Perşembe Bölüm 16
Selen hastaneye döndüğünde neredeyse akşam olmak üzereydi. Yolda hiç acele etmemişti. Çılgınca akan trafikte, hafif rüzgârla savrulan bir yaprak gibiydi. Kimsenin kornasına, söylenmesine de aldırış etmemişti.
Odaya girmeden, bir süre kapıda durdu. İçeride kendisini zorlu bir gece bekliyordu. Bu gece, günlüğü okumaya devam edecekti. Üstelik bunu Yiğit’in yanında yapacaktı.
Kapı açılıp cazcı doktor hışımla dışarı çıkarken kendisine sinirle bakınca, yine bir şeyleri yanlış yapmış olma huzursuzluğu içine doldu. Adam bir şey söylemek istermiş gibi duraladı bir süre, sonra vazgeçip gitti.
Odaya girdiğinde onu bitkin bakışlarıyla Yiğit, yorgun gözleriyle de Ahmet Bey karşıladı.
“Hoş geldin kızım.”
Başıyla verdi selamını. Ne olmuştu yine? Soran gözlerle kayınpederine baktı.
“Tansiyonu fırladı akşama doğru, düşüremediler bir türlü.”
Yiğit’e dönüp baktı, uyumuştu.
“Bedeni çok hırpalıyormuş bu oynamalar. Baksana, soldu gitti yine çocuk.”
Adamın kendisi de hırpalanmıştı, farkında değildi.
“Gidin siz eve.” Arabanın anahtarlarını verdi eline. “Gece buradayım ben. Bir aksilik olursa haber veririm.”
Başıyla onaylayıp oğlunun yanında gitti adam. Elini tuttu bir süre. Kalan enerjisini vermek istedi sanki… Sonra çökük omuzlarla kapıdan çıkıp gitti.
Hemşireler odaya girdi çıktı, tansiyon defalarca ölçüldü, ateş kontrol edildi, serum değiştirildi… Yiğit bir kez olsun gözlerini açmadı.
Kendisine refakatçi yemeği getiren görevliye teşekkür etti Selen ama tepsidekilere dokunmadı.
Cazcı doktor geldi. “Tansiyon indi tabii hemen, değil mi?” diye hemşireye sorarken neden kendisine sinirle baktığını anlayamadı. O oynamıyordu ya adamın tansiyonuyla. Morali iyice bozuldu.
Bu adam kendisinden hiç hoşlanmıyordu. Selen de ondan…
Doktor Bey bir havalarda çekip gitti, ardından hemşireler koşuşturdu, geriye uyuyan bir enkazla yapayalnız bir kadın kaldı.
Hastanenin akşam telaşesi durulup tabak çanak sesleri de kesilinceye kadar, sandalyesinde oturup Yiğit’i seyretti Selen. Yüreğinden akan sevgiden sarhoş oldu.
Sonra… Zamanının geldiğine karar verip uzandı ve bilgisayarı aldı kucağına. Ayakkabılarını çıkardı, ayaklarını yatağa uzattı… Bir hayat kadar uzun bir aradan sonra düğmesine yeniden bastı.
Yiğit’in bunları seyretmiyor olması iyiydi. Kendisini huzursuz hissetmiyordu. Ama programı açarken, içinde yine o başkasının özeline giriyor olma duygusu vardı. Ve bu kötü bir duyguydu.
Sayfaları kaldığı yere kaydırırken, adı olmayan ihanet yine acıttı canını. Zeyra adına bir hüzün yine sardı içini. Ve Yiğit’in pişmanlığı… Zeyra’yı kazanma telaşesi… Kızın tepkisizliği…
Zeyra neden kızmamıştı ki Yiğit’e? Sonuçta sevgili değillerse bile, adamın bahçedeki mizanseni Zeyra’yı üzmek için düzenlediği çok barizdi. Gözüne baka baka öpmüştü başka bir kadını. Sonradan dilenen bir özür bunun kırıklığını telafi edemezdi ki? O sahneyi yaşayan Selen olsaydı, Yiğit’e geri dönmezdi.
‘Onun için şimdi dizinin dibindesin değil mi?’
