Anna Bölüm 5

Anna Bölüm 5

Serhat’ın parayı nereden bulmayı planladığı aslında çok açıktı da ben bazen tam bir aptal olabiliyorum.

“Ben bir bar açacağım.”

“Ne güzel.”

“Oğlanlar da çalışır.”

“Çok iyi.”

“Başka ortak aramayayım, sen ol orada da bana ortak.”

“Olur.”

Dilim kopsaydı. Gerçekten kopsaydı. Sana ne, ne anlarsın sen bardan? En son yirmi sene önce bir bara gitmişsin. Alkol kullanmayı o zaman bırakmışsın. Sarhoş insanlardan nefret edersin. Alkollü ortamlarda milletin sarhoş olmaya başlamasından önce kalkıp gitmeyi adet edinmişsin. Sana ne adamın bar açmasından!

Hiç aklına gelmez mi insanın, Avrupa gezisi olmayınca paranın dibi geldiği anlaşıldı, adam kendine yeni para kaynakları yaratma peşine düştü, diye.

Yok. Kankim o benim. Gelmedi işte.

Sonraki aylar bu furya ile geçti. Alsancak’ta yol üstü olmayan, aslında bana göre ters bir yerde, kırk metrekare bir yer tutuldu. Oğlanlar artık yirmi altı, yirmi bir ve on yedi yaşlarına gelmişler, babalarıyla koşturup duruyorlardı. Bence sakıncası yoktu. İş onların işiydi.

Ama nedense bir ödeme yapılması gerektiğinde Serhat’ın kartı hiç yanında olmuyordu. Adını Zıbar koydukları barın neredeyse her yeri benim kartlarımdan çekilerek yapıldı. Limitleri son derece yüksek altı kartım tepesine kadar dolmuştu. Ancak ondan sonra Serhat’ın kartlarını görebildik.

Para idare işini Bilirtek’teki gibi benim yürütmemi uygun gördüler. Yani, para olmadığında ödemelere kaynak bulmayı da bana yıkmış oldular. Akıllıca, değil mi?

Neyse günü geldi, bar açıldı. Ben müşteri modunu tercih ettim. Yüzde elli ortak olmama rağmen hiçbir şeye karışmadan onları aile olarak Zıbar’ın sahibi kabul ettim.

Günlük kasa tutulup bana getiriliyor, para bana teslim ediliyor, ben de buradan ödemeleri yapıyordum. İşler gayet iyiydi çünkü Serhat’ın çevresi oldukça genişti. Arkadaşları, sevgilileri, dört çocuğunun arkadaşları, gezi gurubumuzdaki insanlar derken, bir seneye yakın güzel de iş oldu.

Aramız hala iyiydi. Avrupa gezisi rafa kalkmış, bütün enerji Zıbar’a verilmişti. Çocuklar şevkle çalışıyor, barın giderleri rahatlıkla ödeniyordu. Bilirtek de zaten sekizinci senesini sürdüren bir bilgisayar şirketi olarak kendini güzelce çeviriyordu.

Hala eleman çalıştırmıyorduk ve artık Serhat bara daha fazla önem verdiği için, ben şirkette hemen hep yalnız oluyordum. Önemli de değildi çünkü zaten bütün işi sadece ben yapıyordum.

Zıbar’ın bilgisayarında internet üzerinden kamera görüntüsü almamızı sağlayan bir kart vardı. Programı çalıştırınca, evden, telefondan o an barda olanları görebiliyordum. Bu kadar görmek de bana yetiyordu.

Mert bara gelmeyi pek tercih etmiyordu. Serhat yarım ağızla sorduğunda ağrılarını bahane ediyordu. Onun Serhat’tan çok da hoşlanmadığını bilirdim de, çocukları hiç sevmediğini o zaman öğrendim. Sevil’i de sevmiyordu. Arada konusu geçtiğinde, “O kadın sana kötü bakıyor,” derdi. Benim Serhat’la ilişkim olduğunu düşündüğünü tahmin ediyorduk. Buna da kıçımızla gülüyorduk.

Mert benim ruhumu bilirdi. Hayatı bir erkek gibi yaşardım. Görünüşümde dişi olan hiçbir şey yoktu. Blucin ve lastik ayakkabıdan başka bir şey giymezdim. Makyaj yapmaz, saç uzatmazdım. Mert’le aynı boydaydı saçlarımız. Bildiğin Amerikan tıraşı.

Mert beni böyle severdi. Böyle olduğum için severdi. Hayatım boyunca aynı anda iki kişinin elini tutmayacağımı da bilirdi. Eğer başka bir eli tutmak istersem tutardım, ama bunun için önce öteki eli bırakırdım.

