Anna Bölüm 2
önce… 2010 Nisan
Önce dediysem, kırk beş yaşımdayken. Adım Deniz Divanova. Kartvizitimde Şirket Müdürü yazıyor ama siz ona bakmayın. Sonuçta dizgici ben ne dediysem onu yazdı. CEO desem onu da yazardı ama o dönemlerde henüz o makamın ne denli seksi olabileceği keşfedilmemişti.
Düşünsenize… ben… bir CEO. Emin olun herkes bacaklarının biraz üzerinden güler çünkü ben pek öyle makamlarda düşünülebilecek biri değilim. Daha çok… Şey gibi… Ney gibi?
Ne gibi olduğumu ben de bilmiyorum. Büyük desem değil. Dişi desem değil. Güzel desem değil. İyi desem o bizim köyden bile değil. Ama biri olduğum kesin.
Tabii siz benim kendime böyle hafifsemeler yapmama aldırmamalısınız. Hele ki bana aynısını yapmaya asla kalkışmamalısınız. Çünkü benim megalomanlığımdan dolayı önemsemediğim özelliklerim sizin için çok hayati olabilir. Mesela… Kimi zaman çocuğunuzun fotoğraflarının tek kopyası bozulan bilgisayarınızda kaldığında, onları çikolatalı sufle karşılığında kurtaracak benden başka birini bulamayabilirsiniz.
Neyse işte, sonuçta ortada bir tane kırk beş yaşında hatun, bir tane de bilgisayar şirketi var diyerek konuya devam edebiliriz.
Bu hikâyenin başlangıç noktası olarak size o sabahı seçtim. Şirkete gelip bilgisayarımı açtığımda kulağıma çalınan çin çon seslerin normal olmadığını anladığım sabahı.
Zekiyimdir. Posta kutuma arka arkaya inen epostalar, bizi keşfeden yeni müşterilerden yağan iş teklifleri olacak değildi ya. Sorundur o sorun. O zaman, o sorunla elimde kahve bardağım varken uğraşmak her zaman daha mantıklı. Mutfakta suyun kaynamasını beklerken, içeriden hala çong çing seslerinin geldiğini umursamamaya çalıştım. Bari adamakıllı bir sorun olsa da uğraştığıma değse.
Oda kapısına yaklaşırken klasik “Kafein!” çığlığımı duyan ortağım Serhat anında yanımda biterek kendi bardağını elimden aldı. Gözü, içeriğini görebilecekmiş gibi masamdaki ekranın arkasına kilitlenmişti.
“Ne zaman bu kadar popüler oldun sen?”
Çongi çinglerin onun dikkatinden kaçması mümkün değildi elbette. Hatta bu duruma alınmış bile olabilirdi. Bu seslerin onun bilgisayarından duyulması ne kadar doğalsa benimkinden duyulması da o kadar saçmaydı.
Şirketin popüler karakteri, benden altı yaş büyük olan Serhat Yıldırım’dı. Özel, tüzel, duygusal, sakıncalı her türlü eposta ona gelir, o da bütün gününü bunlarla geçirirdi. Ben elimi bile sürmezdim. Ama o yokken, onun adına bunları yanıtlamak bana düşerdi.
Sayın Dernek Başkanı,
Sevgi Hanım,
Sayın İlgili…
Bunlar sıkıcı olanlardı. Ama bir kısmı da vardı ki onlar çok eğlenceliydi.
‘Aşkım, dün masaya gelmedin… ‘
‘Bebeğim, bana gönderdiğin resimleri yanlışlıkla silmişim… ‘
‘Bir tanem, seni inanılmaz özledim… ‘
‘Serhat! Barracuda seni dün poker masasında Kara Melek ile görmüş! Sohbete gel! Bekliyorum…’
Bunların hepsine Serhat’mışım gibi yanıt verdiğimde, onun kime ne dediğimi bilmesi için not almak çok önemliydi. Yoksa hırçın bir Denizkızı ya da herhangi bir renkte melek tarafından parçalanabilirdik. O ya da ben… Klavyede o an kim varsa.
Dissosiyatif kimlik bozukluğunda da karakterler birbirlerine not bıraksalar… Hani aynı bedende kadınlı erkekli toplaşıyorlar ya… Biri eline not yazıp ardından kızın birinin yanından geçerken pandik atıyor. Sonra da toz. Öbürü geldiği an elinde bir not… ‘Saat 10 yönünden tokat geliyor, eğil.’
Nereden geldiyse şimdi aklıma?
Hoş gibi görünse de aslında onun yerine sevgilileriyle konuşmak çok da işime gelmezdi. Masa başı sohbetlerinde bile sessiz bir kadınım. Ekranda tanımadığım birileriyle ne konuşmak isteyebilirim ki? Hele de erkekmişim gibi yaparak hemcinslerimle!
Tüm yapacağım Serhat gelene kadar onu bilgisayar başında Serhat’mışım gibi oyalamak aslında ama “Teldeyim aşkım, bir dakika bekle” gibi şeyler yazmak başka, deniz şeysi tarafından küstahça yazılan cümleyi görmek başka…
“Bir daha Kara Melek’in olduğu masaya girmeyeceksin, dedi sana.”
“Tamam diyeydin.”
“Sen kimsin dedim,”
“Aha gitti Denizkızı.”
“Gitti valla.”
“Deniz, senin yüzünden kız arkadaşım kalmıyor ama.”
“Kimse bana ne yapacağımı söyleyemez!”
“Tatlım, o bana söylüyordu.”