Aynı şey değildi!
‘Tabii tabii.’
Değildi! Selen gidecekti. Hem de Zeyra yüzünden değil. Kendi yüzünden gidecekti.
Kaldığı yer işte buralardaydı. Kızın, Yiğit’in kendisine dokunmasına izin vermesi… Yiğit’in sevişmeye katılmayıp onu rahatlatmakla yetinmesi… Kafasının karışıklığı…
Selen’in de kafası karışıktı. Herkesin kafası karışıktı. Ne güzel…
Uyku sanki düşmanımdı. Eğer sabah giderse, bir sonraki perşembeye kadar tam otuz beş gün vardı ve bu çok saçmaydı. Bu yüzden bütün gece uyumayıp seyrettim onu.
Bilinçaltımdaki huzursuzluk gecenin sessizliğinde daha da yüzeye yaklaşmış olmalıydı. Yaptığım şakaya düşünülmeden verilen o cevap çok tanıdık geliyordu.
Zyepran.
Kelimeyi biliyordum. Önceden duymuştum. Hayatımın bir noktasında vardı, emindim. Ama onu bana söyleyebilecek kimseyi tanımıyordum.
Bir oyunda tekerleme… Bir filmde replik… Bir kitapta başlık… Ya da belki dipnot… Hiçbiri değildi. Telefonumdan internete girip arama çubuğunda arattım. Bulunan bir içerik yoktu.
İnsanın bir kez huzuru kaçınca, bir daha asla kaygısız haline dönemiyor. Ben de artık bir şeyleri kurcalamadan rahat edemeyeceğimin farkındaydım.
Sabah Zeyra uyandığında ben çoktan kahvaltıyı hazırlamış, gidişini geciktirmeye çalışıyordum. Yine sanki bulunduğumuz zamana ait değilmiş gibiydi. Ne yanımda kalmak ne gitmek onun için fark etmiyordu çünkü ruhu çoktan gitmişti. Ama bu sefer öyle kolay pes etmeyecektim. Kahvaltı sırasında sohbet edebilirsek, onu kalmaya ikna etmeyi umuyordum.
Kızlar kendileri hakkında konuşmayı severlerdi, öyle değil mi? Konuya aileden girersem dili açılırdı belki.
“Ailenden bahsetsene biraz.”
Bir süre baktı bana. Gözlerinde öyle bir ifade vardı ki, anlatacaklarının ne kadarını bilmeye değeceğimi tartıyor gibiydi… Ya da ne kadarını anlayacağımı…
Neden normal bir sohbet yapamıyorduk ki biz? O annesini, babasını, kardeşini anlatırken ben çay koyuyor olabilirdim. Ekmeklerimize tereyağı sürerken başından geçen komik olaylara gülüyor olabilirdik. Bunun yerine beni mikroskop altındaki böcekmişim gibi incelemesi çok saçmaydı.
“Kozmik ve Dünya takvimi arasındaki tercihin?”
O ne ya?
“Kozmik derken?”
Kız bildiğin aşağılayarak baktı bana. Sinirim de bir anda tepeme çıktı. Takvim takvimdir. Kozmik takvim nedir? De ki kozmik takvim diye bir şey var ve ben bunu bilmiyorum. Ne var yani? Bilmek zorunda mıyım?
Derin bir nefes alıp “Dünya takvimi olsun,” dediğimde yüzündeki anlayışlı, bağışlayıcı, ‘Bu da bu kadar işte, ne yapsın,’ tavrı kâbus gibiydi. Sorduğuma soracağıma pişman olmuştum. Ben bu kızla neden normal bir konuşma yapamadığımı gerçekten çok merak ediyordum.
“Dört elemanlı nükleotip kümenin üçüncü elemanıyım. Kümenin ilk elemanı Dünya takvimine göre…” gözlerini tavana dikip bir süre sustu, “…17.736 gündönümü öncesinde cisimlenmiş.”
Anlamadan ekrana baktı Selen. Ayaklarını yataktan indirip sandalyede dikleşti. Belgelerim klasörüne geri dönüp, başka dosya olup olmadığına baktı. Yanlış dosya mı açmıştı? Ama klasörde tek dosya vardı. Dosya mı bozuktu? Başka metinlerle mi karışmıştı? Şu anda ne okuyordu?
