Perşembe Bölüm 15
Sevgilisi Meriç’i seviyordu Nihat. Onunla sinemaya, konsere gitmeyi de. Özellikle caz… Ama iki hafta sonraki festival için internetten bilet ayarlarken, yine aklına Yiğit Ünsal düşüverince, kredi kartı numarasını tam beş kez hatalı girdi, sonunda da pes edip hasta dosyasını incelemeye başladı.
İçgüdülerinin kendisini yanılttığı hiç olmamıştı. Bu vakada da, elindeki verilerle örtüşmeyen bir durum yaşanıyordu. Bir şey kemiriyordu içini. Adını koyamadığı… Ama koyacaktı. Cevap zaten bilinçaltında dolaşıp duruyordu. Aydınlanma anının da çok yakında olduğu belliydi.
Masasından kalkıp 305 numaralı odaya yürüdü. Bir süre camdan seyretti içerideki sahneyi, sonra içeri girdi. Hasta sırt üstü yatıyor, karısı yan dönmüş, elini de kocasının göğsüne dayamış uyuyordu. Kalp atışlarını kontrol etmek istiyor sanki diye düşündü…
Sabahki atraksiyondan sonra hastanın keyfi yerinde görünüyordu. Rengi düzelmiş, evinde uyur gibi yayılmıştı yatağa. Yayılmamıştı tabii, kıpırdamadan yatıyordu ama bakanda öyle bir izlenim uyandırıyordu. Almış karısını koynuna, diyordu insan. Birazdan dönüp sarılır, diyordu. Ama dönemeyeceğini Nihat biliyordu.
Adamın gözleri açılıp da kendisine dikilince, içgüdülerine güvenmeyi yeğleyerek bir süre hiç konuşmadı. Bu, normal bir vizite değildi. Bu, Nihat’ın zekâsına hakaret eden bir vakanın mercek altına alınmasıydı. Ve Yiğit Ünsal, Nihat’ın peşinde olduğunu bilmeliydi…
“Göründüğün kadar kötü değilsin aslında, öyle değil mi?”
Evet, işte hep bu vardı içinde hastaya karşı. Bu adam oynuyordu. Tomografilerin, filmlerin, tetkiklerin ötesinde, belirtileri sanki kendisi idare ediyordu.
‘Oğlum Nihat, bu düşünceni kimseye söyleme. Seni Cengiz Devran’ın bölümüne yatırıverirler, o da seninle oynar da oynar. Zaten aldın sevgilisini elinden…’
Gözlerini mi kırptı o? Evet der gibi…
“Seni en çok bir haftaya taburcu edebilirim. Fizik Tedavi Merkezine gitmeye dersin?”
Yataktaki adam yan gözle karısının uyuyup uyumadığına bakıp başını iki yana salladı. Vay. Adamda bir iş olduğunu biliyordu işte.
“İstemiyor musun?”
Hayır istemiyor.
“Bana bunu yapmamam için bir neden söyle.”
Yine karısına baktı adam. Üzgün? Bir an için yakaladı o ifadeyi Nihat.
“Kay..b-be…d-de..rim.”
Ah! Dili idarede zorlandığı belli ama konuşma terapisiyle işi kolay. Buna rağmen bugüne kadar tek bir kelime söylemedi.
‘Nihat oğlum çok çakalsın sen! Nasıl çözdün herifi?’
Kıstığı gözleriyle blöfünü yaptı. “Tek şartım var. Karına numara yapacaksan o senin bileceğin iş. Ama yalnız kaldığımızda bütün sorularıma doğru cevap isterim. Seni belli saatlerde terapiye göndereceğim, orada sesin çıksın, bana yeter.”
Başıyla onayladı adam. Yatakta yatan kadının kıpırdandığını görünce, Nihat başka bir şey söylemeden ayrıldı odadan. İstediğini elde etmişti. Gerisi sadece zamandı… Artık gidip biletleri alabilirdi.
Odadaki konuşmaları da, gelip gidenleri de duymadan dünyanın en güzel uykusunu uyumuştu Selen. Olmak istediği tek yerdeydi. Bunu bilinci değil, duyuları hissediyordu. Yiğit’in kokusu… Onun bedeni… Gözlerini yavaşça araladığında, onun kendisini izleyen gözleriyle karşılaşmak da günün hediyesiydi.
