kadar da olsa göstermenin bir yolunu bulursun. Duruşunla, bakışınla, yürüyüşünle… Orospuysan, pardösünün altında da orospusun, değilsen bikini içinde de değilsin.
Ben umursamıyordum, onlar da umursamamayı öğrenmişlerdi.
Orgazm defterini kapatalı üç ay olmuştu. Sanki içimdeki dişinin üzeri kalın perdelerle örtülmüş, en derinlere gömülmüştü. Gözümün önüne porno sahneler koysanız fark etmiyordum. Ama bazen… El ele tutuşup yürüyen bir çift gördüğümde bir sızı şöyle kalbimden yükseliverip adımlarımı yavaşlatıyordu. Hissettiğim kayıp duygusunu öldürmeyi başaramıyordum.
İlk başlarda Yıldırım tedirgin gözlerle beni seyretmişti. Arada, “Bak Moda’da çok güzel bir yer keşfettim, seni oraya götüreyim.” demesinden, Erhan ile karşılaşmamam için onu hala takipte tuttuğunu anlamıştım. Çabuk ayak uydurup, “Bugün nereye gidelim?” diye mekânları onun ayarlamasına izin vererek bu sorunu tamamen ortadan kaldırdım. Yıldırım o akşam Erhan’ın nerede olacağını biliyordu ve beni onun tam aksi yöne götürüyordu.
İnsanın kendisini düşünen arkadaşları olması gerçekten güzel bir şey. Sonradan anladım ki, Mert ya da Eray ile bir program yapacağımızda, onlar da öncesinde Yıldırım’dan koordinat alıyorlarmış. Nereye gidilmeyecek! İstanbul’un kalanı bizimmiş sonrasında…
Arkadaşlarımın içindeki çöpçatan ruhunu görmek de komik oluyor bu arada. Her dışarı çıktığımızda, aynı ortamda tesadüfen Yıldırım’ın, Mert’in, Tolga’nın yenilesi arkadaşlarının türemesi giderek komik olmaya başlamıştı. Sanki tüm gün “Bugün Melis’e kimi tanıştırabiliriz?” toplantıları yapılıyordu. Mekâna girer girmez de, “Aa Ahmet, bu ne güzel tesadüf böyle? Gel beraber oturalım. Melis, senin için sakıncası olmaz değil mi tatlım?” cümlesi bankoydu.
Başta eğlenceliydi de sonrasında sıkıcı olmaya başladı. Önümde resmigeçit yapan adamları ilk birkaç saniyenin sonrasında görmez oluyordum çünkü. Masada onlar sohbete dalıyor, bense kendi yalnızlığımda kayboluyordum.
Üç ayın sonunda, Mert ve Tolga ile gittiğimiz ve bana birisini yamamaya çalışmadıkları ilk gece, ilgimi çekebilecek tek tesadüfî karşılaşmayı yaşadım. Tolga’nın arkadaşının heykel sergisiydi. Kalbimi yerinden oynatan beden figürleri arasında dolanıp duruyordum. Aklınız hemen oraya kaçtı değil mi? Kötüsünüz bak, diyeyim de…
Bir eldi mesela. Bilekten biraz yukarısından başlamış, duyarlı bir dokunuşu canlandıran bir el. Bir omuzdu. Giysinin askısı o kadar kenara gelmişti ki, neredeyse düşmek üzereydi. Elinizi uzatıp yukarı kaydırmak istiyordunuz. Ya da aşağı… İnsan bedeninin detayındaki arzuyu şekillendirmişti bu adam. Gerçekten çok hoştu ve ben salonlar arasında kaybolup gitmiştim.
Sonra onu gördüm. Yukarıya kaldırılmış bir çeneyi tutan, başparmağıyla çeneyle dudağın arasını okşayan bir el vardı baktığı heykelde. Dudaktan sonrası yoktu. Dudak ve çene… Ve el de sadece avucun koruyuculuğunu gösterecek kadar vardı… Parmak aslında dudağı okşamak istiyor ama kıyamıyor gibiydi. Hiç hareket etmeden karşısındaki hareketi içiyordu solgun bir çiçek… Göz pınarlarına biriken damlaları buradan bile görebiliyordum. Özlemle, hasretle bakıyordu.
Yaklaştım arkasından. Kim olduğunu görmemiş olsam, birazdan annesi yanına gelecek bile sanabilirdim. O kadar küçüktü. Kendi değil belki ama ruhu küçüktü. Ergendi. Kadın değildi.
“Çok güzel.” dediğimde, başını çevirip hafifçe bana döndü. Nezaketen. Gözlerini ayırıp benim kim olduğuma bakmamıştı çünkü. “Öyle…” dedi. Sonra içindeki sesi dışarıya da seslendirdiğinin farkında olmadan, “Şefkat ve tutku… Sahiplenme ve incitmeye duyulan korku.” diye fısıldadı.
“Hangisi baskın olmalı acaba?” Kendi kendime sorarmış gibi yaptım. Kendi kendine cevaplarmış gibi konuştu. “Tutkuyu gereğinden fazla dizginlerseniz, eliniz bomboş kalabilir.”
Gözünden sıyrılıp aşağı yuvarlanan yaşı fark ettiğini sanmıyorum. Yoksa bana dönmezdi. Döndüğü an donup kalmaz, o gözyaşı bilincine ulaştığı an da utancından kıpkırmızı kesilmezdi. Gülümsedim. “Merhaba.” Lanet olsun ki sesimde şefkat vardı.
Sadece baktı bana. O gün Eray’ın yanındaki kadın olduğumu biliyordu. Ağlayacaktı. Bunu yapmamak için varını yoğunu ortaya koyuyordu. Kendime engel olamadım, uzanıp sarıldım ona. “Hala onun içindesin sen. Gördüm bunu.”