Kahkaha atacaktım… Ama ağzımdan ses çıkarmayı başaramadım. Yerine, ciğerlerimdeki bütün hava dışarı çıktı.
“Kısacası seni ilgilendirmez,” diyerek gülmesini bekledim. Bunun yerine ekmeğinden keyifle bir ısırık aldı Zeyra.
“Devam et, çekinme,” derken, alay edilen ama konuyu çözümlemeyi becerememiş kişinin kalkanlarıyla kuşanmıştım.
“Adı Kea. Maddenin topolojik fazları üzerine araştırma yapıyor.”
Kea. Çok güzel. Aferin ona. Bana da aferin ki oturmuş bu saçmalığı dinliyorum burada.
“Bir kızın sahip olabileceği en mükemmel babadır.”
Aşkın tanımını bilmek isteyen varsa, Zeyra’nın gözlerine bakabilirdi o an. Işıl ışıl… Gurur ve onur dolu… Yeryüzündeki tüm güzel duygular içlerinde birikmişti. Bahsederken bile mutlulukla parlıyordu.
“Bildiği her şeyi öğretti bana. Daha önemlisi, bilmediklerimi nasıl öğreneceğimi öğretti. O yüzden cevaplarla barışığım.”
Bir baba bu kadar mı güzel onurlandırılır? Duyduklarım, önceki saçmalığı geri plana itip gözlerimin önüne Zeyra’yı kucağına oturtmuş ona yıldızları anlatan bir adamı yerleştirdi. Esmer tenli bir adam… Kucağında kara saçlı kara gözlü bir kız çocuğu… Parktaki bank… Flashback. Sadece bir an zihnimde görünüp kayboldu.
“İkinci eleman Asun. Onun cisimlenişi 14.005 gündönümü öncesi. İletken polimerlerin geliştirilmesi hobisi dersem nasıl bir kadın olduğunu anlayabilirsin.”
Gülerek bitirdi cümlesini. Benimle çok hoş bir espri paylaştığına emindi. İletken polimerleri geliştirmeyi hobi edinmiş bir kadın… Çok hoş… Gerçekten… İnanılmaz sevimli.
“Kardeşime benden daha yakındır çünkü ben babama aitim. Panik anlarında kimin kucağına koşacağımız bellidir o yüzden.”
Panik anları… Evet… Bu da hoş…
Kalkıp gitmeliydim belki de. O gücü bulabilseydim…
Benim beynim sadece iki bilgiyi algılayabilmişti. Baba, anneden büyüktü. Zeyra anneden çok babaya yakındı. Aslında ben de fena değildim. Bayağı bir şey anlamıştım. Sadece meslek kısmında çuvallamıştım ki o da teknik bilgilere sahip olmadığımdan, normal olmalıydı. Değil mi?
“Babama çok âşıktır. Ama ben, bir annenin çocuklarına kocasından daha yakın olması gerektiğini düşünüyorum.”
O-ooo. Burada bir sorun mu var? Babamızı annemizden mi kıskanıyoruz yoksa? Yüzündeki asılma nedeniyle öyle hissettim sanırım. Babasını anlatırken ifadesine hâkim olan o tapınma, annesini anlatırken gizli bir eleştiriye bürünmüştü.
“Üçüncü eleman hakkında çok şey biliyorsun. Tenim, bedensel tepkilerim, kan basıncım, patlama sürem ve bu sürece katılım performansım… Cisimlenişim 7.657 gündönümü öncesi. Benim hobim de tarih. Özellikle Big Bang’den önceki dönemler.”
Başıma ağrı girmişti. Sol kaşımın olduğu bölgeden başlayarak göz çukurum oyuluyordu. Biraz da aptallaşmıştım sanırım. Duyduklarımı ciddiye alıp üzerinde fikir yürütüp yürütmemek konusunda kararsızdım. Ağzım muhtemelen açık, öylece dinliyordum.