Bedenini döndüremediğinden, başını çevirmişti ona bakmak için Yiğit. Yataklarındaki görüntüden çok farklıydı o yüzden. Evde, her zaman tüm bedeni dönük olurdu ona. Her an kucaklayacakmış gibi…
Dingindi yüzü. Çok vakti olduğunu bilen insanların her detayda oyalanışı gibi seyrediyordu Selen’i. İçine dolan sevgiyi nasıl sönümleyeceğini bilemediğinden ağzından çıkan kelimelere de engel olamadı.
“Ne kadar güzelsin.”
Bal rengi gözler sıcacıktı. Yiğit’in Selen’e ait bakışıydı bu. Yumuşak… Sadece onu gören bakışlar…
Yiğit kendisine asla öylesine bakmazdı… Bakarken başka şeyler düşünmezdi. Bunu fark etmek için neden bu kadar beklemişti ki?
“Nasıl bu kadar güzel olabiliyorsun? Ben sana bakarken ölüverecekmişim gibi geliyor içime. Öleyim diyorum… Son görüntüm sen ol diyorum…”
Sustu. Karşısındaki yüzün her bir santimini gözleriyle içti. Belki son kezdi… Belki bir daha bu kadar yakından göremeyecekti onu. Nefesini duyamayacaktı.
“Gideceğimi biliyorsun değil mi?”
Her şey aynı kaldı ama biri sanki bal gözlerin içindeki ışığı kapattı. Kendi gözleri de böyle ölü müydü? Hayatta ama ölü…
“Bildiğini biliyorum. Zekâna hakaret etmeye cüret edemem.”
Gözbebeklerinin aralarındaki bağı koparmayışı rahatlatıcıydı. Hani cevaplar oradaymış gibi… Siyah bir kuyunun içine bakılır gibi…
Suçluluk duygusu baskın geldiğinde, gözleri dosyanın altından görünen bilgisayara kaydı. Yiğit de baktı, ardından gözler yine buluştu.
“Günlüğünü okumadan önce karar verdim gitmeye.”
Şaşırma yoktu. Evet, Yiğit biliyordu.
“Günlüğü de çok fazla okumadım. Adını bilmemekte direttiğin kadınla ihanetini okudum en son… Ama gidişimin sebebi o değil. Yani Zeyra değil.”
Ne peki?
“Kendimi ancak bu kadar yok sayabildim. Fazlasına gücüm yetmedi.”
Tek başına konuşmak çok sevimsizdi. Cevapsız kalmak, mahkemede olmak gibiydi. Bu yüzden yazıya dökmüştü ya söyleyeceklerini… O yargılayıcı sessizlik yaşanmasın diye.
Eteğinin cebinde günlerdir dolaştırdığı kâğıt parçasını eliyle araştırıp buldu. Konuşulması gereksiz, ama ilgilenecekler için dipnot olarak derlenmiş açıklama metni…
“Okumaya başlamadan önce duygularımı yazmıştım buraya. Neden gittiğimi söylemeyi beceremem diye… Merak edersen sonra okursun.”
Adamın kızgınlığını görmeye vakti olmadı. Elindeki kâğıt çekilip alındı, buruşturuldu, sonra yere fırlatıldı.
Bilmediği bir kasabada bilmediği bir pansiyonda nefes almaksızın kendisini ifade etmeye çalıştığı o anlar, böyle bir tavır göreceğini bilmeksizin o kâğıda akmıştı. Şimdi… Yerdeydi. Dört senesi gibi…
Zor olacağını biliyordu ama bu konuşmayı yaparken Yiğit’le aynı yatakta yatıyor olacağını bilmiyordu. Sevişircesine ayrılık… İronikti.
“Bu bir şey değiştirmez Yiğit. Çoktan gittim ben. Bakma sana sokuluşlarıma. Başka türlüsünü bilmediğimden onlar.”
Adamın nefesi hızlandığında korkuyla baktı gözlerine. Artık yumuşak değildi. Küpünde katılaşmıştı sanki. Öfke vardı içlerinde.
Öfke mi? Öfke mi! Ne cüretle öfkelenebiliyordu bu adam?
“Kocam dedi senin için!”