Kocasının çapkın oluşunu kanıksamış olan Sevil’in bunu anlayacak kadar beni tanıma çabası hiç olmamıştı. Eve giren parayı sevmiş, gerisiyle ilgilenmemişti. Ama senelerce içten içe kimliğime diş bilediğini hissediyordum.

Ne rahat, değil mi? Kapat gözlerini, çalışma, koca parası ye, her şey yolundaymış gibi yıllarını geçir. Beklentilerini gizle. Arzularını hasıraltı et. Hoşlanmadıklarını yok say. Talepte bulunma, emek harcama, sallabaşı al maaşı. İyi insan. İyi kadın.

Benim içinse ezik bir kadın. Kendisine saygı duymayan, mutsuz, doyumsuz bir asalak. İçinde yıllarca biriktirdiği bir öfke var ve güç dengeleri değiştiğinde ondan acımasızı olmayacak. Kocası hasta ya da yatalak olsa, ezik olarak geçirdiği her bir dakikanın hıncını ondan çıkaracak. Hem de misliyle.

Umursamıyordum. Benimle ilgili kafasında sorusu olan birisi merak ediyorsa bana sorardı. Benim sorumluluğum sadece kocama, kızıma ve annemeydi. Dünyanın geri kalanının ne düşüneceğinden kaygılanarak yaşamak ruhuma aykırıydı.

Ortak olarak iki şirketin para idaresi hala bendeyken, Zıbar’dan borç ödemeleri için gelen para giderek azalmaya başladı. Öyle ki, bir süre sonra kartlar tefecilere kapattırılıp, daha fazla borçla yeniden bana iade edilir oldu. Bunun idaresi de en büyük oğlan Yavuz’daydı.

Hesapları en küçük oğlan tutuyordu ve ben de ona bir Excel dosyası hazırlamıştım. O günlük olarak satışları, harcamaları bu dosyaya giriyordu.  Bardaki bilgisayara Bilirtek’ten bağlanıyor, o ekran sanki kendi masamdaymış gibi her türlü işlemi yapabiliyordum. Böylece her gün o dokümanı alıyordum.

Alışlara bakıyordum, satışlara bakıyordum, gereksiz bir şekilde içeride olduğumuzu düşünüyordum.

Bir gün aklıma esti, kameradan bara bakmak istedim. Nedense görüntü veren program kapalıydı. Oysa bilgisayar açılırken otomatik olarak açılır. Kapalı olması için özellikle kapatılmış olması gerekir.

Bana bununla gelme bebeğim. Ben manyağım. Oradaki bilgisayara Fizan’dan bağlanıp yine de o programı açarım.

Açtım da. Bahçede dört masa, her birinde de ikişer üçer kişi vardı. Bağlantıyı keserken şeytan dürttü, programı yeniden kapattım.

Ertesi günkü dökümlerde gündüze ait tek masanın hesabı vardı.

Hmm.

Hmm.

Pekâlâ.

Bir oyun oynanıyor. Bana sadece oyuncuların kimliği gerekli. Daha da çok, Serhat’ın bundan haberi olup olmadığı bilgisi gerekli.

Uzunca bir süre, kameranın kapalı olduğu saatlerde Serhat’ın nerede olduğunu anlamaya çalıştım. O gittiğinde çocuklar mı yapıyordu acaba bu işi? Ama hayır. Kamera nedense artık hep kapalı. Açıyorum, Serhat orada, kapıyorum. Yaklaşık masa sayısını gün boyu kaydediyorum. Ertesi günkü döküme baksan in cin top oynuyor.

Serhat’a hesapla ilgili bir şey sormanın bir faydası yok çünkü ‘ben anlamam, Tolga’yla halledin,’ diyerek beni en küçük oğlana paslıyor. Tolga da aniden yaşının çok altında bir çocuk oluverip bana kâğıtta yazanları masum masum açıklamaktan başka bir şey yapmıyor.

Konu önemliydi. Konu hassastı. Konu, benim hayattaki tek arkadaşımla ilgiliydi. Sevdiğim, değer verdiğim, yıllarca kocamdan ve kızımdan çok zaman geçirdiğim; hayatımın eğlenceli yönlerini, hobilerimi, sırlarımı paylaştığım kankimdi konu.

Bana kazık atıyor olmasını kabul edebilirdim. Ama bana kazık atmıyorsa onu suçlamayı kabul edemezdim. Bilmek, anlamak zorundaydım.

Şimdi ben iyi insan mıyım yoksa aptal mıyım? Birisi sizi kandırıyorsa ne yapmanız gerekir? Yüzleşmeli misiniz? Alacağınız yanıtı biliyorsanız yüzleşmek size ne kazandırır? İyi bir insan olarak bu durumu kime şikâyet edebilir ya da hakkınızı nerede arayabilirsiniz? Adli mercilerde aranabilecek bir çözüm söz konusu mu? Hayır, ortada kanıtlanabilecek bir suç yok. Ama gerçekleşeceği rahatlıkla öngörülebilen bir yönelim var.