“Dördüncü eleman Cenz, 6.210 gündönümü önce cisimlendi. Henüz bir hobi belirlemedi. Birikimlerini özümsüyor hala. Ama ben onun moleküler makine tasarımında iyi olduğunu sanıyorum.”
Kardeşe bak sen. Zeyra’dan küçük olmalı. Gündönümü hesabına göre öyle bir izlenim edindim nedense. Lisede olsa… Moleküler ne tasarlayabilir bir insan o yaşta?
“Bana karşı çok iyidir.” Gözlerine sıcacık bir özlem yerleşmişti bunu söylerken. “Annem gibi beni klişelere çekiştirmez. Aksine, katılır bana, birlikte benim oyunlarımı oynarız.”
İşte bir sorun daha… Anne Zeyra’dan çok hoşnut değil belli ki. Anlaşamadıkları konular neler acaba? Baba ile arasında böyle bir şey yok. Kardeş ile de yok. Anne ile ilgili sorun sadece babanın paylaşılamaması mı?
Dehşetle Yiğit’e baktı Selen. Hala gözleri kapalıydı. Ekrana döndüğünde ağzından çıkan “Şizofren bu!” sözcüklerine engel olamadı.
Zeyra’yı parkta görmüştü. Gayet de aklı başındaydı. Onun garip olduğunu düşünebilirdi ama hasta olduğunu… Hayır. Hayır, bunu düşünmezdi.
Ayaklarını yatağa uzatıp rahatlamaya çalıştı. Geri dönüp okuduğu yerleri yeni baştan okudu. Bu kez… Yavaş yavaş ve her bir cümledeki anlamı tekrar tekrar düşünerek.
Konuşurken ağzındaki reçelli ekmeğin tadını çıkarıyor olmasaydı, benimle kafa bulduğunu düşünürdüm. Böyle bir senaryoyu yazmak, dikkati söylediklerine yoğunlaştırmayı gerektirirdi. Oysa onun kelimeleri, alışkın cümleler şeklinde, düşünülmeden söyleniyordu.
Hadi bu yoğun bilimsel patlamayı bir kenara koyalım. Karşımdaki kız, bütün Nobel ödüllerini salonlarındaki vitrine dizmiş bir ailenin üyesi olsun. Herkes benim gibi anne ev kadını, baba mimar bir ailenin üyesi olmak zorunda değildi elbette. Ama en azından benim annemin adı Melike, babam da Ahmet idi. Kea, Asun, Cenz neydi? Hoş… Zeyra neydi ki? Hangi dildeydi?
Sustum. Sustu.
Elindeki ekmeği tabağa bırakıp bana baktı.
“İçgüdülerimiz, en değerli korunma kalkanlarımızdır, onlara güvenmeliyiz. Ama nedense kendimizden başka herkesi dinleriz.”
Sonra da kalkıp gitti.
Arkasından bakarken, durdurmak içimden gelmedi çünkü yalnız kalmak istiyordum.
Benimle dalga mı geçmişti? Ama bunun için bir nedeni yoktu ki. O zaman bu kız kesinlikle ruh hastası olmalıydı. Ne konuşmalarının, ne de tavırlarının elle tutulur tarafı yoktu.
‘Elle tutulur olmayan ne?’
Söyledikleri.
‘Akademisyen bir aile olamaz mı?’
Olabilir de NASA’dan mı düştü bu kız buraya?
‘Hayatı sadece senin gibi yaşayanlar mı normal?’
Ayda, bir perşembe bir parkta babasını beklemek mi normal?
‘Nedenini sordun mu?’
Sormadım, yargılamakla meşguldüm.
‘Evet, kız gerçekten ruh hastasıymış.’
Keşke biraz daha naif bir iç sesim olsaydı… Böyle anlarda kendimi hiç de sevimli bulmuyordum.
Okuduğu son cümleye gülümsedi genç kadın.
“Kendinle ne güzel dalga geçiyormuşsun. Ben hiç bu yönünü görmedim senin. Hoş ben senin kendinle ilgili konuştuğunu da görmedim ki…”
Ayağını tutan elle irkildi bir anda. Yiğit uyanmış, kendisini seyrediyordu. Ve parmaklarına yumuşacık dokunuyordu.