Omuzlarının titremesinden gözyaşlarıyla olan savaşı kaybetmiş olduğunu anlayabiliyordum. “Bunun ikimize de bir yararı olmadı.” diyerek uzaklaştı ve çantasından bir mendil çıkarıp gözlerini kuruladı.
Çıkmayan makyaj diye bir şey var. İşte tam da gözlerimin önünde. Islandı, kurulandı ama sanki yeni kuaförden çıkılmış gibi parıl parıl parlıyor önümde. Ya da bu kız gözyaşlarının izlerini ustaca silmeye alışık…
Tam o anda yanımızda biten adam, ilgiyle çiçeğe baktı. “Selin, iyi misin? Her şey yolunda mı?”
Hm. İlgiliyiz. Çiçeğimizin ruh hali konusunda duyarlıyız. Peki, kimiz acaba? Elimi uzatıp, “Merhaba.” dedim. “Melis Çağlar.”
Önce adam, sonra çiçeğimiz uzatıp sıktılar elimi ve tanıttılar kendilerini.
“Selçuk Evirgen.”
“Selin Evirgen.”
Adam ekledi “Karım.”
Bu mu ya Eray’ın yerini alan adam? Bu mudur yani? Bu kadar mıdır? Bu adam sadece yakışıklı. O kadar. Tamam, iyi biri gibi de. Ama bunların arasında sadece şefkat var. Tutkunun t’si yok.
Geri çekilip ikisine şöyle bir baktım. Adamda takım, kadında her ortama uyacak bir elbise. Uzun bir adam, kısa hatta küçücük bir kadın. Bakımlı, sarışın, uzun saçlı bir adam. O kadar bakımlı ki tek bir telin bile havalanmamış olması rahatsız etti beni. Elimi o saçların arasına daldırıp karıştırasım geldi. Yine bakımlı, annesinin kıyafetlerini giyinmiş gibi görünen bir kadın. Omuz hizasında kumral saçlar, kopkoyu kahverengi gözler, pınarlarında henüz akmamış yaşlar, daha hiç öpülmemiş gibi titreyen kendinden kırmızı dudaklar.
Bedeni çok garip mesajlar veriyordu bu kadının. Alevler vardı sanki içinde. Tutuşsa her yeri yakıp yıkacaktı ama henüz tutuşmamıştı. Kararımı verdim. Bu kız orgazmın ne olduğunu bilmiyordu. Benden farklı olarak bedenini de tanımıyordu. Bu kılkuyruğun altında hiçbir bok hissetmeden yatıyor olmalıydı. Ben de Melis isem, olay buydu.
O anda yanımda biten Mert kolunu belime dolayıp sahipsiz olmadığım mesajını karşımdaki çifte verdi. Çiçeğin gözlerinin hayretle açılışını izleyip Mert’e bunun için teşekkür ettim.
“Mert Karadağ.” diye kendisini tanıştırdı tatlım.
İki erkek hemen kaynaşıverdiler sanki. Konuşa konuşa içkilerin servis edildiği bara yöneldiler. Biz iki kadınsa suskunduk. Selin merakla Mert ile bana bakıyordu. Aramızda ne olduğunu anlamak ister gibiydi. “Eski kocam.” dedim. “Ama her zaman arkadaşım.” diye eklediğimde gözlerine inen buluttan hala Eray ile beraber olma ihtimalim olduğunu düşündüğü belliydi.
Kulağına eğilip “Eray ile sevgili değiliz. Sadece yanında çalışıyorum.” dedim. Önce donup kaldı, ardından kıpkırmızı kesildi. Güven verircesine baktım ona. Ben düşman değildim. Bunu bilmesini istedim. O da bir süre bana bakıp sonra gülümsedi.
Tolga yanımıza geldiği an ortamın bir anda gerildiğini fark etmek ilginçti. Selçuk’un saçları artık eskisi kadar düzgün durmuyordu mesela. Elini tedirginlikle arasına sokup karıştırmıştı. Aralarındaki en sakin kişi Mert’ti. Tolga’nın kaşları çatıktı. Sanki onaylamadığı bir şey vardı ve bunu saklamıyordu. Selçuk’a küçümseyerek bakması aklıma deli sorular doluşturdu. Buradan çıkar çıkmaz Tolga’yı köşeye sıkıştırıp bildiği ne varsa öğrenecektim.
Çantamdan kartvizitimi çıkarıp Selin’e uzattım. Bu genelde yaptığım bir şey değildir. Kartvizit insanı değilim ben. Ama şu anda bu kızla aramızda bir iletişim yöntemi yaratmak çok önemli gelmişti bana. Numaramı verirdim ve o isterse arardı ki bence arardı.
Sergiden çıkıp arabaya bindiğimizde, Tolga’nın sevimsiz bakışları hala düzelmemişti. Selçuk hakkındaki merakımı gidermek için doğru bir zaman değilmiş gibi geldi bana. Bunun yerine, “Neden mutsuzsun?” diye sordum. Bir süre camdan dışarı bakıp “Korkaklar midemi bulandırıyor.” dedi. Gözleri Mert’e ilişti ve bir süre düşünceli bakışlarla ona baktı. Mert’in de gerildiğini anlamamak mümkün değildi.
Burada her ne konuşulup yaşanıyorsa, ben o dili bilmiyordum. Anlamadım. Tahmin edebilirdim ama doğruluğundan emin olamazdım. Bulaşmamayı tercih ettim. Başka dünyalar… Başka hayatlar… Başka seçimler… Saygı duyup çekilmek düşerdi bana.