O zaman bana iz sürmek düşüyordu. Ben de bunu çok iyi yapardım.

Daha çok gitmeye başladım Zıbar’a. Müşterilerin alayı tanıdıktı zaten. Daha çok konuşmaya başladım. Bir kaç ay içerisinde epeyce bir sosyal olmayı da başardım. Gündüzleri laptopu alıp bahçede çalışıyordum. Beni görmek başta oğlanları şaşırttıysa da sonraları alıştılar. Hesaplar biraz daha düzgün gelmeye başladı zorunlu olarak.

Ama tamamen düzelmiş de olsa, benim için önemli olan ne para, ne borç ödemesiydi. Sadece Serhat’ın hayatımdaki yeriydi.

Müşteri sayısında bir azalma olduğu da dikkatimi çekiyordu. Bir gün bir telefon aldım tanıdığım birinden.

“Deniz selam, ben Harun.”

“Selam Haruncum, nasılsın?”

“İyiyim de sana bir şey sormak için aradım.”

“Dinliyorum.”

“Dün senin bardaydık. Sen yoktun o saatte. İçtiklerimiz şu şu şu.”

“Hmmm, sorun ne?”

“Şu kadar ödedik.”

Ne? Ama şu kadar etmez ki, bu kadar eder.

“Hata olmalı Haruncum. Şimdi gidip kontrol ederim ben hemen.”

“Tamam, ama bak, ödediğim önemli değil. Ben sadece haberin olması gerektiğini düşündüm.”

Teşekkür edip Zıbar’a yollandım. Serhat da oradaydı, doğrudan konuya girerek telefon konuşmasını anlattım. Hata olduğundan emindim, düzeltilecekti, her şey yoluna girecekti.

“Eee, ne olmuş?”

“Nasıl ne olmuş? Adamdan fazla para almışsınız.”

”Biliyorum.”

“Serhat adamın içtikleri şu kadar tutuyor. Neden daha fazla hesap alınsın ki?”

“Zengin o, versin.”

“Manyak mısın, üstelik o benim arkadaşım.”

İşte o an ilk defa Serhat’ın sesi bana karşı yükseldi.

“Ne var be, geri kalanı da benim arkadaşım. Senin arkadaşın mı var!”

Vayy, bir şeyler mi kusuyoruz yoksa? Oğlanların yanında… Bana bağırarak… Vayy.

O gün her şey değişti.

O gün ben değiştim. Çünkü derinlerdeki öfkeyi görmüştüm Serhat’ta. Bana olan ilgisinin gizlediği öze ulaşmıştım. Sevgi yalandı. Geride derin bir kıskançlık, kızgınlık, sevgisizlik vardı. Kendini gizleyemediği o tek anda, Serhat çırılçıplak kalmıştı.

Boku yemiştim.

Arkadaşımı aradım, adisyonlara baktığımı, çocukların bir hata yaptığını, o gece benim misafirim olmasını rica ettiğimi söyledim. Gelmedi. Onun gibi pek çokları da yavaş yavaş gelmedi zaten.

Derken bir gelin çıktı başımıza. Yavuz’un kız arkadaşı. Çocukların annesinin kankisi oldu o da. Sadece bir ay içerisinde, Zıbar’da herkesin bana bariz bir cephe aldığını gözlemledim. Bir şeyler dönüyordu. Oğlanların ve kızın bana pis bakışlarını yakalıyordum. Ne olduğunu sorduğumda riyakâr gülümsemeler dışında bir şey bulamıyordum.

Serhat’a sordum “Ne oluyor, nedir bu düşman havası bunlarda” diye, “Yok öyle bir şey,” cevabını aldım. Kapılar hep duvardı. Ama başıma bir iş gelmek üzereydi ve ben bunun farkındaydım.

Yavaş yavaş yalnız bırakıldığımı iyice gördüğümde, tek kaygım bu iki şirketteki ortaklıktan nasıl kurtulacağım olmaya başladı. Kocamı ve kızımı korumak zorundaydım. Üzerimde çok ciddi miktarda borç vardı ve artık beni kollayan bir kankim yoktu.

Serhat’ın, annelerinin yönlendirmesiyle oğlanlar tarafından benimle çocukları arasında bir seçime itildiğini anlıyordum. Önceleri beni ezdirmeyen kankim, artık benimle uğraşmıyordu bile.

Bu önemli değildi. Elbette kendi ailesini seçmeliydi. Önemli olan, onun bunu yaparken zevk aldığını fark etmiş olmamdı.