Öfke buradaydı işte. O beş harfli kelimeyi duyduğu andan bu yana içini bir örümcek ağı gibi sarmıştı. Kişiliğine tamamen aykırı olduğu için en diplere saklanmış ama suretini Yiğit’in gözlerinde gördüğü an dizginlenmeye fırsat kalmadan fırlamıştı dışarı. Tırnaklarıyla o gözleri, o gözlerdeki yansımasını yırtıp atmak için…
“Kocam!”
Ağlamayacaktı. Değil mi?
“Öyle güzel söyledi ki… İnandım ona Yiğit.”
Ağlarsa çok saçma olacaktı.
“Ben hiç seni onun sahiplendiği kadar sahiplenememişim meğer. Canım çok acıdı.”
Ağlamamalıydı. Ya da ne fark ederdi ki? Gururunu mu kurtaracaktı? Hangi gurur? Adamın yatağında, öteki kadını anlatıyordu ona. Süzülen damlalara engel olmadı.
“Neden beni sevemedin sanki?”
Dudağına dokunan parmak eskiden okşardı, şimdi susturuyordu. Konuşmak istedi, Yiğit parmağını daha da bastırdı, o da sustu.
Güçsüz ama inatçı parmaklar gözyaşlarını da sildi. Ama izini silemedi.
Kaşları çatık, masaya baktı adam. Selen’e dönüp başıyla işaret etti.
Bilgisayar?
Kadın ve adam birbirlerinin gözlerinde bir süre beklediler.
“Okumamı mı istiyorsun?”
Ne evet, ne hayır. Sadece baktı adam. İstese baş sallamasıyla seçebilirdi birini ama o inadına Selen’i cevapsız bırakıyordu.
Peki ya Selen? Öğrenmek istiyor muydu hikâyenin devamını? Daha fazla yara… Daha fazla aşağılanma… Dört senede kontenjanı doldurmamış mıydı?
“Kalkmama izin ver.”
Çekildi üzerindeki el ve Selen neredeyse kendini yataktan aşağı attı. Üzerini, saçlarını düzeltmekle oyalandı bir süre. Saçlarda daha da çok oyalandı ama yetmedi nedense.
“Bilmiyorum.”
Akrebe bakar gibi kaçamak bir bakış gönderdi bilgisayara.
“Daha fazlasını kaldırabilir miyim inan bilmiyorum.”
Üzerine bir cesaret mi gelmişti de böyle özgür konuşuyordu yoksa Yiğit cevap veremediğinden miydi onu da bilmiyordu. Ama hayatı içe atarak yaşamamak güzel bir şeydi. Ölünecekse bile içe patlayarak olmayacaktı bu. Dışa patlayarak olunca, kendisini öldüreni de yaralama ihtimali iyi hissettiriyordu.
Yiğit hiç gözünü kırpmadan kendisine bakarken düşünemiyordu. Uzaklaşmalıydı.
“Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var. Üzgünüm.”
Üzgündü gerçekten. Onsuz olmaya ihtiyaç duymak, aşkını kirletmek gibi geliyordu çünkü. Aşkı hastalıklıysa bile, öznesi yanlışsa bile… Selen o duygusunu tertemiz hatırlamak isterdi.
Kapıdan dışarı çıktığında, Yiğit’in gözlerini de beraberinde götürdü. İlk günkü gibi bakıyordu. Asansörden indiği ve onu ilk gördüğü anki gibi… Temkinli… Kararsız… Kontrol edemeyeceği bir duruma girmiş olmanın farkındalığıyla çaresiz.
Önce bahçede oturmayı denedi. Bomboş gözlerle gelip geçenleri seyrederek… İçindeki fırtınayı kendisinin farkında bile olmayan insanlardan gizlemeyi isteyerek… Çok kalabalıktı. Nefes alamıyordu.
Sonra Ahmet Ünsal’ın arabasını park ettiğini görüp yanına gitti. Kendisini gördüğünde gözleri parlayan adama elini uzattı. “Arabanızla biraz dolaşabilir miyim?”
Kızın içindeki fırtınayı sezen adam, tek kelime etmeden uzattı anahtarları. “Kaybolma, olur mu?”
Belki.
Belki kaybolurdu, belki dönerdi geri. Önce uzaklaşmalıydı.