“Olsun sana da söyletmem! Nasıl konuşulacağını öğrensin kaltak!”
“O zaman iyi yapmışsın. Bana Denizkızı mı yok? Bulurum yenisini.”
İşte böyle, Serhat’la hayat asla sıkıcı olmuyordu…
Çok renkliydi. Çok akıllıydı. Çok çapkındı. İlişkilerini açık yaşardı. Ekrandaki tüm sevgilileri evliyken evinde bile bilinirdi. Boşanma nedeni çapkınlıkları değildi. Ben erkek olsam onun kadar çapkın olmazdım ama geri kalan çoğu şeyim aynı olurdu.
Ağzı iyi laf yapar, etrafındakileri eğlendirirdi. Çok arkadaşı vardı. Ama kimseyle gerçek bir ilişki kurduğunu görmemiştim. Karısı ve çocuklarıyla bile yüzeyseldi ilişkisi. İçinde çok fazla sevgi yoktu. Birisine karşı iyiyse, işine geldiği için iyiydi. İşi bittiği an onu rahatlıkla gözden çıkarır ve anında unuturdu. Benim için çekici olan yanı, yalandan iyi insanı oynamamasıydı.
Nefret ederim iyi insan söyleminden. İnsansan iyi olamazsın. İyilik kadar kötülük vardır içinde. İnsan, bu ikisinin birleşimidir.
Ben kendime iyi insan denmesini asla kabullenmiyorum. Ekran karşısındaki kadınları Serhat’mışım gibi davranarak kandırdığım için değil ama…
Ne belli onun gerçekten de söylediği gibi bir kadın olduğu? Ya erkekse? Bekâr gibi konuşuyor, ya evliyse? Yirmi beş yaşında olduğunu söylüyor. Ya elliyse? Eee o zaman?
Gerçek yaşamında her şeyi kurallara uygun yürütüp sanal ortamda gizli bir aşk yaşıyorsa, o insan iyi midir? Bence değildir. Sevgiyi yüreğinde dolu dolu, bağırarak yaşamayı kıçı yemiyordur büyük olasılıkla. Gizli, kaçamak tatminler peşindedir. Evde bulamadığını ekran karşısında yaşadığıyla kapatıyordur. Ama kocasına “Yeter, ben mutlu değilim. Gerçek aşkın peşine düşeceğim. Bulsam da bulmasam da bu riske girip senin verdiğin tatminsiz güvenliği terk ediyorum.” demeyi tercih etmiyordur.
Ne yani, buna mı saygı duyacağım? Sadık görünümlü bir kaltağı iyi, Serhat görünümlü bir Deniz’i kötü mü bulacağım? Avucunuzu yalarsınız.
Serhat yaptıklarını gizlemiyordu. Evde eksik kalan şeyleri ekran karşısında ya da gerçek dünyada yaşadığı ekstralarla tamamlıyordu. Onaylıyor muyum? Hayır. Ama yargılıyor muyum? Ona da hayır. Bu onu ve ailesini ilgilendirir, beni değil. Hem neyi yargılayacağım ki? Hangimiz dozu farklı olsa da benzer şeyleri yapmıyoruz? Karşı çıkacak olanı iki dakikada çürütebilirim.
İşin özü, insanoğlunun sahip olduğu şeylerle ruhunu doyururken sahip olmadıkları yüzünden ruhunda eksiklik hissetmesidir. O eksiği kadını, erkeği, lezbiyeni, geyi, büyüğü, küçüğü, evlisi, bekârı hepsi hisseder. Hepsinin bunu doyuracak kendine göre bir yolu vardır. Kimi legaldir, kimini insan kendisinden bile gizler. Bastırır elinden geldiğince ama bilinçaltı bunu yemez.
Rüyanızda gördüğünüz küçük bir kaçamak mesela. Ruhunuzun eksiğini kapatabilmek için zihninizin başvurduğu bir yoldur. Bu ya ünlü bir aktör/aktris ya da üst kattaki komşunun karısı/kocası ve belki de kızı/oğlu ile minik bir öpücük ya da eyleme dökülmeyen bir bakışmadır. Heyecanlanır, onore olur, kendi ilişkinizde epeydir arka planda kalan beğenilme duygusunu benliğinizin en derininde hissedersiniz. Uyanır uyanmaz, “Aman Tanrım, ben nasıl bir rüya gördüm?” diye vicdan azabı duyar ve bunu bilincinizin en dibine gönderirsiniz. Ama ruhunuz o rüyadan alacağını almış, yirmi saniyelik de olsa yaşadığı tatminle kendisini dengelemiştir.
Yani aslında yapabileceğiniz bir şey yok. Her yönünüzle tamamlanmış olamazsınız. Kendinizi, eşinizi deli gibi sevebilir ama yine de eksikliğini duyduğunuz bir sürü şeyle karşı karşıya kalabilirsiniz. Eşiniz yumuşacık olsa, sert davranılmayı özlersiniz. Çok olgun olsa, çocuksu karakterlerde kalır aklınız. Sarışın olsa, esmerlerin tadı aklınıza düşer. Uzun olsa, küçük bir sevgili; kısa olsa boyunuza uygun olanı merakınızı celp eder.
İstemek ve eyleme geçirmek… Denge tam da buradadır. İstemek insana aitken eylem kişiliğin yansımasıdır. Ve sadece insanlığıyla, doymak bilmez istekleriyle barışan kişi, hepsini birden tatmin etmeye çalışmaktansa kendine, yaşamına ve seçimlerine sahip çıkar.
Güzel.
Peki, hikâye nerede?