Ben insana ait hemen her duyguyu bağışlayabilirim. Çünkü o insandır, zayıftır, benmerkezcidir, kötülük doğasında vardır. Ailesi için kankimin benden vaz geçmesini doğru bulurdum. Ortaklığı yürütemememizi doğal bulurdum. Bilirtek’ten farklı olarak artık sadece ikimiz değildik ve ailesinin benimle iş yapmak istememelerini anlardım. Kimse beni sevmek zorunda değildi.

Benim takıldığım, benden vazgeçtikten sonra Serhat’ın yıllardır bana sunduğu duyguların yalan olduğunu anlamış olmamdı. Demek tüm o zaman boyunca aslında bende hoşlanmadığı şeyleri benden gizlemiş, şimdi ise oğlanların bana yaptıklarını zevkle seyreder olmuştu. İçinde kin vardı. Belki gücüme, belki eğilmeyişime, kendime yetişime, ona karşı dimdik duruşuma, maddi gelirim oluşuna, kocamı sevişime, ailemi sahiplenişime, işimde iyi oluşuma, taştan su çıkarışıma, belki de onun olmak isteyip olamadığı her şey oluşuma kinliydi. İşine geldiği sürece bunu gizlemiş, şimdiyse gerçek duygularını koyuvermişti.

İşin güzeli, ben bu duyguların hepsini de anlayışla karşılayabilirdim. Tabii itiraf edilmiş olsaydı… Ama yalanla gizlendiğini anladığım an, karşımdaki insanın benim için sıfırlandığı andı.

Hala iyi bir insan gibiyim sanki…

Kıyamet, ikizlerden birisinin bana kırk yılda bir içtiğim bir tane birayı içine tükürülmüş olarak getirmesiyle koptu. İğrençliğe bakar mısınız? Nefrete bakar mısınız? Bardağın içerisinde dolanıp duran bir balgam. Arkadaşlarımın yanında.

Bunu Serhat’a söylediğimde, bu onunla son konuşmamız oldu. Sanki tükürülmüş birayı oğlana veren benmişim gibi, adam benimle bütün ilişkisini kesti.

Konuşmaya çalıştığımda, “Seninle konuşmak istemiyorum, bundan sonra ne söylemek istiyorsan Yavuz’a söylersin, ona vekâlet veriyorum” dediği an “Ben de seni Bilirtek’te istemiyorum,” cümlesi ağzımdan kanatlanarak çıktı.

Suskunluk falan yoktu. Sanki bana bunu söyletmeye çalışıyordu. “Hisselerimi sana devrederim,” dedikten sonra kendine kiralık ev aramaya başladı. İstediğini elde etmişti. Elinde iki tane şirketi, yüzde elli ortaklığı, günlük olarak kazandığı nakit parası vardı. Bana bağımlı değildi. Benimle işi bitmişti.

“Parayı nereden bulmayı planlıyorsun?” dediğim an, onun planının Bilirtek’i bana, Zıbar’ı kendisine bıraktıracak şekilde kurgulandığını görebiliyordum. Tek pürüz, Zıbar’ın bütün borçlarının da kartlarımla birlikte bana kalacak olmasıydı ve ben bu parayı iki evimi satsam da ödeyemezdim.

Boktan bir durumdaydım ve Mert’le paylaşma şansım yoktu. Ona anlatırsam Serhat’ı işkenceyle öldürmesi iki dakikayı bulmazdı. Bacağında o an ağrı yoksa yirmi saniye de sürebilirdi. Ama bebeğim zaten ağrılar içinde kıvranıyor,  Eylül’ün bakımını üstlenerek üzerimdeki yükü azaltmaya uğraşıyordu. Kendi bokumu kendim temizlemek zorundaydım.

Lanet olsun ki bu işlerden hiç anlamam. Ticari ya da hukuki yönüm sıfırdır. Hayatın bu yönleri bugüne kadar ya Mert ya da Serhat’a güvenerek hiç uğraşmama gerek kalmadan hallolmuşlardı. Ben sadece bilgisayarda iyiydim. Hem de çok iyiydim. Ama bu, beni şu anki çıkmazımdan kurtaramazdı.

Kurtaramazdı, değil mi? Ya da belki… Acaba… Mesela…

Bu adamın kafasının içine girmeliydim. Ne planlıyor, bana ne kadar zarar verebilir, ne önlem alabilirim? Öğrenmek zorundaydım.

Ben soramıyorsam, başkası sorabilirdi. Kime konuşurdu, kime gevezeydi? Denizkızı’na konuşurdu. Kara Melek’e konuşurdu. Bayılırdı onlara mıncık mıncık anlatmaya. Evet, bayılırdı.

O zaman…

Ben de o deniz şeylerinden birisi olurdum…