Adamın üzgün bakışları altında arabaya binip kapıyı kapattı. Keşke dönülmeyecek bir gidişi olsaydı. Ama dönecekti. Biliyordu. Selen terk edişlerin insanı değildi.
Sahil kenarında derme çatma bir çay bahçesi görene kadar sürdü aracı. Park edip kumsala yürüdü. Ayakları hep kum olmuştu.
Elinde askılıkla yanına yaklaşan adam çay isteyip istemediğini sorduğunda, “Cüzdanımı almamışım yanıma,” dedi. Gülümsedi adam, verdi bardağı eline. “Benden olsun.”
Böyle minik güzelliklerdi yaşamı çekilir kılan. Üzgün bir yüze güzel bir gülümsemeyi yerleştiren…
Adam gittiğinde kuma oturup denizi seyretti bir süre. Ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını kuma sakladı. Cilveleşti parmakları ıslak tanelerle.
Benden olsun.
Sanki Yiğit’le ilişkisini hicvetmişti bu cümle.
Şimdi ne yapacaktı? Yiğit’e nasıl karşı duracaktı? Kolayca kanabilirdi ona. Öyle arzuladığı şeylerle geliyordu ki şu anda… Selen’e önemsendiğini, istendiğini hissettiriyordu. Sanki kendisinin özel olduğunu söylüyordu.
Nice ayrılıklar bu tuzağa yenilip daha beter bir yok oluşa gitmez miydi? Giderayak ağza çalınan bir avuç umuda gözü kapalı dalınıp kafa üstü çakılınmaz mıydı? Üstelik çekip gitme gücü de bu arada tamamen kaybedilmiş olurdu. Sonuç… Mutlak yenilgiydi. Bitmesi kesin olan ilişkilerde bir taraf diğerini bu şekilde tamamen yok etmeden rahat etmezdi.
Yiğit Zeyra’yı da bu kadar minik umutlarla mı besliyordu acaba.
Kocam…
Bir kelimenin bu kadar büyük bir acı potansiyeline sahip olabileceğini Selen hiç bilmezdi. Bir kefeye dört senenin aşkını, mutluluğunu, umudunu koysa, diğer kefede tek başına o kelime Selen’i dibe batırmaya yeterdi.
Şu an Selen gidebilirdi. Ölürdü ama hala gidebilirdi. Günlüğün devamını okursa… Yiğit’i aklayacak bilgilere ulaşırsa… Geri mi dönecekti? Yapamazdı ki… Artık olmazdı. Okusam da gidebilirim, dese; kendisini kandırmış mı olurdu?
‘Neden çırpınıyorsun? Tıpış tıpış gidecek, bayıla bayıla okuyacaksın. Hele bir karar anı gelsin, ne yapacağını o zaman düşünürsün.’
Duruldu o andan sonra. Karar verilmişti nasıl olsa. Uzun bir süre görmeyen gözlerle denizi seyretti. Soğumuş olan çayı küçük yudumlarla içti. Böyle bir jesti kumlara dökmeye kıyamamıştı. Kalktı sonra, ayakkabılarını eline alıp çay ocağına kadar yürüdü. Bardağı tezgâha bıraktı. Adama mahzun olduğunu fark etmediği bir gülümseme gönderip arabaya yürüdü.
Tezgâha yaslanan adam, gözden kaybolana kadar seyretti kadını. Güzel kadındı. Zengindi. Sadece arabası bile kendisinin hem evini hem işini üç kere satın alırdı. Ama bak, cebinde bir çay içecek parası yoktu. Gözünde Ayşe’sinin cıvıltısı yoktu. Para başa belaydı.
“Ayşe!” diye bağırdı içeri. Koşarak gelen karısını kollarının arasına sıkıştırıverdi. “Gel kız buraya!”
Kıkırdayan kız azıcık cilveleşti. “N’apıyosun ya, bir gören olur şimdi.” Ama kocasının bedenine sürtünüvermeyi de ihmal etmedi.
“Görsünler lan. Seni yememe kim engel olabilir?”
Öptü, öptü, öptü. Yok, bu iş bu kadarla bitmezdi. Nasıl olsa artık kimse gelmezdi. Yavuklusunu içermiş gibi öperken, zengin kadının yüzündeki o mahzunluğu Ayşe’sinin yüzüne asla yerleştirmemeye yemin etti.